Hapishanelerde 680 civarında KCK tutuklusu açlık grevi başlattı. Talepleri ‘’anadilde eğitim hakkının verilmesi, kendi dillerinde savunma hakkı tanınması, Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması’’ gibi talepler.
Bu konu üzerine basında çok şey yazıldı. Bugün açlık grevlerinde 54 gün geride kalıyor. Yani insan yaşamında geri dönülmez noktaya gelinmiştir.
Bu saatten sonra ölüm orucu üzerine ahkam kesmek kimseye bir şey kazandırmaz. Bir an önce bu sorun çözülmeli, ölümler önlenmeli, sonra tartışmaya gidilmelidir.
Her ölüm orucuna yatanın talebi yerine getirilir mi, herkes hakkını ölüm orucuna gidilmesi yöntemi ile dile getirirse ne olur?
Elbette bunlar tartışılmalı. Ama bugün, içerdeki yüzlerce insanın canını kurtardıktan sonra tartışalım. Bu ölüm oruçları Türkiye’nin Kürt yarasını daha da derinleştirir. Bu yaranın iyileşmesine katkı sunmaz.
Hiç kimse ölüm orucunu savunmamalı. Elbette burada Kürt siyasetçilerin eksikleri ve yanlışları vardır. Ancak son zamanlarda siyasi iktidar ve özellikle Başbakan Erdoğan bunlara karşı öylesine sert tepkiler veriyor ki, bunlar da sıkışan kedi misali aslan kesilmekten başka bir yol bulamıyor gibiler.
Bu konuda birçok insan ve sanatçı, sorunun hemen çözümü için girişimlerde bulunuyor. Hükümet bu kişilerle görüşüyor ve yumuşama eğilimi içinde. Hatta bu girişimler Başbakanı bile yumuşatmış gibi geliyor bana.
Siyaset ölüm orucu yöntemiyle yapılmamalı. Bu tamam ama bir ülkenin başbakanı da hukuka bu kadar müdahale etmemeli.
Edince ne oluyor?
İnsanlar çaresiz yaşamları üzerine siyaset yapıyor. Tek yolun öldürmek değil, ölmek de olduğunu gösteriyor.
Başbakan bu konuda neler söyledi bir hatırlayalım.
‘’Yargıya talimat verdik.’’ Abdullah Öcalan avukatlarıyla görüşsün ama avukatlarıyla görüşmesi hele bir kenarda dursun:’’
Hangi demokratik ülkede başbakan bunları söyler. Hukuki konularda bu kadar kesin, bu kadar belirleyici konuşur, taraf olur?
Bir ülkede başbakan herhangi bir hukuki konuda, bu kadar taraf olursa, siyasi irade adına sorunları kim, nasıl çözer?
Bir başbakan yargıya talimat verdik diyebilir mi, diyebilmeli mi? Biz onu avukatlarıyla görüştürmeyiz diyebilmeli mi?
Bunlar gerçekten hukuk devletinin olmadığını, her şeyin bir kişinin iki dudağı arasında olduğunu gösteren tavırlardır.
Ve ancak diktatörlüklerde olur böyle şeyler.
Haklı olarak Ahmet Altan soruyor ‘’Ne farkı var bunu söyleyen asker diktatörle, darbeci generalle, bu başbakan’ın tavrı arasında.’’
İnsanları ölüme ve öldürmeye doğru çaresiz bırakmayalım. Biz çözümü olmalı. İnsanı ölümden vazgeçirecek samimiyetle davranmalı ve bir an önce insanların güvenini kazanmalıyız.
Muhalefet de buna katkı sunmalı. Sadece iktidarın bu tavrını eleştirmekle yetinilmemeli. Önerilerde bulunulmalı, arabulucu olunmalıdır.
Yoksa ölümün hiçbir türlüsü bize hayır getirmez.
Hak ve özgürlükler adına öldürmek kadar bu uğurda ölmek de kötüdür. Ve kimse buna kayıtsız kalmamalıdır.
Bu ülkede, bir şeyler uğruna ölen herkese eşit sahip çıkılmalıdır. Birileri bu ülkede yaşayan bir kesimi asli unsur, geri kalanını diğerleri olarak görmekten vazgeçmelidir.
Bu bakışı sağlayamazsak daha çok ölüm olur.
Ve hele Diyarbakır Emniyet Müdürü’nün dediği gibi, ‘’dağda ölene de ağlayamıyorsak, insan değiliz’’i içimize dahi sığdıramıyorsak, nasıl insan olduğumuzu iddia edebiliriz ki?
İnsan olmak acıya duyarlı olmayı gerektirir.
Zaten oldukça geç kalındı bu konuda, artık hemen aklımızı başımıza alıp insan olmaya, hissetmeye çalışmalıyız.
Yoksa yarın her şey için çok geç olacak.
Nusret Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder