10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçlanmıştır. Ortaya
Çıkan sonuç iki muhalefet partisinin kaybetmesinden öte, bu iki partinin
yönetimin kademesinin de sorgulanmasına neden olmuştur. Peki bu sorgulama ne
kadar doğru ve yerindedir?
Öncelikle dikkate alınması gereken konu, CHP ve MHP’nin
neden ortak aday üzerinde
anlaştıklarının anlaşılması gerektiği yönünde olmalıdır. Her iki siyasi parti
kendi adaylarını çıkarmış olsalardı ve var gücüyle çalışsalardı bu seçim ikinci
tura kalırdı. Bence bu kesin gibi duruyor. Ancak ikinci tura kalan bu iki
partinin adayından birine, diğer parti tabanı ne kadar oy verecekti?
Diyelim ki CHP’nin gösterdiği aday ikinci tura kalmış
olsundu. MHP’nin tabanı bu adaya yüzde kaç oy verecekti? Çok da büyük bir
teveccüh göstereceklerini sanmıyorum. Zira iki partinin birlikte gösterdikleri
adaya yeterince oy vermeyen bir MHP tabanı, CHP’nin adayına çok yoğunluklu
olarak oy vermeyecekti. Böylece ikinci turda yine Recep Tayyip Erdoğan seçimi
kazanmış olacaktı. Hem de yüzdelik olarak belki %60’ın üzerinde daha büyük bir
farkla kazanmış olacaktı.
İşte böyle bir durum ortaya çıkmasın diye, RTE’yi büyük bir
farkla Cumhurbaşkanı seçtirmemek için, hatta gösterilen adayın yapısı dolaysıyla
AKP’den den oy alır ve seçimi kazanma şansı olur diye ortak bir aday üzerinde
anlaşıldığını sanıyorum.
Evet bu ortak aday biraz muhafazakar bir yapıya sahipti.
Ancak bu muhafazakar adayın AKP’nin tabanından da oy alması hesaba katılmıştı.
Zira CHP ve MHP’nin total oyları Cumhurbaşkanını seçmeye yetmiyordu. Ve
başlarda diğer küçük partiler henüz bu aday için destek vermiyordu. Vermiş
olsalar bile bunların sayısal olarak pek de bir katkıları olmayacaktı.
Ancak CHP ve MHP bir şeyi eksik yaptılar. Hem parti
merkezleri olarak çalışmayı yeterince yapamadılar. Hem de örgütlerini yeterince
çalıştırmadılar. Kaldı ki her iki partinin muhalif kanatları daha baştan adaya
karşı çıktılar eleştiri getirdiler. Bu durumu da Recep Tayyip Erdoğan ve AKP
oldukça iyi kullandı.
Kabul etmek gerekir ki bu muhalif kanat zaten partilerinin
bu adayla başarısız olması için “dua” ediyordu. Bu yönde de çaba sarf ettiler.
Bundan dolayı da seçmenin önemli bir bölümü sandığa gitmeyi düşünmedi, seçime
de pek ilgi göstermedi.
Durum bu iken CHP’nin içinde bir grubun, ulusalcı kimlik ve
söylem taşıyan bir grubun çıkıp Kemal Kılıçdaroğlu’nu eleştirmesi çok doğru da,
etik de değildir. Üstelik “sol şerit boş bırakılmıştır” türü boylarını aşan
laflar etmeleri de hiç doğru değildir. Açılım sürecine, Kürtlerin eşit yurttaş
olmalarına, yeni anayasa yapılmasına karşı olan bu kişiler böyle bir eleştiri
yapma hakkına da sahip değillerdir. Emine Ülker Tarhan bu yöndeki eleştirileri
sıralarken yanında duran Süheyl Batum’un Anayasa komisyonundaki tavrı unutulmuş
olamaz. Bu kişilerin parti yönetimine, “soldan uzaklaşmak” adına eleştiri
getirmeleri nasıl kabul edilebilir?
Eğer bu kadar duyarlı davranacaklardı ise; Cumhurbaşkanlığı
seçim sürecinde, önce kime oy vermeyeceklerini belirler ve ehvenişer mantığıyla
buradan oy verilmesi gereken bir aday bulurlar ve bunun sonuca yansıması için
çalışırlardı. Zaten birçok kişi bu seçimde böyle davranmıştır. Bu yöntemi de
uygulamayıp, partinin adayının kaybetmesini isteyenlerin, bu sonucun
çıkmasından sonra hemen mikrofonların arkasına geçip zehir zemberek konuşması
nasıl doğru kabul edilebilir?
Herkes önce iğneyi kendine batırmayı bilmelidir. Toplum da
meselelere bu pencereden bakmayı öğrenmelidir. Yoksa her konuşana haklı dersek
hiçbir şey öğrenmeden bu hayatı bitirmiş olacağız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder