18 Nisan 2017 Salı

"ATI ALAN ÜSKÜDAR’I GEÇTİ"


16 Nisan referandumu sonuçlandı. Referandum kararı alındıktan hemen sonra yazdığım ilk yazıda, referandumun balıksırtı bir kararla sonuçlanacağını yazmıştım. Evet veya Hayır’ın az bir farkla kazanabileceğini belirtmiştim. Resmi olmayan sonuçlara göre Evet’in %51.4, Hayır’ın %48.6 çıkması bunu doğruluyor.
 Ancak referandum sürecinde yaşanan baskılar, devletin tüm olanakları ile çalışması, hayır cephesinin ise engellemelere maruz kalması halkın vicdanına dokunacağı düşüncesi ile sandıktan Hayır’ın çıkabileceğini düşünmeye başlamıştım.
Gördük ki toplumun bir bölümünde yaşananlar pek bir anlam ifade etmemiş. Bir bölümünün vicdanı daha geniş ve rahatmış. Bir de Güneydoğuda yaşandığı söylenen baskılar bayağı bir etkili olmuş. Özellikle kırsal kesimde beklenenden fazla evet oyları çıktı. Cumhurbaşkanın da dediği gibi yer yer %10 ile %20 arasında değişen bir beklenmeyen oy alınmıştır. Bu da bize orada farklı şeylerin olduğunu anlatıyor diye düşünüyorum.
Cumhurbaşkanı’nın 16 Nisan gecesi yaptığı konuşmada özellikle HÜDAPAR’a teşekkür etmesi anlamlıdır. Güneydoğu’da HÜDAPAR etkili bir parti değildir. Ancak yapılan baskıları gölgelemek ve HDP’nin yanında yeni bir Kürt partisinin şekillendiğini göstermek için bu yol seçildi. Anlaşılan bundan böyle muhafazakar Kürtler bu parti etrafında toplatılacak ve Erdoğan’a destek böyle sağlanacak. Eğer yeni bir barış veya çözüm süreci başlatılırsa yeni Kürt aktör de belirlenmiş oldu.
Kürt sorununda muhatap değiştirmek, yeni muhatapla bu sorunu çözmek etkili olacak mı? Veya ne tür yeni sorunlar yaşatacak bunları yaşayarak göreceğiz. Görünen o ki muhafazakar Kürtlerin bir bölümünü etkileyecektir. Ancak bugüne kadar yaşanan sorunun çözümünü sağlamayacağı gibi farklı sorunların yaşanması da kuvvetle muhtemeldir.
Referandum kıl payı kazanıldı ama iktidarın önemli oranda güç kaybettiğini de söylemek mümkündür. Bunu da ülkenin en büyük beş şehrinden 4’ünde kaybetmesinden anlıyoruz. ‘İstanbul Ankara’yı kazanan Türkiye’yi kazanır’ diye, bugüne kadar doğrulanmış bir görüş vardı. Bu referandumda bu değişti. İktidar bu iki büyük şehri kaybetti ama Güneydoğuda devreye soktuğu ve etkili olduğu görülen yeni oyun bu genel görüşü boşa çıkardı.
Hal böyle de olsa büyük şehirlerin kaybedilmesi önemli bir mesajdır. Ülkenin Ekonomisinin can damarı olan bölgede İktidar azınlığa düşmüştür. Eğitimin en yüksek olduğu bölgede iktidar azınlığa düşmüştür.
Bu da şunu gösteriyor diyebiliriz; “eğitimi düşük toplum kesimi bizim için en makbul toplumdur” tezi iktidar açısından doğruluğunu ispatlamıştır. Bu Ak Parti için gidişatın kötü olduğunu gösteriyor. Eskiden toplumun her kesiminden oy alarak güçlü olan bu parti şimdi toplumun daha dar bir alanından oy alır olmuştur. Gelecek vaat eden bir parti değil, geçmişe yönelen bir parti konumuna düşmüştür. Okuma yazma oranı gittikçe artacağına göre Ak parti gittikçe daha dar bir alana sıkışacaktır.
Tek adamın her kararı alabildiği rejimin bu ülkeye getireceği zararları ayrıca yazmak gerekir. Bu referandumda yetki alındığına göre artık bunu fiili olarak yaşamak durumunda kalacağız. Bu konuda yazılması gerekenler daha çok dünde kaldı. Bugün bunları yazmanın pek bir yararı olmayacaktır.
Şimdi yapılması gerekenler; anayasa değiştiğine göre, diğer yasaları buna göre güncellemek gerekecektir. Bir an evvel siyasi partiler yasası, seçimlerdeki barajların düşürülmesi, Cumhurbaşkanının yemini gibi birçok yasa değişecektir.
Son yazımda; bu kadar baskıyı, bu kadar adaletsizliğe rağmen evetin galip çıkması, sözün bittiği yerdir diye yazmıştım. Kıl payı da olsa bu sonuç çıktı. Bundan sonra adaletsizlik ve baskının dozu artacaktır. Seçimlerle ilgili eleştirilere Cumhurbaşkanının verdiği yanıt manidardır. “atı alan Üsküdar’ı geçti” dedi. Yani; kim ne derse desin, biz amacımıza ulaştık dedi. Amaç her şeye rağmen kazanmak olmamalıydı. Amaç buymuş ve hasıl oldu. İtirazlar, eleştiriler daha zor yapılacaktır. Ve elbette Türkiye’yi zor günler bekliyor diye düşünüyorum. Çünkü iktidarı elinde tutanlar kendine yeni partnerler bulmuştur. Bu yeni partnerler demokrasiden, özgürlükten yana olanlar değildir.
Her şeye rağmen umalım ki aklıselim galip gelsin. Korkular hakim olmasın. Daha ferah günler yaşayalım.

Her ne kadar olumsuzluklar düşünüyor olsam da, yeni rejimin ülkeye huzur getirmesini temenni ediyorum.

12 Nisan 2017 Çarşamba

BASKI, KORKU, HAKSIZLIK GÖRÜLMEYECEKSE İNSANLIK BİTMİŞTİR


3 gün sonra referandum için sandık başına gideceğiz. Bugüne kadar vatandaş kararını vermiştir. Kararsız olanların çoğu aslında kararının bilinmesinden çekindiği için kararsızım diyor diye düşünüyorum. Çünkü mesele o kadar da anlaşılması zor değil.
Bugüne kadar vatandaş milletvekillerini seçiyordu. En çok oyu alan siyasi partinin başkanı da, yeterli oy almışsa kendi başına, yetersiz oy almışsa anlaşacağı bir partiyle birlikte hükümeti kurup başbakan oluyordu. Diğer partilerin milletvekilleri de mecliste bunların yanlışlarını tartışıyor, millet de buradan ne olduğunu öğreniyordu. Hükümetin yanlışı meclisten dönmez ise Cumhurbaşkanından dönüyordu. Olmadı Anaysa mahkemesine gider oradan dönerdi. Çünkü Cumhurbaşkanı tarafsız olması gereken bir makamdı.(Her ne kadar son yıllarda bu özellik fiili olarak kalkmış olsa da bu böyleydi) Anayasa mahkemesi üyelerini yürütme atamadığı için o kurum da tarafsız olarak görev yapıyordu.
Getirilmek istenen sistemde bunlar yok. Millet sandığa gidecek sadece Cumhurbaşkanını seçecek. Kurulacak hükümeti Cumhurbaşkanı tek başına kuracak. Hükümeti n üyeleri olmayacak. Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar seçilmiş olmayacak. Milletvekilleri mecliste hükümete eleştiri getiremeyecek. 5 yıl boyunca doğru, yanlış ne karar alırsa, uygulanacak. Yapılacak yanlışları kimse engelleyemeyecek. Anayasa mahkemesi dersen onun üyelerinin yarısını Cumhurbaşkanı direk kendisi atamış olacak.  Diğer yarısını da meclisteki çoğunluğu ile oradan seçtirecek. Dolaysıyla Anayasa mahkemesi üyelerini direk yürütme atamış olacak. Dolaysıyla çok sağlıklı ve tarafsız karar alması mümkün olmayacak.
Bu iki sitem arasında çok belirgin bir fark var. Bunu anlamayan vatandaş gönüllü olarak güdülmeyi kabullenmiş vatandaştır. Birine güvenmek, kuralsız kanunsuz bir kişiye güvenmek aklı başında hiçbir insanın savunacağı bir durum değildir. Ama savunur mu savunur. Bu da bizim ülkemizde oldukça yaygın bir durumdur. Peki, bu düşüncedeki insanın vicdanı var mıdır?
İşte önemli soru budur diye düşünüyorum. Çünkü vicdanı olan insanın, bu ülkede yaşananları görmesi gerekir. Cumhurbaşkanı tarafsız olması gerekir ama bizim Cumhurbaşkanı en ateşli siyasi parti başkanı gibi meydanlarda. Ağzının tüm açıklığı ile alabildiğine bağıra çağıra taraf olmuş durumda. Bu vicdan sahibi herkesi rahatsız etmesi gereken bir durumdur.
Sadece bu mu? Değil. Cumhurbaşkanı kendi kişisel olanakları ile yapmıyor bu çalışmayı. Devletin bütün olanakları alabildiğine kullanılıyor. Sadece Cumhurbaşkanı mı bu devlet olanaklarını kullanıyor. Hayır, başbakan ve bütün bakanlar, hatta iktidar milletvekillerinin tamamı devlet olanaklarını alabildiğine kullanılıyor. Yollar bile bunlar için anında açık hale getiriliyor. Bütün bunlar da vatandaşın vicdanını rahatsız etmiyorsa, o zaman insanlıktan bahsetmek zordur.
Sadece bunlar mı vicdanı rahatsız eden noktalar, elbette değil. Cumhurbaşkanı ve başbakan yeni sistemde neler getirildiğini mi anlatıyor meydanlarda, TV’lerde. Hayır, onların derdi Kemal Kılıçtaroğlu. Kılıçtaroğlu aşağı, Kılıçtaroğlu yukarı. Kılıçtaroğlu şöyle kötü, böyle kötü. Kılıçtaroğlu korkak, Kılıçtaroğlu Fetö’cü.
Peki, oyladığımız şey KIlıçtaroğlu mu? Onu mu seçiyor vatandaş?  Kılıçtaroğlu iyi olsa ne olur, Kötü olsa ne olur? Referandum ile Kılıçtaroğlu arasında ne alaka var? Elbette bir alaka yok ama Kılıçtaroğlu Hayır’ı anlatıyor ya, Cumhurbaşkanı ve hükümet onu kötü göstererek kendi kötü anayasasını geçirmek istiyor. O ve ben kavramı üzerinden anayasa paketi oylatılıyor. Vicdanı olan vatandaş bu oyuna gelir mi? Görmez mi bu kadar basit bir oyunu? Görmesi gerekir, aksi çok kötü olacak.
Sadece bunlar mı kötü ve taraflı olanlar? Elbette değil. Ülkenin bütün TV ve gazeteleri hemen her gün Cumhurbaşkanı ve başbakanının konuşmalarını canlı yayınlıyor. Bu yetmiyor haberlerin tamamı bunların söylemlerini yayınlamakla geçiyor. Kılıçtaroğlu veya muhaliflerin sesi pek duyurulmuyor. Bilerek isteyerek yayınlanmıyor. Tarafsız yayıncılık yapmak isteyen de yayınlayamıyor. Çünkü üzerine her yoldan gidiliyor, bu kuruluşların ayakta kalmaları mümkün olmuyor. Hemen her şeye, her yere müdahale ediliyor. Korku var korku. Hükümetin üzerlerine gelmesinden korkuyorlar. Peki, vicdanlı vatandaşlar bunları da mı görmüyor?
Bir de doğu, güneydoğu meselesi var. Hükümet dediğimiz Cumhurbaşkanlığı yönetimi Kürtlerin seçilmiş temsilcilerini hapse attı. HDP’nin genel başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları, il, ilçe başkanları herkes hapiste. Böyle önemli bir referandumda bunlar adına çalışacak kim kalmış? Kimse kalmadı. Bu da yetmemiş gibi seçime 3 – 4 gün kala Kürtlerin %70-80 oy aldığı yerlerde seçmenlerin oy kullanacağı seçim sandıklarının yerleri değiştirildi. Bu insanların bundan haberi yok. Yani bu değişiklik bildirilmemiş. Sadece mahalle muhtarlarının haberi var. Nasıl bilecek vatandaş? Nasıl gidecek yeni yerdeki sandık başına? Bunu da mı görmeyecek bizim vicdanlı vatandaşımız?
Yani hükümet halktan korkuyor. Halkın doğruları öğrenmesinden korkuyor. Uygulamalar da bunun için bu kadar acımasız. Oyun kandırmaca, aldatmaca üstüne kurgulanıyor. Aklı olan, kulağı duyan, gözü gören bunun gereğini yapacaktır. Bütün bunlar görülmeyecekse, bu kadar vicdanı geniş vatandaşın olduğu ülkede güzel günler görmenin zaten mümkünatı kalmamıştır.
Bu kadar baskı, bu kadar korku, bu kadar haksızlık görülmeyecekse zaten bu ülkede insanlık bitmiştir. Söz bitmiştir!

10 Nisan 2017 Pazartesi

KEMAL KILIÇTAROĞLU GÜNAH KEÇİSİ Mİ?


Halk TV’de yayınlanan Halk Arenası programında CHP Konya Milletvekili Hüsnü Bozkurt bir konuşma yaptı ve referandumda evet çıkması sonunda ülkemizin karşı karşıya kalacağı durumdan dolayı denize dökmekten bahsetti. İşin heyecanı ile amacını aşan, yanlış anlamalara neden olan bir konuşmaydı.  Nitekim gerek Cumhurbaşkanı ve gerekse başbakan ve bakanlar bunu bir hayli kullandı. Hayır çalışmasına da zarar veren bir durum yaşandı.
 CHP genel başkanı da demokraside kimsenin bir diğerine hakaret etmesinin, tehdit etmesinin kabul edilmeyeceğini söyleyerek bir nevi Hüsnü Bozkurt’un söyleminin yanlışlığını vurguladı. Ancak aynı kanalın bir hafta sonraki aynı programında bu kez Yılmaz Özdil konuştu ve Kılıçtaroğluna esti gürledi.
Halbuki Kılıçdaroğlu bir yanlış yapmamıştı. Demokrasiye sahip çıkmış, hükümetin yarattığı korkunun paralelinde bir karşı cephe korkusu yaratmanın yanlışlığına dikkat çekmişti. Üstelik ülkede herkesin karşı tarafın kararına, düşüncesine saygı göstermesini istemek tam da onun göreviydi.
Eskiden Erdoğan bir söz söyler ve CHP onu konuşur, ona cevap verirdi. Oysa şimdi Erdoğan da, Başbakan da, bakanlar da Kılıçtaroğlu’nun söylediğini tartışıyorlar. Yani Gündemi Kılıçtaroğlu belirler oldu. Bu da CHP adına iyi bir şeydir.
Kemal Kılıçtaroğlu’nu yalnızca Yılmaz Özdil veya Ak Partililer eleştirmiyor. Yılmaz Özdil’in konuşması programa katılanlar tarafından bayağı alkışlandı. Yani “Kılıçtaroğlu kötü” algısı pekiştiriliyor. Nitekim Kılıçtaroğlu kendi partisi içinde de sıkça eleştiriliyor. Bu sosyal demokrat partilerin yapısal bir sorunu olsa da bakıyorum eski milletvekili, eski belediye başkanları, eski aday adayları, eski parti yöneticileri hep Kılıçdaroğlu’nu eleştiriyor.
Bir parti lideri elbette eleştirilecek, bütün partililerin liderini sevmesi beklenemez. Ancak bir seçim dönemi geliyor. Kimse çalışmıyor, il ve ilçe örgütleri bile pek varlık göstermiyor. Nerdeyse bütün çalışma genel başkanın gayretinden ibaret. Ama seçim sonucunda tek suçlu lider görülüyor. Bu son referandum sürecinde durum farklı; bütün partili milletvekilleri, hatta belediye başkanları sahada canla başla çalışıyorlar.
Kılıçtaroğlu bu partinin oylarını çok aşağılara mı çekmiş? Gelmiş geçmiş en başarısız lider mi?
Hayır, “olsun ama o suçlu, o beceriksiz.”
Gaf desen, hangi lider gaf yapmıyor, yanlış konuşmuyor ki? Ama onlarınki değil, Kılıçtaroğlu’nun gafları konuşuluyor. Hani kimse kendisini eleştirmiyor ya. Kimse iğneyi kendine, çuvaldızı karşıdakine batırmıyor ya, onun için yazdım bunları.
Neyse bu partinin iç sorunu, biz gelelim Ak Partililerin suçlamasına.
Ak partililere, on beş yıllık iktidarın ülkeyi getirdiği yerden memnun musunuz diye sorduğumuzda veya devletin nasıl ele geçirildiğini anlattığınızda, içerde ve dışarda herkesle kavgalı olan bir ülke yönetiminden söz ettiğinizde, yol ve köprülerin ülke ekonomisini güçlendirmeyeceğini anlattığınızda, ülkenin beka sorunu yaşar duruma geldiğini söylediğinizde söyledikleri hep aynıdır.   “Hep Kılıçtaroğlu’nun yüzünden” derler. “Erdoğan’dan daha iyi bir lider var da biz mi desteklemiyoruz. Erdoğan’ı desteklemeyelim de Kılıçtaroğlu’nu mu destekleyelim?” Kılıçtaroğlu onu dedi, bunu dedi der ve her konuda Kılıçdaroğlu’nu suçlarlar.
Bir de  en yanlış olanı, “Kılıçtaroğlu SSK’yı batırmadı mı” diyorlar.
Diyorsun ki, madem batırdı. Kılıçtaroğlu o gün dedi ki; “devlet sizde getirin belgeleri TV’de canlı yayında tartışalım.” Kimse çıkmadı. Dedi ki, “devletin belgeleri elinizde benim suçum varsa gereğini yapın”. Kimse bir şey yapmadı. Kaldı ki Kılıçtaroğlu o gün çalışma bakanı değildi ki bir kurumu batırsın. Sadece bu kurumun başındaki müdürdü. Eğer sağlıktan siyasetçiler, bakanlar, başbakanlar sorumlu değil de, genel müdürler sorumluysa söylediğiniz doğrudur. Ama o zaman bugün sağlıkta bir başarı varsa o başarı da bugünkü genel müdürlerin olmalı, siyasilerin, hükümetin değil. O zaman neden övünüp duruyorlar?
Bu kez Kılıçtaroğlu’nu suçlayacak başka argümanlar bulmaya çalışıyorlar.
Yani Kılıçtaroğlu ile ilgili bütün kötü şeyler yanlış da olsa öğretilmiş, ezberletilmiş. Konuşunca bunların hiç birine cevap verilmiyor. Sadece suçlamaları var. CHP’lilerin kendi liderlerini eleştirmeleri de bu algıların güçlenmesini sağlıyor. Sonra da bu liderden daha fazla bir başarı bekleniyor. Bu olabilir mi?
Madem bu kadar suçlu arıyorsun. O halde yönetenleri suçlasan. Çünkü Kılıçtaroğlu hiç hükümet olmamış biri.
Hayır, varsa yoksa her konuda Kılıçtaroğlu suçlu.
Bu bir Kılıçtaroğlu korkusu mudur? Madem bu kadar beceriksiz bir ana muhalefet lideri var, yöneten olarak bu sizin işinize gelir. Neden bu kadar çok üstüne gidiyorsunuz?
E tabi bu bir algı operasyonu. Madem işler iyi gitmiyor, memleket sürekli karışıyor, o halde bir suçlu lazım anlayışı.
Bunu anlamak kolay gibi olsa da bu kez demokrat geçinenlerin ve CHP’lilerin eleştirisi CHP’yi alabildiğine yıpratıyor. Yani iktidarın algısına güç katıyorlar.
Ülkeyi yönetenleri bırakıp muhalefeti suçlu ilan etmek kimseye bir şey kazandırmaz. AK Partili, MHP’li, CHP’li vs. Kılıçtaroğlu’nu günah keçisi yapmış gidiyor.
CHP’liler de bu değirmene su taşıyor. Kimse kendi günahını görmeden…

CUMHURBAŞKANI MİLLETVEKİLİ SEÇİMLERİNİ NİÇİN YENİLESİN?


Getirilen Anayasa değişikliği ile halk bir taraftan bir tek kişiyi, Cumhurbaşkanını seçerek o kişinin, dilediği isimlerden oluşan bir hükümet kurmasını sağlayacaktır. Bu tek kişi kendine istediği kadar başkan yardımcısı ve bakan belirleyecek, üst düzey devlet görevlilerini belirleyecek. Ve bunlar tek kişinin personeli sayılacaktır. Bu tek kişi ve personelini denetleyen bir meclis olmayacaktır. Bu Cumhurbaşkanının uygulamaları, hükümeti denetlemekle görevli milletvekilleri tarafından sorgulanamayacaktır.
Diğer taraftan bu yeni anayasa değişikliğinde halk, hükümeti oluşturacak olan Cumhurbaşkanının seçimi ile aynı günde 600 milletvekilini de seçecek ve TBMM’sini oluşturacaktır.
Sayısının artırılarak güçlü imajı verildiği bu meclisin milletvekillerinin gerçekten çok da büyük bir fonksiyonu olmayacaktır. Zira tek kişilik hükümetin ne bakanını görebilecek, ne de hükümetin başı olan Cumhurbaşkanı ile bir araya gelebilecektir. Görmediği bilmediği ve herhangi bir soru dahi soramayacağı bu hükümet üzerinde, sayısı çok ama işlevi az milletvekilleri nasıl bir denetim yapabilir ki?
Zaten bu yeni sistemin özünü de bu oluşturuyor. Deniyor ki, “artık bu yeni tek kişilik hükümetin denetleyicisi direk halk olacaktır.”
Peki, halk beş yıllığına seçtiği bu hükümeti nasıl denetler? Halkın böyle bir yetkisi var mı?
Bu gerçekten tam bir aldatmacadan ibaret gibi duruyor. Zira halk beş yılda bir sandığa gidip bir tek kişiyi, Cumhurbaşkanını seçecektir. Halk bu tek kişilik hükümetin uygulamalarından şikâyetçi de olsa, hatta o hükümetin uygulamalarından perişan hale gelse de hükümete karşı bir şey yapma imkanı yoktur. Halkın bir kez seçme yetkisi vardır ve beş yıl boyunca başka da bir yetkisi yoktur. Beş yıl sonra yeni kararnameler ile seçimler ertelenmemiş ise yapılacak seçimlerde gidip oy kullanacaktır. 
İşte şu anda kötü sayılan parlamento hükümet sisteminde, hükümeti denetleme yetkisi halkın seçtiği milletvekillerinin elinde idi. Bu milletvekilleri mecliste hükümetin temsilcileri olan ve yine o meclisteki seçilmiş milletvekillerinden oluşmuş bakanlara soru sorup meclis kürsüsünden cevap alabiliyordu.
