21 Kasım 2016 Pazartesi

TOPLUMUN AMANSIZ HASTALIĞI, ÖTEKİLEŞTİRMEK

Türkiye toplumunun içinde bulunduğu kutuplaşma insanı ürkütüyor. En insani konularda bile bir araya gelemiyor, insanı acıları ve sevinçleri ortak paydada paylaşamıyoruz.
Sosyal medya denilen ortamdaki paylaşımlara baktığınızda gerçekten korkmamak, bu ülkenin bir ferdi olarak karamsarlığa kapılmamak mümkün değil. Toplumun büyük bölümü burada paylaşım yaparken birbirine küfür ediyor, hakaret ediyor. Amaç düşünce belirtmekten öte, kendince karşı taraf dediği kitleye gol atmak, onu aşağılamak. Diğer taraftan kendi taraftarlarına da ‘bakın nasıl gol attım, nasıl hakaret ettim’ deyip hava atmak.
Ülke gerçekten bölünüyor. Toplum hiç bu kadar birbirine yabancılaşmamış, hiç bu kadar birbirinden kopmamıştı. Cinsel istismar gibi toplumsal duyarlılığımızın fazla olması gereken bir konuda bile birbirimizi anlamak yerine, birbirimize hakaret etmeyi yeğliyoruz. Bu konuda yanlış bir şekilde verilen yasa teklifi birbirimizi suçlama malzemesi olmamalı. Bir taraf burada bir yanlış var ve çok kötü sonuçlar doğurur diyor. Bunu önyargısız anlamaya çalışmak bu kadar zor mu olmalı?
Toplumun bu noktaya gelmesinde yönetenlerin çok önemli rolü var. Bugün bu konuyu yazacağım ama elbette endişelerim var. Çünkü ben, yönetenlerden birinin hatasını yazmaya başladım mı, ne yazdığıma, niçin yazdığıma, yazma amacıma, hatta nereye varmak istediğime bakmadan hemen benim hakkında karar veriliyor. Bu adam kötü, bu adam şu taraf, bak benim adamımı karalıyor diye düşünülüyor. Elbette bunlardan çekinip yazmaktan vaz geçmeyeceğim.  Ancak bu ön yargılardan kurtulup yazının tamamı okunsun diye bu tespiti yapmaya çalıştım. Yazıdaki fikirlere katılmayabilirsiniz, yanlış bulursunuz, eleştirirsiniz. Ama bu hakaret etmeyi gerektirmemeli.
Bu ötekileştirme siyasilerin konuşma ve tavırları ile başladı. Ve elbette burada esas sorumlu, her zaman olduğu gibi yönetimde bulunanlardan kaynaklandı. Çünkü toplumu kucaklamaya çalışması gereken esas itibariyle bunların sorumluluğundadır. İktidarın gücü ve etkisi varken toplum muhalefeti pek dikkate almaz. Hele ezici bir çoğunlukla yönetiyorsanız ülkeyi, muhalefetin sesi hiç duyulmaz. İşte son on iki yılda bunlar fazlaca yaşandı ve ülke bu hale geldi.
Ak Parti iktidarına karşı yapılan her protesto eyleminde o günkü başbakanımız, şimdiki Cumhurbaşkanımız, aldığı yüksek oy oranına dayanarak  “benim % ellim” diye konuşmasıyla başladı. Kendinden olmayan seçmeni olarak düşündüğü, annesiyle birlikte kendisine kadar ulaşmış bir vatandaşın şikayet ve talebi karşısında “ananı al da git” demişti. Sanırım hiç kimse unutmadı bunu.  İşte o vakit toplumun bir kesimi kendini itilmiş olarak hissetti.
Sonraları malum; “ben kendi % 50’mi zor tutuyorum” demişti, Gezi olayları sırasında.
Ve kendi siyasi düşüncesine, inancına yakın insanların suçlarına sahip çıkma, üstünü örtme ile devam edip gitti. Ve hatta şimdi ismi FETÖ terör örgütü olan, o zamanlar İslami bir cemaat olarak görülen Gülencilerin bir yerlerde göreve getirilmesine karşı kendisini uyaranlara verdiği cevap herkesin aklında duruyordur. “Alnı secdeye gidenlerden zarar gelmez” demişti.
İşte o anlı secdeye gelenler yaptı 17 – 25 Aralık operasyonunu ve 15 Temmuz darbe girişimini. Buna rağmen vazgeçilmedi kendinden olanın yanlışına sahip çıkmaktan ve kendinden olmayanı ötekileştirmekten.
Gazete ve TV’lere bakıyorsunuz bilindik kim varsa hükümetin uygulamalarını akıl ve edep çerçevesinde eleştiren, bir bir kovduruldu. Yeri geldi direk telefon açılarak talimat verildi, meşhur “alo fatih” misali. Yeri geldi patronlarla bir araya gelindiği kulağı çekildi, ikaz edildi patron.
Çok çok aklı başında, efendi, çalışkan ve sadece işini yapmakla meşgul araştırmacı gazetecilere bile tahammül edilmedi. Gazetelerde kimin yazı yazacağına ve TV’lerde açık oturumlara kimlerin katılacağına onlar karar verdiler.
Son 370 dernek kapatılırken, dernekleri kapatılan Çağdaş Hukukçular Derneğinin temsilcilerini bile, bu konunun tartışılacağı CNN TÜRK programına, programın moderatörü çağırmadı değil, “sizi bu programa alamam. Maalesef durum buna uygun değil” diyebildi.
Bütün bunlar yaşanırken; toplumun iktidardan yana olan kesimi bunları görmezden gelmeye devam ediyor. Bunların büyük bölümü “oh olsun” diyor. Bu ülke sadece bir kesimden ibaretmiş gibi. Farkında olanları ise ses çıkarmıyor.
İşte siz bir kesimi böyle görürseniz, buna göre davranırsanız, toplumun diğer kesimi ( size göre sayısal güçleri daha az olabilir) size hiçbir zaman güvenemez. Onların siyasi temsilcileri sizi başkalarına şikayet edecek noktaya gelebilirler. Bunu yaptıklarında da ‘neden bunu yapıyorlar? Bakın vatan hainliği yapıyorlar’ diyemezsiniz. Çünkü horlanan, ötekileşen kesime başka bir çare bırakılmamaktadır.
İşte bütün bunları önce yönetenler görmelidir. Onların danışmanları, uzmanları bunları anlatmalıdır yönetenlere. Toplum akıl ve bilim ile yönetilirse bütün bunların çözümü de yine buradan bulunabilir. Ama siz yanınızdakileri bile korkutursanız, kimse size doğruları söyleyemez noktaya gelir.
Hani iktidar yanlıları hep derler ya, bu muhalefet düşünmeli “ben niye yeterli oyu alamıyorum diye”.
Muhalefet bunu düşünse bile oy verme kriterleri çok farklı ise toplumun ve muhalefet bunu anlayamıyor veya onu yapmak istemiyorsa çoğunluk oyu alması da imkansızdır.
Bir ülkede muhalefet çoğunluk oyu alamadı, hiç seçim kazanamadı diye ülke bölünmez ve hatta yara almaz. Ama iktidar partisi kendine oy vermeyen toplum kesimini anlamamakta ısrar ederse o toplum yara alır ve hatta bölünür. Onun için ve elbette yöneten o olduğu için esas sorumluluk iktidar partisinindir, yönetenlerindir.

Ülkeyi böldürecek de, böldürmeyecek de yaralayacak olan da iktidardır. Güç ondadır, adalet te, şefkatte onda olmalıdır, olmak zorundadır. Yoksa o idareye kimse demokrasi demez.

20 Kasım 2016 Pazar

DEVLET TECAVÜZCÜYÜ KORUMAKTAN NASIL VAZGEÇER ?

Geçen hafta TBMM’sinde kanun tasarı ve teklifleri görüşülürken gecenin ilerleyen saatlerinde AK Partili altı milletvekili tarafından geçici 1. Maddeye eklenmek üzere bir ek fıkra önerildi. Bu fıkra teklifinden itibaren ülke ayağa kalktı desek yeridir. Özellikle kadın dernekleri çok duyarlı davrandılar. Teklifin kapsamında olmayan iddialar ortaya saçıldı. Toplumda ‘hükümet tecavüzcüleri koruyor’ diye infial oluştu.
Gerçekten hükümet tecavüzcüleri korumak için mi bu teklifi vermişti?
Doğru tespitler yapmak için önce teklifi buraya yazmak gerekir. Teklif tam olarak şöyleydi;
“Cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir neden olmaksızın 16-11-2016 tarihine kadar işlenen cinsel istismar suçunda, mağdurla failin evlenmesi durumunda, ceza mahkemesi kanununun 231. Maddesinin koşullarına bakılmaksızın hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına, hüküm verilmiş ise cezanın infazının ertelenmesine karar verilir.”
Ve “eğer ileride evlilik, failin kusuru nedeniyle sona erer ise cezanın ertelenmesi sona erer ve ceza infaz edilir. Cezanın ertelenmesi durumunda da suça azmettiren ve suçun işlenmesine yardım edenler hakkında açılmış olan dava düşer ve ceza ortadan kalkar” deniliyor.
Kabul etmek gerekir ki; böylesine duyarlı bir konuda, herhangi bir araştırma, çalışma yapılmadan ve başta milletvekilleri olmak üzere, kadın dernekleri ve toplum doğru dürüst bilgilendirilmeden torba yasaya, gece yarısı böyle bir madde eklemeye kalkarsan toplum haklı olarak ayağa kalkar. Gösterilen tepkiler az bile.
Neden az bile?
Çünkü bu toplumda cinsel istismar oldukça yaygındır TUİK’in verilerine göre 2015 yılında 17 yaşın altındaki kız çocuklarının 17.800’ü doğum yapmış. Bu cinsel istismarda resmi rakam. Bir de resmi olmayanları dikkate alsak en az 20.000 cinsel istismar sorunu var demektir. Ve bu sadece bir yılda yaşanan olay sayısıdır. Bırakın komşunun kızına cinsel istismarı, aile içinde cinsel istismar (ensest ilişki) ve yurtlar başta olmak üzere erkek çocuklara cinsel istismar toplumun gündeminden, gazete TV haberlerinden düşmüyor.
Yani cinsel istismar suçlarının bolca işlendiği bir toplumda, cinsel istismar nedeniyle “mağdur olmuş!” 3400 kişinin faydalanacağı teklifi torba yasaya koymak hiçbir doğru aklın işi olamaz.
Hükümet ve Ak Parti yetkililerin savunması şu: Bu 3400 kişi evlenmiş, çocuk çoluğa karışmış, aile mağdur oluyor. O halde biz bu mağduriyeti ortadan kaldıralım. Bu toplumun kanayan yarasıdır, bu yaraya merhem olmak için bu teklif getirildi.
Bir defa bu 3400 kişi cinsel istismar suçu işlemiş. Her suçta olduğu gibi bunlar da işledikleri suçun cezasını çekiyorlar. Sonradan aile olmuş olsalar bile.
Bu cinsel istismar suçunu işleyen erkeğin yaşının büyük olması bu suçun cezasının büyümesine etki etmelidir. Çocuk kız ile genç erkeğin birlikte karar vermiş olmaları da bir şeyi değiştirmemesi gerekir. Zira o kız daha küçük ve kendi geleceği için karar verecek durumda olamaz ve kanuna göre de sayılmamaktadır.
Devletin görevi 3400 kişinin mağduriyetini gidermekten çok, bu tür yeni mağduriyetlerin olmasının önüne geçmek olmalıdır. Bunu da üniversitelerden yardım alarak, Aile ve sosyal politikalar bakanlığı çözmelidir. Elbette bu bir günde çözülecek konu değildir. Ama bu yönde çalışmalar yapılırsa bu sayı her yıl düşer. Siz devlet olarak bunu yapmazsanız, sadece bu konuda bir mağdurun haberi çıkınca Aile bakanlığı olarak gidip o mağdurun yanında yer almakla bu sorunu çözemezsiniz.
Kaldı ki siz bu yasa teklifi ile 3400 “mağdurun” sorununu çözdüğünüzü düşünürken, toplumda bu tür istismarları teşvik edeceğinizi, ettiğinizi de görmeniz gerekir.
Nedir bu teşvik?
Bu tür cinsel istismarların yaşandığı ortamlarda, bu insanlar, ‘nasıl olsa birkaç yılda bir kanun çıkarılıyor ve affediliyor’ diye bu suçların işlenmesine de, bu suçların artmasında da sebep oluyorsunuz.
Bütün bunlardan dolayı devlet bin – iki bin kişiye göre bir kanuni düzenleme yapmamalıdır. Kanunlar bütün topluma göre yapılır ve genel kuralları içerir. Bu tür özel çözümler ilgili mahkemeler tarafından üretilmelidir. Ama elbette ki bütün bunlar evrensel hukuk kuralları çerçevesinde çalışan, etkili ve yetkili kişilerden etkilemeyen bir hukuk sistemi içerisinde olur.
Onun için devlete düşen ilk görev, böyle bir hukuk sistemini sağlamaktır. Toplum buna güvenebilmelidir. Sonra da toplumun çok büyük bir kesimi ile uzlaşı içerisinde yapılan bir anayasa ve kanunlar hazırlamaktır.
Yoksa siz istediğiniz kadar iyi niyet çerçevesinde kanun teklifi, tasarısı sunun, bunun arkasında art niyet aranır. Ve çoğu kez de yaşanan olaylar bu art niyet dediklerinizi haklı çıkarır.

Nusret Yılmazer

13 Kasım 2016 Pazar

SORUN BAŞKANLIK MI ?

Cumhurbaşkanı uzun bir süredir ülkenin başkanlık sistemine geçmesi için ısrarlı davranıyor. İlk başlarda AKP içinde çok önemli bir kesim buna taraf olmadı. Karşı çıktı diyemiyoruz, çünkü bu partide liderin söylediğine karşı çıkma geleneği, özgürlüğü yoktur. Ancak parti içinde ve tabanında önemli bir kesim bunu benimsemiyordu.
Cumhurbaşkanı bu konuda ısrarlıydı ve hemen her gün gündeme taşıdı, konuştu. Konuşa konuşa partiyi de konuşturmaya başladı. İlk engel aşıldı, hedefe biraz daha yaklaşıldı.
Ancak esas hedefe 15 Temmuz askeri kalkışmasıyla yaklaşıldı. Zira bu kalkışma sonrasında yapılan açıklamalar, getirilen OHAL yasası bu kalkışmanın başkanlık için ne kadar önemli bir rol oynadığını açıkça gösteriyor.
Cumhurbaşkanı önüne koyduğu başkanlık hedefi için taşları tek tek ördü ve bugün AKP’nin tamamı, ülkenin önemli bir kesimi artık başkanlığa sıcak bakıyor.
Peki, bu ülkenin başkanlığa geçmesi bu ülke için çok kötü bir sistem midir veya bu kadar önemsendiğine göre başkanlık bu ülke için bu kadar elzem midir?
Burada açıkça söylemek gerekir ki her ikisi de değil. Ne başkanlık bu kadar elzemdir, ne de o kadar kötüdür.
Zaten destekleyen ve karşı çıkanlar için mesele başkanlık değildir. Başkanlık sistemine karşı çıkanlar için mesele, başkanlığı bu kadar çok isteyen kişiye karşı duyulan güvensizliktir. Bu kişinin ülkedeki bütün kurumları kendisine bağlaması, bu kurumların başındaki kişilerin, hemen hemen tamamının bir kişinin ağzından çıkanları kanun kabul edip bu doğrultuda uygulama yapmalarıdır. Yani kurumların ve hukukun yok edilmesidir.
Yani daha başkanlık falan yok. Sözde demokratik bir ülkeyiz. Ama bu ülkede kurumlar ve kurumların bağımsızlığı, özgürlüğü ortadan kalkmış durumdadır. Hukuk işlemiyor, baştaki ne derse o doğrultuda uygulama yapılıyor.
Ortada başkanlık yokken, yani yetkiler bir kişide toplanmamışken o kişi her konuda tek yetkili hale gelmiş. Kanunlarımız henüz değişmemiş, kurumlar halen fiili olarak duruyor gözükmesine rağmen hal böyle iken resmi olarak tek kişinin yetkilendirilmesinden korkuluyor aslında.
Anayasamızda “basın özgürdür, sansür edilemez” diye yazıyor. Ama bu dönemde hiçbir basın özgür değildir. Sadece icraatları alkışlama, bu doğrultuda yazı yazma özgürlüğü vardır.
Peki, o zaman bu eleştiri yazıları nasıl yazılıyor diye sorduğunuzu duyuyorum. İşte bu eleştiri yazıları yazanlar da sırasıyla içeri alınıyor. Kimin sırası geldiğine de yukardan karar veriliyor. Zaten bunların tümü içeri alındığında, artık tek bir eleştiri yazısı yazılamaz hale gelindiğinde iş işten geçmiş olacak. Yazı yazmanın da bir önemi kalmamış olacak. Bu baskıya rağmen bu eleştiri yazıları yazılıyorsa hala umut tükenmemiş demektir.
Ülkenin kurumları bağımsız ve özgürce, hukuk çerçevesinde görevini yapabildiği ortamlarda başkanlık veya parlamenter sistem çok da farklı değildir. Önemli olan özgürlüğü koruyan bir Anayasanın olması, evrensel ölçülerde hukuk kurallarının olmasıdır. Bunlar  var  ve işliyorsa sistemin başındaki çok da önemli olmaz. Ama bunlar yoksa veya hakkıyla işlemiyorsa, tıpkı şimdiki gibi, o zaman ne anlamı var parlamenter sistemin,
Kurumlar teslim alınmış, üniversiteler dahil her kurumu yönetecek yetkiliyi bir kişi belirliyor ve atıyorsa parlamenter sistemin ne önemi kalıyor. Üniversiteye rektör seçimini bile Cumhurbaşkanı, seçime girmemiş, üniversiteden hiç oy almamış birini atıyorsa bu nasıl parlamenter sistem, bu nasıl demokrasi?
Bir muhalefet partisinin kendi iç seçimlerinde bile, mevcut başkanı muhaliflerden, hakimleri, kanun hakkında karar verenleri yöneterek kurtarabiliyorsan, o partide olağanüstü genel kurul yaptırmak engellenebiliyorsa, o muhalefet partisi lideri, gün gelir o güne kadar karşı çıktığı başkanlık sistemi ve o kişinin başkanlığı için “fiili durumu yasal hale getirmek gerekir”  diyebiliyor ve hizaya gelebiliyorsa işte burada herkesin kafasını iki elinin arasına alıp düşünmesi gerekir .
Biz başkanlık veya parlamenter sistem diye düşünmek yerine kurumları ve kuralları olan, liyakat sistemi ile çalışan demokratik bir sitem istemeliyiz. Çünkü önemli olan mesele demokrasidir. Ve bu demokrasiyi kimin, nasıl uygulayacağıdır.
Kişiler mi yönetmeli, kurumlar ve kurallar mı?

Uygulamalar, yapılacakların göstergesidir.

7 Kasım 2016 Pazartesi

BİR BEDEL ÖDEDİK YENİ BEDELLER ÖDEMEK DURUMUNDA KALMAYALIM.

Beylikdüzü Belediyesi’nin  Kasım ayı ilk toplantısı 7-11-2016 tarihinde yapıldı. Toplantı Saat 10’da başladı ama gündem maddelerinin görüşülmeye başlaması için tam bir saat beş dakika geçti.  AKP grubunun 5 sözlü önergesi vardı. Bir de CHP grubunun önergesi oldu. Ama bir saati aşkın süre bu önergelerle ilgili geçmedi.  Gündem dışı konuşmalar çok uzadı. Bu konuşmaların önemli bir bölümünü Ensar vakfı aldı.
Geçtiğimiz hafta Beylikdüzü CHP örgütü bu konuyla ilgili bir protesto yaparak basın açıklaması yaptı.
Beylikdüzü’nde Fetö’ye ait iki adet bina vardı. Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi bu iki bina da kamulaştırıldı. Adı üstünde kamulaştırıldı, yani devletin malı oldu. İşte bu hükümet kamunun malını kamuda, devlette tutmuyor. Ne yapıyor, siyasi olarak kendisine yakın olan cemaatlere veriyor. Beylikdüzü’ndeki  bu iki binayı da devlet Ensar vakfına verdi.
Hükümetin ve AKP’li belediyelerin gayrimenkul tahsis ettiği vakıfların bazılarının başında siyasilerin yakınları bulunuyor. Bazıları ise AKP’ye arka bahçelik yapıyor. Hükümet bu vakıflara bazen ‘alınları secdeye gittiği’ için, bazen kendisine oy devşirdiği için, bazen de bu vakıfların yönetimlerinde kendi adamları olduğu için ha bire gayrimenkul tahsis ediyor.
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği bu ülkede Atatürkçü, laik bir gençlik yetiştiriyor. Çocukları okutuyor, barındırıyor. Hükümet bu vakfa hiçbir yer bağışlamıyor. Tam tersine bu dernek 37 adet yurt binası yapmış ve devlete bağışlamış.  Bir protokol yapılmış ve bu vakıfta çocuklarımız devletin kontrolünde yetiştirilsin diye devlete devir ve teslim edilmiş.  Bir şart konulmuş, o da bu binalarda Çağdaş yaşam ismi yer alacak. (CHP’nin Beylikdüzü’ndeki protestolu basın açıklamasında ÇYDD genel başkan yardımcısı açıkladı)
Peki devlet ne yapmış?
Bu protokole rağmen bu binalarda Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ismini barındırmamış. Niçin? Çünkü binalar imam hatiplere tahsis edilmiş.
Bir taraftan böyle bir durum varken, diğer taraftan, adı çocuk tecavüzcüsüne çıkmış, bu da yaşanmış vaka ile tescil edilmiş bir vakfa devlet ha bire gayrimenkul tahsis ediyor.
Bir zamanlar da aynı tahsisler Feto’ya yapılıyordu. Ve AKP’nin her kademesindeki kişisi buna methiyeler diziyordu, her alanda destek oluyordu. Bunun için Sayın Cumhurbaşkanı  “Halkımız ve Allah bizi affetsin” dedi.
Hakikaten elinizi vicdanınıza koyup bir düşünün bu hangi düşünceye, hangi inanca sığar?
Böyle bir devlet ülkede yaşayan bütün halkı temsil ediyor mudur? Milli irade dedikleri böyle bir iktidar mıdır?
Bu devlet ülkedeki bütün vatandaşları kucak açıyor, eşit davranıyor denilebilir mi?
Diyebilirsiniz ki “yıllardır muhafazakar kesim mağdur oluyordu, şimdi de bunar faydalanıyor.”
Bugüne kadar birileri yanlış yapmış diye yeni gelen de başka, benzer bir yanlışı yapmak zorunda mıdır?
Hep böyle gidecekse bu ülkede birlik beraberlik nasıl sağlanacak? Birlik beraberlik lafla sağlanmıyor, icraatla sağlanıyor. Bütünlük olmayan ülkeye “yabancı güçler” daha çok nüfuz etmez mi?
Böyle bir ülke sevgisi olur mu?
Çıkıp Belediye meclisinde, TBMM’sinde Ensar Vakfını savunmanın bir anlamı var mı?
Ülkede yaşanan tek haksızlık olsa neyse, ama o kadar çok haksızlık yaşanıyor ki saymakla bir çırpıda anlatılacak gibi değil.
Beylikdüzü özeline geri dönersek; Beylikdüzü’nde birçok kamu kurumuna ihtiyaç var ve bina yok. Beylikdüzü Vergi dairesi Avcılar’da, başka bir ilçedeki binada hizmet veriyor. Emniyet Müdürlüğü binası yok ve yıllardır yer aranıyor. Yakuplu bölgesinde hastaneye ihtiyaç var vs.
Tek tek saymayalım ama gerçekten ihtiyaç çok. Hal böyle iken devlet olarak sen kalk burada, 14 yıldır desteklediğin, her istediğini verdiğin, her talebini emir saydığın, devletten ha bire tahsisler yaptığın bir İslami cemaatten zarar görüp de ondan geri aldığın binaları başka bir İslami cemaate, vakfa ver.
Yarın bu cemaatten de bir kötülük görürsen, bir kazık yersen ne diyeceksin?
‘Eyvah halkım bizi bağışlayın, yine yanıldık’ mı diyeceksin.
Devlet adil olmalı ve devletin kurumları, organları olmalı. Devlet bir kişinin ve bir partinin istediği gibi yönetilmemeli. Kurumları olmayan bir topluluk devlet olamaz. Kurumları göstermelik hale getirmek devletin sonunu getirir. Hızla da buraya doğru gidiyoruz.
Artık aklımızı başımıza alalım. İş işten geçmeden liyakat sistemi ile çalışan, hukuk kurallarının geçerli olduğu, kurumlarına güven duyulan ve vatandaşlarına eşit bakan, davranan adil bir devlet düzenimiz olmalı.

Başka yanlışları gerekçe göstererek, yeni nesilleri kinle besleyerek bir devlet yaratmayalım. Bedelini hep birlikte öderiz.