30 Aralık 2017 Cumartesi

HER YENİ YIL GELECEĞİMİZDİR

Bir yılı daha geride bıraktık. Geleceğimizden yeni bir günü daha yaşamaya başladık. Aslında bunu farklı kılan bir şey yoktur. Onu farklı kılan, ondan farklı ve yeni beklentiler içinde olan insandır. İşin aslı, zaman akıp gidiyor. Bir dakika öncesi ile bir dakika sonrası, bir saat öncesi ile bir saat sonrası, bir gün ile ertesi gün, bir yıl ile ertesi yıl hep birbirini takip eder. Biri yaşanmıştır eskir, diğeri yaşanmamıştır, gelecektir.
Zamanını iyi değerlendirip mutlu yaşayanlar, geleceğin daha güzel olacağını düşünerek umutlarını ve mutluluklarını artıracaklarını düşünürler. Dünden ve bugünden hayal kırıklıkları yaşayanlar umutlarını yarına, geleceğe bırakırlar. Onlar için de gelecek umuttur. Yaşamış oldukları olumsuzlukların geride kaldığını, yarınlarda daha iyi ve yeni şeylerin olacağını umut ederler.
Yeni yılın herkes için umut olması bundandır.
Eski yıldan canı yanmışlar, yaşamlarını sıkıntılar içinde geçirmiş olanlar yeni yıla umutlarını boşa çıkarmaması yönünde, sitem içeren mesaj göndermek isterler. Bu yıl sosyal medyada yayınlanan böyle bir mesaj benim de hoşuma gitmişti. Daha 2018’e girmeden yayınlanan 2018’e sesleniş mesajı şöyleydi.
“Şimdiden sana sesleniyorum ey 2018. Zaten sormadan kafana göre geliyorsun. Efendi gibi gel, efendi gibi git. İstikrarlı ol, akıllı ol, sağlam ol. Bir verip, iki alma. Adamın canını sıkma, çileden çıkarma. Şunun şurasında üç yüz atmış beş gün ömrün var. Adabınla yaşa, çirkinleşmeden git. Giden sene gibi arkandan konuşturma milleti. “Hayatımın en güzel yılıydı” dedirt. Bunu yapabilirsin, bu potansiyel var sende. Zaten sen on numara bir yıla benziyorsun. Hadi gözüm bizi mahcup etme.”
Yaşadığı yıldan, 2017 den memnun olmayan birinin 2018 den beklentisi yukarıdaki cümlelerle ifade edilmiş.  Hem espri var, hem sitem var, hem umut var. 2018 kulağı çekilerek sevilmiş gibi. Ortaya hoş bir mesaj çıkmış.
 Bunun için derler her yeni yıl bir umuttur. Yeni yıl da, umut da gelecektir. Kimse geleceğini berbat hayal etmez. Herkes güzel düşünceler, güzel hayaller kurar yarınlar için. Ve bu umut, bu güzel hayaller  yaşamın devamını sağlar. Yaşamı için umutlu olmayan, yarınları için güzel hayaller kuramayan biri için yaşamın anlamı olmaz. Yani bu güzel umutlar yaşam için birer gerekçedir. Kimisi kendisi için umutlanır, kimisi çocukları için, kimisi ülkesi ve dünya için umutlanır.
Ne kadar geniş düşünülürse o kadar huzur bulunur. Sadece kendisi için umutlanan aslında çok da mutlu olamaz. Zira ülkesinde herkes çok kötü bir yaşam sürüyorsa, birisinin her koşulda iyi yaşıyor olması insana mutluluğunu yaşatabilir mi?
Belki ama o zaman da ona insan denir mi?
Dünya savaşın eşiğinde ise, toplumlar huzursuzsa, savaş ha çıktı ha çıkacak, milyonlarca insan ölecek. Bilmem ne bombası atılacak. İnsanlar yanacak, nefes alamayacak, dünya yok olurken kim, nasıl mutlu yaşayabilir ki?
Sanırım hiç kimse böyle bir gelecek düşünerek yeni yılı beklemek istemez. En kötü koşulda bile; birileri çıkacak olumsuzlukları bertaraf edecek, dünya kurtulacak diye hayal kurar. Bu hayalin gerçekleşmesi için her insan bir şeyler yapar. En azından karşı duruşunu belirten bir ses çıkarır. İşte o ses umuttur. Gelecektir.
Geçmişte yaşananlar örf olmuş, töre olmuş, gelenek olmuş. Yaşanan günde de onların var olması için çalışan insanlar çoktur. Eski toplumlarda yaşayan insanların sayılarının bugüne göre az olması bu geleneklerin devam etmesini sağlamış. Oysa bugün ülkemizde olduğu gibi bütün dünya nüfusu oldukça fazla. Neredeyse topraklarda üretililenler, doğanın sundukları insanlara yetmez olmuş. Böyle bir durumda o eski geleneklerin yaşaması da zora giriyor. Yeni nesil eskilere pek aldırmıyor. Eskiler yeni nesili pek tatmin etmiyor. Yeni nesil yenilikçidir. Zaman değişiyor. Her gün, her yıl bişeyler değişiyor. Eskilere hayran olan bizler “nerede o eski bayramlar, hey gidi eski günler hey” deriz umutsuzca. Bu da eski ile yeninin çatışmasıdır.
Eskiye hayran olmakla eski kalıcı olamaz. Sadece eski biraz daha can çekişir. Toplumların gelişimini az çok bilenler bunu iyi görürler. İlkel toplumdan, ortaçağ toplumundan uzay çağına geldik. Bir çok inanışın ve dinlerin hakim olduğu toplum yapıları geride kaldı. Artık biat edenler azaldı, zaman daha ileri düşünmek, daha yenisini yaratma zamanı.
Bilimsel çalışmalarla toplumlar gelişiyor. Birilerinin hükümranlıklarını sürdürmeleri için eskiye biat edilmesi çabası çok da akıllıca değildir. Zaman akacak ve toplumlar değişecek. Bizim dileğimiz ülkemizde de bu can çekişen geçmişe özlemin yerini bilime, akla teknolojiye bırakması, onlara gereken ilgi ve desteğin artmasına katkı sunulmasıdır. Böylece ülkemiz gelişmiş toplumlar içinde var olmaya devam eder. Daha güçlü bir Türkiye, insanaları daha mutlu bir Türkiye oluşur.

Yeni yılın bu temenni doğrultusunda sizlere ve ülkemize  ışık tutmasını diliyorum.

27 Aralık 2017 Çarşamba

DIŞ POLİTİKADA DURUM

Son on beş yıldır Ak Parti iktidarda. On beş yılın özellikle son on yılında uyguladığımız dış politika, tabiri caiz ise ayağımıza dolanıyor. Türkiye dış politikada bir şeyleri hep yanlış yaptı.
İlk yıllarda Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz iyi gidiyordu. Hükümetin amacı; ülkenin demokratikleşmesi ve Avrupa medeni toplumunda yer almaktı. Dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan; “Biz yasalarımızın demokratikleştirilmesi çalışmalarını Avrupa Birliğine girmek için yapmıyoruz. Ülkemiz demokraside, kalkınmada, insan hakları alanında en iyi olacaktır, Bizim hedefimiz budur. Bu amaç doğrultusunda biz gerekli ve doğru kanunları çıkaracağız, insan haklarını en üst düzeyde sağlayacağız. Avrupa bizi kabul etmese de biz Ankara kriterleri der yolumuza devam ederiz” diyordu. Bunları savunduğu için de ben de dâhil toplumun çok önemli bir bölümünden destek görüyordu.
Sonra işlerin rengi değişti. Biz kanunlarımızı değiştirmesek, iyileştirmesek de Avrupa Birliği bizi kabul etsin savunması yapılmaya başlandı. Avrupa’nın hataları bahane gösterilerek, Avrupa Kriterleri de neymiş demeye başlandı. Ülkemizdeki seçimlerden dolayı Avrupa ülkelerindeki TC uyruklu yurttaşları etkilemek için oralarda toplantılar. mitingler yapılmak istendi. “Demokratik ilkeleri hayata geçirmeyen Türkiye’nin iktidar partisinin temsilcilerine bu hakkı tanımak istemiyoruz” diyen Avrupa ülkeleri ile aramız iyice açıldı. İlişkiler iyice gerginleşti. İşin boyutu iç siyasette olduğu gibi hakaret noktasına vardı.
Bir zamanlar Rauf Denktaş’a Türkiye’de miting yaptırmayan Türkiye siyasileri, Avrupa’da miting yapmak istiyor ve buna izin vermeyen ülkelere söylemediğini bırakmıyordu. Böylece neredeyse bütün Avrupa ülkeleri ile oldukça gergin ilişkiler içerisine girdik.
Suriye konusunda izlediğimiz yanlış politika ile ödemediğimiz bedel kalmadı.” Esat’ın halkına yaptığı zulme sessiz kalamayız” diye başladığımız Suriye devleti karşıtı politikalar sonunda, Suriye halkının yaşamadığı zulüm kalmadı.
Sadece Suriye halkı zulüm ve sıkıntı yaşamadı. Türkiye halkı da bunun sıkıntısını alabildiğine çekti, çekmeye devam ediyor. Savaştan kaçan Suriyelilerin çoğu ülkemize sığındı. Kendi halkımızla göçmenler arasında ciddi sorunlar yaşandı. Kavgalar, cinayetler işlendi. Zaten iş bulmakta zorlanan günübirlik yevmiye ile çalışan kesimin yeni rakipleri oldu Suriyeli ucuz işçiler.
Devletin “Suriyelilere harcadığı 30 milyar Dolar” elbette bu halkın rızkından alınarak harcandı.
Rusya ile yine bu Suriye sorunundan dolayı savaşın eşiğine geldik. Rus uçağını düşürdük. Kahramanlıklar taslayıp sonra bin bir özürle kurtulmaya çalıştık. Gelen turistten, satılan domates ihracının durmasına kadar ve elbette çok daha ötesinde maliyeti oldu bize.
Amerika ile kah dost oluyoruz, kah düşman. Şimdi Ey Tramp diye bağırıp duruyoruz kendisine.  Dost derken de halkımız alkışlıyor, düşman derken de alkışlıyor! Aramızda devletlerarası hukuka dayanan sağlıklı, düzeyli  diyalog kurulamadı bir türlü.
İsrail’e “One minute”  dedik. Arap aleminde ve içerde kahraman olduk. Mavi Marmara gemisini bizatihi en yetkili ağız gönderdi. Sonra “ben mi git dedim” dedi. Mavi Marmara’da İsrailliler tarafından öldürülen 9 canın kan bedeli olarak 20 milyon bağış aldık İsrail ile ilişkileri düzelttik.
Şimdi Tramp Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdı. Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıyacağını açıklamasından sonra bizim Cumhurbaşkanımız İsrail’i terörist devlet ilan etti. Söylemediğini bırakmıyor ama İsrail ile resmi devlet ilişkisini de kesmiyor. Madem terörist devlet neden bizim ilişkimiz halen devam ediyor?
Ya İsrail terörist devlet değil, ya da biz söylediğimize inanmıyoruz. Sadece iç Politikaya ayar vermek, halkın nabzını iyi tutmak için konuşuyoruz.
İslam Ülkeleri İşbirliği Teşkilatı dönem başkanlığı bizde olması sebebiyle Kudüs konusunda acil bir toplantı yapıldı. Bazı kararlar alındı ve sonuçta pratikte hiçbir işe yaramasa da Birleşmiş Milletlerde 128 devlet Amerika’nın İsrail Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması kararı ret edildi. Ama Kudüs’ün tamamı Filistin’in başkenti olsun denirken, şimdi Doğu Kudüs’e razı olundu.
Ayrıca, Zaten bu İslam ülkelerinde iş olsa, koca Ortadoğu coğrafyasına bir bakın bakalım. Koskoca İslam ülkeleri arasında nokta kadar bir İsrail Yahudi devleti var ve bu İslam ülkeleri bu nokta devletle başa çıkamıyor. Bu nasıl bir iştir?
Biz bu İslam ülkeleri için kendi devletimizin huzurunu,  güvenliğini de riske atıyoruz.
Dış politikada atılacak her adım çok iyi hesaplanmalı. Doğru adım atılmaz ise ülkenin başını belaya sokmak an meselesi olur. Boyunu ve gücünü iyi hesap etmek gerekir. Tarih bunun örnekleri ile dolu olduğu gibi günümüzde de bunu etrafımızda sıkça yaşayan toplumların sayısı az değil.
Kısacası devlet yönetmek ciddi bir iştir ve düzgün politika, düzgün ve saygın uluslararası ilişkiler yürütmeyi gerektirir. İç politikayı dizayn etmek için dışa bağırıp çağırdığında yarın orada seni ciddiye almazlar. Nitekim dış dünyada gelişmiş saygın ülkeler ile ilişkilerimiz bozuldu. Bize gelen devlet adamları artık uzak ve küçük ülkelerden ibaret.  Bu da bizim hangi ligde olduğumuzu göstermesi açısından ilginç bir durumdur.
Biz büyüğüz demekle büyük olunmuyor. Büyük üretim yapabiliyorsan, büyük ölçekli ve değerli sanayi ürünü satabiliyorsan, Medeni dünya ile ilişki içerisinde isen, ve insan hakları gelişmiş, adil bir hukuk düzenin varsa büyüksün.

İlişkileri yeniden rayına oturtmak lazımdır. Çıkan ve çıkacak fırsatları iyi değerlendirmek ve bu konuda samimi olmak gerekir. Boş ve güze laflarla olmuyor yani.

20 Aralık 2017 Çarşamba

İHANET BAHÇEŞEHİR’DE DEVAM EDİYOR

Cumhurbaşkanı üstüne basa basa açıkladı. İstanbul için, “biz bu kente ihanet ediyoruz” dedi. Bunu bir kez de demedi. Birçok konuşmasında aynı cümleyi kurdu. Kendini de bundan sorumlu tuttu. Zaten kendisi de bu devasa şehri yönetenlerden biriydi.
Recep Tayyip Erdoğan bu cümleyi boşa kurmadı. Bu kentte alabildiğine inşaat yapılıyor. 40 50 katlı binalar her ilçede yükselir oldu. Kentte trafik akmaz oldu. Araçla bir yerden başka yakın bir yere gitmek bile çile oluyor.  Alt yapı akmaz, çalışmaz oldu. Marmara denizi bitti. Artık balık bile yaşamaz durumda.
Peki, bir ülkenin en yetkili, hatta tek yetkili kişisi böyle söyleyince siz vatandaş olarak ne beklersiniz? Onun söylediklerinin yapılacağını beklersiniz.  Ama öyle olmuyorsa!
Yani dikey yapılaşma olmayacak, artık gereksiz imar verilmeyecek diyorsa olmaması gerekir. Ancak bırakın dikey yapılaşmanın durmasını, bizatihi mahkemelerin durdurduğu binalar bile devam ediyor. İşte o zaman insan soruyor, birleri bizle dalga mı geçiyor diye.
Bugün size Bahçeşehir’deki sosyal yaşam alanına yapılan dikey inşaatlardan bahsedeceğim. Bahçeşehir’i bilenler oradaki meşhur gölet i de bilirler. Bahçeşehir’i projelendirenler ortadaki çukur alana bir yapay gölet yapmışlar. Burayı su ile doldurmuş ve etrafını da güzel yeşillendirmişlerdi. Burası sadece Bahçeşehirde oturanlar için değil, dışardan gidenlerin de uğrak yeriydi. İnsanlar burada nefes alır, göl kenarında oturur, göldeki ördeklere ekmek atar, gölün etrafındaki kafe ve restoranlarda yemek yerdi. Yani çok güzel bir sosyal yaşam alanı olmuştu.
Ama rantı seven birileri Başakşehir Belediyesi ile el ele verdi ve bu gölet alanına, halkın nefes aldığı yaşam alanına inşaat yapmaya karar verdi. Bahçeşehirliler Derneği (Bader) diğer bazı gönüllülerle birlikte bu sosyal yaşam, yeşil alan gaspına karşı davlar açtılar. Mahkemeleri kazandılar ama inşaatlar halen devam ediyor. Onlar da insanlık adına seslerini duyacak birilerini arıyorlar. Kente ihanet ettik diyenlerin bu ihaneti önlemesini bekliyorlar. Onların samimiyetlerini test ediyorlar ama nafile, yaşam hakkını gasp edenler hukukun kararlarını dahi dinlemiyorlar.
Size Bahçeşehirliler Derneği’nin bana ilettiği  çığlıklarını duyurmak istiyorum. Verdikleri mücadelenin geldiği boyutu sizlerle paylaşmak istiyorum. Ki bazılarınız bu haberleri okumuşsunuzdur. Ama ben bir kez de bu köşeden sizlerle paylaşmak istedim. Onların sesine kendi sesimi eklemek istedim. Çünkü başımıza ne geliyorsa bizim duyarsızlığımızdan, bir birimize karşı kayıtsız kalmamızdan geliyor.
Bahçeşehir’de yıllardır süren hukuk mücadelesinde çevreciler haklılıklarını ispatlıyor ancak her alınan karara yerel yönetimin itirazı ile dava süreçleri uzuyordu. Son bir hafta içerisinde Başakşehir Belediyesi ve inşaat şirketinin itirazlarına İstanbul 4.İdare Mahkemesi ve Danıştay 13.Dairesi red kararı verdi. Mahkemelerin verdiği bu kararlarla Bahçeşehir’de Pazartürk ve Gölette yürütülen inşaatların “Şehircilik ilkelerine, kamu yararına, plan bütünlüğüne aykırılığı” son kez tescil edilmiş oldu. BADER Başkanı Uğur Barış Karabulut "Son verilen yargı kararları ile yıllardır sürdürdüğümüz mücadelelerin haklılığı ispatlandı, bundan böyle söz yerel yöneticilerde; Kararları uygulayarak inşaatları biran evvel durdurmalıdırlar" dedi.
Bahçeşehir’de son 4 yıldır süren hukuk mücadeleleri Bahçeşehirliler Derneği (BADER) öncülüğünde başlamış, site yöneticileri, Gölet Gönüllüleri ve CHP Başakşehir Meclis Üyelerinin açtıkları davalarla bugünlere kadar gelinmişti.
Bader ve Gölet Gönüllülerine ulaşan son bilgiyi sizlere sunuyoruz.
“Bugün(18.12.2017) tarihinde bizlere tebliğ edilen Danıştay 13.Dairesi’nin kararı ile Gölet Park’da devam eden inşaatın hukuksuzluğu bir kez daha tespit edilmiş oldu. Daha önce ihale işleminin iptali davasını gören mahkeme, bu davada Yürütmenin Durdurulması kararı vermişti. Buna istinaden hukuksuzluğu tespit edilen ihale ve devamındaki inşaat işlemlerinin durması beklenirken Başakşehir Belediyesi inşaata hukukun etrafından dolanarak devam etmişti. Ayrıca Başakşehir Belediyesi bahsi geçen Yürütmenin Durdurulması kararına da itiraz etmişti. Danıştay 13.Dairesi vermiş olduğu karar ile, Başakşehir Belediyesi’nin itirazını reddetmiş ve verilen Yürütmenin Durdurulması kararının yerinde olduğuna kanaat getirmiştir. Biz bu aşamada, hukuk kuralları ve mahkeme kararlarına saygılı olması beklenen ve bu kararları uygulaması gereken Başakşehir Belediyesi’nin derhal inşaat çalışmalarının durdurulması yönünde karar vermesini beklemekteyiz. Başakşehir Belediyesi ve ihale alıcısı firma aleyhine bir bir yargı kararları veriliyorken, imar planları, belediye başkanına verilen yetki ve ihalenin hukuksuzluğu tespit edilmişken inşaatın durması için daha ne beklenmektedir bunu da Başakşehir Belediyesi’ne sormaktayız. Bader ve Bahçeşehir Gölet Gönüllüleri olarak, Başakşehir Belediyesi’nin yargı kararlarına uymasını bekliyoruz.”
Bu sese ses verin. Sizler ses vermezseniz bu kente ihanet devam eder. İhanet sadece Bahçesihir’de devam etmiyor. Şu anda halen İstanbul’un birçok yerinde benzer ihanetler devam ediyor. Birileri sadece güzel laflarla, günah çıkarmalarla bizleri kandırmasın. Sözlerinin gereğini yapsınlar.

Siz halen kandırılmaktan bıkmadınız mı?

SİYASİ ÜSLUP NEDEN KABALAŞTI

Siyasi üslup iyice kabalaştı. Liderler birbirlerine hakaret ediyorlar, aşağılıyorlar. Ben şahsen bu siyasileri dinlerken utanıyorum.  Ülkemin bu siyasiler tarafından yönetilmesinden ıstırap duyuyorum. Türkiye Büyük Millet Meclisine baksan, her gün hakaretler gırla gidiyor. Her gün kavga, itiş kakış yaşanıyor.
Muhalefet partileri suçu iktidar partisine yüklüyor desem, bu pek doğru olmaz. Zira Türkiye’de neredeyse muhalefet yapan, iktidarı eleştiren parti kalmadı. Bir tek ana muhalefet partisi var muhalefet yapan.
MHP desen bir zamanlar iktidara ve onun kurucu liderine demediğini bırakmıyordu. Ana muhalefet partisi kadar o da muhalefet yapıyordu. Yolsuzluklardan ve vatana ihanetten bahsedip, “hesap sormazsam namerdim” diyordu. Ama ne olduysa, nasıl bir anlaşma yapıldıysa, ne tür bir açık bulunduysa bilinmez, birden bire iktidar yanlısı oluverdi. Şimdi iktidar partisi mensuplarından daha fazla MHP genel başkanı savunuyor AK Partinin kurucu başkanını. Öyle ki Rıdvan Dilmen’in bir “cinlik” yaparak Recep Tayyip Erdoğan’ı merhum Deniz Gezmiş’e benzetmesine bile Ak Partililerden önce Devlet Bahçeli karşı çıktı, veryansın etti. Ayrıca Bahçeli durmadan, önümüzdeki seçimlerde Ak Parti ile nasıl bir işbirliği yapacaklarına dair planlar, projeler önerip duruyor.  Biz bunu görünce MHP ne yapıp edip AK Parti’nin kanatları altına girmeye çalışıyor diye düşünmeden edemiyoruz.
Muhalefet partisi olarak MHP bu duruma gelmişse, MHP’den muhalefet partisi olarak bahsetmek çok da mümkün değil. Zaten muhalefet partilerinin görevi iktidarın yanlışlarını eleştirmek olması gerekirken MHP iktidarı bırakmış varsa yoksa CHP’yi eleştirmekle meşgul durumdadır.
Geriye kalan HDP desen, o da kendi derdine düşmüş. Genel başkanları dahil on, on iki milletvekili hapiste. Geri kalanları da hapse atmak için ha bire yeni fezlekeler çıkarılıyor. Belli bir bölgede, ağırlıklı olarak yerel yönetimleri yönetiyorlardı. Bütün belediye başkanlarını görevden aldılar. Yerlerine kayyum atadılar. Zaten konuştukları hiçbir şeyin basında yer bulması mümkün değil. Ülke öyle gerildi ki Türkiye genelinde siyaset yapmaları nerdeyse imkansız hale geldi. TBMM dışında pek görünemiyorlar.
Bir zamanların HAS Parti’si vardı. İktidarı oldukça etkili eleştiriyordu. Genel başkanı Numan Kurtulmuş’un eleştirileri vido olarak halen internette dolaşıyor. Has Parti Ak Parti’yi eleştiride bir hayli etkili oluyordu. Zira aynı mahalleye hitap ediliyorlardı. Aynı camiada aynı kökten gelen insanlar olarak siyaset yapıyorlardı. Öyle zehir zemberek eleştiriyorlardı ki bugün bile söylenemeyenleri söylüyordu Numan Kurtulmuş.  Ama ne yapıldı edildi Has Parti kapatıldı ve genel başkanı Numan Kurtulmuş birkaç arkadaşıyla birlikte Ak Partiye transfer edildi. Sustu, susturuldu. Şimdi o cenahtan kimse sormuyor; iyi de yapılan o eleştiriler ne oldu? Değişen ne oldu? Neden şimdi iktidarın sözcülüğü yapılıyor diyen olmadı, olmuyor.
Aynı Şekilde şimdiki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da Farklı DP’de genel başkan iken Recep Tayyip Erdoğan için zehir zemberek konuşuyordu. Yetimin hakkının gasp edilmesinden bahsediyor, yolsuzluklardan bahsediyor, hesap soracağını söylüyordu. Etkili muhalefet yapıyordu. O da transfer edildi, sustu susturuldu. Şimdi Tayyip Erdoğan’ı en ateşli o savunuyor, ana muhalefet partisi ile en etkili kavgayı o yapıyor.
Vatandaş ise sormuyor, sorgulamıyor. Neden bunlar değişti? Vatandaş dediğimiz Ak Partili kitle, o toplum kesimi sormayınca, sorgulamayınca iktidar partisi kendine çeki düzen vermek yerine sorunları kendi yöntemleriyle çözüyor. Kimini transfer ediyor, kimini içeri attırıyor. Bir şekilde susturuluyor.
Muhalefet partisi olarak geriye bir saadet partisi kalıyor ki o da rahmetli Necmettin Erbakan’ın oğlu tarafından etkisiz kılınmaya çalışılıyor. Bir de yeni kurulun İYİ Parti. İyi Parti henüz kuruluşunu tamamlamış değil. Dolaysıyla etkili bir muhalefet yapamıyor. Genel kurulunu yaptıktan, kadrolarını kurduktan sonra göreceğiz ne kadar etkili muhalefet yapacağını.
Velhasıl bir tek CHP var muhalefet ve ana muhalefet görevini yapacak olan. O da ne yapıyor, sadece sorular soruyor. O sormayan, sorgulamayan Ak Parti tabanını uyandırabilmek için iktidarın başındakilerin yaptıkları yanlışları ve usulsüzlükleri belgeler çıkararak anlatmaya çalışıyor. Maksat muhalefeti sözden çok belge ile yapmak, etkili olmak.
 Son günlerde gündemde olan MAN Adası’ndaki bir şirket üzerinden yapılan milyon dolarlık para transferlerini soruyor, sorguluyor. Recep Tayyip Erdoğan önce “bu adaya giden bir para yok, o paralar bir şirket satışından dolayı gelen paralar” dedi. Bu kez “hangi şirket satıldı, sermayesi (1 Sterlin)5 TL olan bir şirket üzerinden nasıl bir transfer yapıldı” diye soruldu. Sonra bu söylediklerini de inkâr edip, benim yakınlarımın şirketleri yok denildi. Bu kez CHP BUMERZ diye bir şirketin belgelerini ortaya çıkardı. Bu şirketin kurucuları ise Erdoğan en yakınları dendi, belgeler gösterildi.
Bu belgeler ve söylemler doğrudur yanlıştır ben şahsen henüz bilmiyorum ama an muhalefet partisinin bu belgeler ve iddialara karşı iktidar partisinin ne yapmasını beklerim?
Adam gibi cevap vermesini beklerim. Öyle “cibilliyetsiz, vatan haini” falan demem. “Zamanlama manidar” deyip “FETÖ’yle işbirliği yapıyor” suçlamasında bulunmamam. O belge ve iddiaların yalan, yanlış olduğunu resmi kayıtları ortaya koyarak çürütürüm.  Şayet gerçekten iftira atılıyorsa, birileri ana muhalefet partisini kullanıyorsa bunu ortaya çıkarmak da Ak Parti’nin ve başındakilerin görevi olmalı. Kurulur mecliste bir araştırma komisyonu. Yetkili makamlardan belgeler istenir. Açıklanan belgelerin doğruluğu yanlışlığı test edilir ve o zaman ana muhalefet partisinin yalancı ve iftiracı olduğu anlaşılır. Ama siz bunu yapmaz da seni her eleştireni terörist, hain diye yaftalar onlara alabildiğine hakaret ederseniz, ben de derim ki siz susturamadıklarınızı, transfer edemediklerinizi böyle ekarte ediyorsunuz. Siyasetin dilini de siz kabalaştırıyorsunuz.
Demokrasi herkes için olmalı. Sadece yönetenler bu nimetten yararlanmamalı. Yönetimler şeffaf olmalı. Siyaset bilgi ve belge ile yapılmalı. Sadece yönetenlerin alabildiğine özgür olduğu toplumda demokrasi yoktur.
Bütün bunları sorgulamayan bir toplum kesimi varsa o zaman işimiz zor. Yani siyasilerin üslup ve dilini yine toplum düzeltebilir ancak. Güçlünün peşine takılmaktan vazgeçip, acaba güçlü haksızlık yapıyor mu diye sorgulamadan hiçbir şey düzelmez. Neden sorulara cevap verilmez de hakaret edilir? Neden belgeye belge ile yanıt verilmez?

İşte burada yanıt vermek yerine hakaret edilirse siyasi dil kabalaşır.

17 Aralık 2017 Pazar

KOMŞULUK ETİĞİ, SOSYAL SORUMLULUK VE YALAN YAŞAMLAR

Geçenlerde bir arkadaşım aradı. Uzun zamandır görüşmemiştik. Hal hatır sorduktan sonra, beni arama sebebini açıklamak için, “aslında sana bir şey sormak için aradım” dedi.
Arkadaşım,  uzun zamandır “komşuluk etiği” konusu ile ilgilenir. Bir apartmanda oturanların, hatta kapıları karşı karşıya olan, kapı komşuların bile sabahları birbirine günaydın dememesinden yola çıkarak insanları kaynaştırmayı sağlayacak çalışmalar içinde. Aynı ortamda yaşayanların bir birine bu kadar kayıtsız kalmasını kendine dert edinmiş. Bu duyarsızlığı gidermek için ne yapmalı, nasıl yapmalı diye kafa yorup, bunun için çareler arıyor.
Buna istinaden de bana sorduğu şu; “yaşadığı yerdeki herhangi bir olumsuzluktan oradaki kat maliklerini sorumlu tutan bir kanun var mı? Kat mülkiyeti bu konuda neler içeriyor?”
Kat mülkiyet kanununda yapılan değişiklikle apartman yöneticilerinin sorumluluğu arttı. Ama kat maliklerine ayrı ayrı sorumluluk getirilmedi. Kat malikleri adına önlemler almak, iş güvenliği ve iş sağlığı tedbirlerini almakla yönetici sorumludur.
Yani kat mülkiyet kanunu diyor ki, kat malikleri toplanarak bir yönetici seçiyor. O yönetici de onlar adına yapılması gerekenleri yapar, tedbirler alır. Buradan biri zarar görürse sorumlu, işini iyi yapmayan yöneticidir. Kat maliklerini yöneticiyi denetlemekle sorumlu tutmuyor. Denetlemek için de denetçi seçtiriyor. Ama denetler ama denetlemezler. Zaten denetçilerin %80’ni de doğru düzgün denetçilik yapmaz, yöneticiyle birlikte davranır.
Yöneticinin ve deneticinin işini iyi yapmamasından maddi bir sorumluluk doğarsa bunu yönetici tek başına üstlenmiyor. Burada oluşan maddi yükü yine kat malikleri çekiyor. Zaten usulüne uygun olmayan harcamaların bütün yükünü, yöneticinin yaptığı her türlü maddi olumsuzluğun bedelini doğal olarak kat malikleri ve sakinleri öder. Ancak can güvenliği gibi bir sorun oluştuğunda gerekli tedbirleri (iş güvenliğini) almayan yönetici hesap vermek zorunda.
Toplumda sosyal sorumluluğu artırmak için belki, kat mülkiyet kanununda, kat maliklerine böyle bir sorumluluk yüklemek gerekir! Böyle bir sorumluluk olsa 80 daireli apartmandan 8 kişi ile kat malikler kurulu toplantısı yapılmaz. 600 dairelik bir adada 40 kişi ile toplanılmaz. Yöneticiler de bu kadar çok yanlış yapamaz. Ama aslına bakarsanız bizim sorunumuz böyle kanunla çözülecek cinsten değil. Bizim sorunumuz yalan yaşamlardan kaynaklanan sosyal bir sorun.
Yani, bu toplumda neredeyse herkes yaşamını doğru düzgün yaşayamaz. Başarının paraya endekslendiği toplumlarda sanırım bu kaçınılmaz oluyor. Yaşamlar yalandan ibaret oluyor. Yaşamların yalana, sahteliğe endekslenmesi komşuluğu, dostluğu, insani ilişkileri elbette olumsuz etkiliyor.
Bu konuda Gülse Birsel’in yazdığı TV dizisi “Yalan dünya” ve şu anda vizyonda olan “Aile Arasında” filmi bize ayna tutan güzel örnekler sergiliyor. Toplum olarak ne olduğumuzu, nasıl bir yaşam sürdüğümüzü aile, evlilik, akrabalık ve komşuluk ilişkilerimizi, örf ve adetlerimizi nasıl yalan yaşadığımızı biraz abartılı da olsa bize gösteriyor.
Bütün toplumun böyle yaşadığını söyleyemesek de toplumumuzun geldiği noktayı gözler önüne seren güzel eserlerdir. Ailelerin dağıldığı, samimi aile içi ilişkilerin her gün yok olduğu, akrabalık ilişkisinin çıkara endekslendiği günümüzde, komşular arasındaki ilişkinin sağlıklı, rayında gitmesini nasıl bekleyebiliriz ki?
Ekonomik cendereye sıkışan insan yaşam için her yol mubah noktasına gelmişse, bu sadece bireyin suçu sayılmamalı. Başarılı olmak, sivrilmek için her türlü gücü kullanmak normal, güçlü olanın her türlü gaspı ve talanını normal sayıp hoşgörü gösteren ve destek veren topluma dönüşmüşsek bu toplumda Komşuluk Etiği aramak da sanırım beyhude bir çaba olarak kalmaya mahkum gibi.
Komşuluk Etiğini yaratmak için önce yaşamları gerçek (yaşamak)  kılmak gerekir. Hayatını içten ve doğru yaşayamayan birey kendine saygısını ve güvenini kaybeder. Kendine saygısı ve güveni olmayan bireylerden oluşan toplumlarda başkalarına saygı ve güven duymak pek mümkün olmaz. Burada da etik kurallar aramak beyhudedir.
Toplumların siyasi hayatında etik davranış yoksa uymakla zorunlu oldukları kurallar yoksa hele kanun koyucular ve uygulayıcıları kanunlara uymuyor ve toplumdan tepki görmüyor, hatta toplum tarafından ödüllendiriliyorsa o toplumun sosyal hayatında komşuluk etiğini nasıl ararsın ki?

Böyle toplumlarda işini doğru düzgün yapan gönüllü apartman yöneticileri bulmak oldukça zordur.  Bu ortamda komşuların birbirine karşı sorumluluğunu artırmak daha da zordur.  Ama olmaz olmaz deyip bırakmak hiç olmayacağına göre kaplumbağa misali “Kâbe’ye varamasa da yolunda ölmek” var misali çaba göstermek gerekir.

3 Aralık 2017 Pazar

TÜRKİYE’DE GAZETECİLİK VE OĞUZ GÜVEN

Bugün size Türkiye’de gazetecilik yapmanın ne kadar zor olduğunu Oğuz Güven’in yaşadıkları üzerinden anlatmaya çalışacağım. Zaten bu ülkede bunları bilmeyen yok diyebilirsiniz. Ama tam da öyle değil gibi. Oğuz’un da dediği gibi bir gazetecinin “ bu ülkenin %70’i, sadece 55 saniye yayından kalan bir tweetten dolayı 3 yıl bir ay hapis cezasına çarptırıldığını bilmiyor.”
Yani bir kesim biliyor diye bütün toplum biliyor sayılmaz. Onun için ben de karınca kararınca bu konuyu yazmayı gerekli gördüm. Üstelik Oğuz Güven Marmara Üniversitesi Gazetecilikten, bugünkü adıyla İletişim Fakültesinden benim okul arkadaşım. Kendisini yakından tanırım, onu tanıyan herkesin bildiği gibi o, çok sakin ve mütevazı bir insandır. Ülkesini seven, demokrasiden yana, haksızlığa karşı duran biri olmuştur hep. Yalanla yanlışla işi olmaz.
Cumhuriyet gazetesinin internet sitesi cumhuriyet.com.tr’nin genel yayın yönetmeni Oğuz Güven, trafik kazasında hayatını kaybeden Denizli Cumhuriyet Başsavcısı Mustafa Alper ile ilgili 55 saniye sonra silinen, haber dilinde basmakalıp bir ifade içeren bir tweet nedeniyle 12 Mayıs sabahı evinde gözaltına alınıp tutuklandı. 55 saniyelik tweet için 1 ay cezaevinde kalan Güven, önceki hafta İstanbul 28. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen üçüncü celsede 3 yıl 1 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Cumhuriyet Gazetesi internet sitesinde 55 saniye kalan tweet nedir? Öyle ya nasıl bir tweet atıldı ki bir gazeteciye bu ceza verildi? Yalan, yanlış, birilerini haksız yere mi suçladı? Haberle ilgisiz, ya da çarpıtma bir şey mi yazıldı?
Yok böyle bir şey. Bütün bunlar, bir savcıya kamyon çarpmasını haber yaptığından dolayı yaşanıyor. Yani olay doğru. Ama mesele, bu haberi neden böyle yaptın sorgulaması. Üstelik haberi Oğuz güven yapmamış. Oğuz güven 55 saniye sonra bu haberin başlığını kaldırmış.
Haber, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra FETÖ hakkında ilk iddianameyi hazırlayan savcı Mustafa Alper'in ölümüyle ilgili, ''İlk FETÖiddianamesini hazırlayan Başsavcı Mustafa Alper’i kamyon biçti'' başlığı yüzünden gözaltına alınan Güven  'Terör örgütü propagandası yapmak'' iddiasıyla tutuklanarak cezaevine gönderiliyor.
Oğuz güveni tutuklayan mahkemenin gerekçesi; 'Başsavcı hakkında twette 'Kamyon biçti' ibaresinin özellikle kullanıldığı, atılan tweet ile bir anlamda Fetö soruşturma dosyalarında görev yapan  savcılara akıbet gösterildiği, bu savcıların sonlarının ne şekilde olacağına  ilişkin gönderme yapıldığı..... 
Güven; FETÖ/PYD silahlı terör örgütüne katılmak’ ve ‘PKK/KCK terör örgütünün şiddet içeren yöntemlerini meşrulaştıran ya da bu yöntemlerin kullanımını teşvik eden açıklamalar yayınlamaktan’ suçlu bulunmuştur
Öküzün altında buzağı aramak denen cinsten bir karar.
Şimdi elinizi vicdanınıza koyup düşünün. Bir soruşturma yapan savcıya kamyon çarpmışsa, bir gazeteci de bunu; şu soruşturmayı yapan savcıyı kamyon biçti diye haber yaparsa bu suç olabilir mi? Hangi ülkelerde bu suç sayılır?
Buradan başka anlamlar çıkarmak için epeyce bir zorlaman lazım. Ama sen yargı olarak o gazetenin neredeyse bütün yöneticilerini içeri atmışsan, bir kısmı halen hapisteyse, o zaman bir başka yöneticiyi içeri atmakta gerekçe bulmakta zorlanmazsın.
Ama herkesin bilmesi gerekir ki, basın tarihimizde FETÖ ile ilgili uzun yıllardır haber yapabilen bir gazetedir Cumhuriyet. Hiçbir haberinde de onu övecek bir haber, yazı veya yorum yoktur. Yapılan haberlerin tümünde de bu örgütün ülkedeki bütün kurumlara nasıl yerleştiği ve ileride bu ülkenin başına bela olacağını anlatmıştır.
Bugün nasıl ki üniversitedeki muhalif hocalar aynı gerekçeyle üniversiteden atılıyorsa, öğretmenler aynı gerekçeyle mesleklerinden ediliyorsa, Fetö’yle mücadele eden gazeteciler de aynı şekilde, mücadele ettikleri bu örgütün propagandasını yapmaktan içeri atılıyorlar.
Oğuz Güven; hangi haberleri yaptığı için hakkında davalar açılmış onu anlatıyor.Son dönemde bir gün emniyetteyiz, bir gün savcılıkta. Devamlı ifade veriyoruz. Neden biliyor musun? Şu başlıklardan dolayı: “AKP’li başkan yardımcısı tehdit etti”. Ya adam silah çekmiş, bunun için soruşturma başlatılmış, ne başlık atsaydık? Bir diğer başlık: “Erzincan Cem Evinde yangın çıktı”. Bu haber için de soruşturma açıyor, peki neden? Yangın çıkmadı mı deseydik? Bir diğer başlık: “Uğur Kaymaz’ı öldüren polis darbe girişiminde öldürüldü”. Bunun için savcı beni çağırıyor ve diyor ki, Uğur Kaymaz PKK’lı imiş, ben nasıl onu öldüren polisi darbe günü öldüğünü yazarmışım, ne demek istiyormuşum? Ben de savcıya Uğur Kaymaz’ın 12 yaşında bir çocuk olduğunu, babasının yanında öldürüldüğünü söyledim ama haberi yok ki! Bunlarla uğraşmaktan, arkadaşlarımıza desteğe gitmekten, biz gazetede iş yapamaz olduk.”
Görsek de, görmek istemesek de bu ülkede gazetecilik yapmak zorlaştı. Elbette muhalif gazetecilik yapmak zorlaştı. Yandaş olmak her kesim için ballı gazeteciliktir ama ona da gazetecilik denmez zaten. Gazeteci muhalif olmak zorundadır. Gerçi yukarıdaki örneklerde muhaliflik bile yok. Normal habercilik yapılmış ama senin normal haberinden de hoşlanmıyorlarsa işin zor demektir.
Bu ülkede yaşayanlar ülkede kimlerin neler yaşadığını bilmeli. İnsana, insan haklarına sahip çıkmalı. Dünün mağdurları bugün mağdurlar yaratıyorsa toplum bunu bilmeli. Bilmezse bu ülkede gazetecilik yapacak kimse kalmaz. Gazetecilik yapılmaz ise haber alınamaz. Toplumun duyuları çalışmaz.

Çoğunluğunun duyuları çalışmayan toplumun ömrü fazla olmaz.