Bu ne işe yarıyordu derseniz; bu hükümetin uygulamalarını mecliste, halkın gözü önünde tartışmaya açıyordu. Halk bu uygulamalar hakkında anında bilgi sahibi olabiliyor ve yaşanacak olumsuzluklarla ilgili endişe duyarsa kendi seçtiği, kendisinin oy verdiği partisinin milletvekillerini baskı altına alabiliyordu. Çünkü bu dönemdeki milletvekilleri işleri gereği kendini seçen halkla sık sık bir araya geliyorlar.
Hâlbuki yeni sistemde bakanlar meclisteki seçilen milletvekillerinden oluşmayacağı için (seçilmiş milletvekilinden bakan olsa bile milletvekilliği düşüyor) halkla da beş yıl boyunca işi olmayacaktır. Seçilen milletvekilleri bakanları göremeyecek, soru soramayacak ve uygulamaları tartışamayacaktır.
Yeni sistemde; 300 milletvekili bir araya gelebilirse hükümet hakkında bir araştırma talep edebilecektir. 360 milletvekili ile bir soruşturma açılabilecek, 400 milletvekili ile yüce divana gidip yargılama yapılması sağlanacaktır. Bu fiili olarak neredeyse imkânsız bir durumdur. Çünkü %50 ile seçilecek bir Cumhurbaşkanının partisi aynı anda yapılan seçimde meclisin de ezici bir çoğunluğuna sahip olacaktır. Yani 350’ye yakın bir milletvekili seçilecek olan Cumhurbaşkanının partisinden olacaktır. O Cumhurbaşkanının milletvekili olarak belirlediği isimlerden oluşacaktır. Dolaysıyla o bir kişinin belirlediği milletvekilinin, kendisini belirleyen, atayan Cumhurbaşkanına karşı davranması neredeyse imkansız olması bundandır.
Yeni Meclis sadece kanun yapan bir kurum olacaktır. O da Cumhurbaşkanının görev alanına girmeyen konularda. Çünkü siyasi ve sosyal haklar dışında her konu ile ilgili Cumhurbaşkanı kararname yayınlayabiliyor.
Birincisi sadece kanun yapabilecek bir meclis milletvekillerinin halk içinden seçilmesine gerek yoktur. Madem kanun yapılacak bu konuda uzman kişilerin seçilmesi daha doğru olacaktır. Üstelik sayının artırılması değil düşürülmesi daha doğru olur.
İkincisi, hükümete karşı bu kadar yetkisiz olan meclis ne yapacak ki, hükümetin başı olan Cumhurbaşkanı, canı istediğinde bu meclisi görevden alma yetkisine sahip oluyor? Yani kendisiyle birlikte Meclisin seçimlerini yeniliyor.
Bir de mevcut başbakan bunu meydanlarda övünerek anlatıyor; “Cumhurbaşkanı ve meclis karşılıklı olarak seçimleri yenileme (fesih) yetkisine sahip olduğu için mecburen uzlaşacaklar. Aksi takdirde her ikisi de yönetme süresinden kaybeder.”
Ne kadar doğru gibi değil mi? İyi de şimdi neden Cumhurbaşkanı ve başbakan (aynı partiden olmasına rağmen) uzlaşmıyor, uzlaşmaya zorlanmıyor? Uzlaşmak için illahi tek kişinin alabildiğine yetkili olduğu bu sistem mi gerekli?
Bu kadar yetkisiz mecliste, olur da 300 milletvekili bir şekilde bir araya gelip de araştırma önergesi verirse bu takdirde Cumhurbaşkanı “siz ileri gittiniz” deyip, o meclisin görevine son verir ve kendi seçimi ile birlikte seçimlerin yeniden yapılmasını sağlar. Bu takdirde de kendi partisinden, kendisine daha sadık kişilerden oluşan yeni kişilerin seçilmesini sağlamış olur.

Meselenin özü budur yani.

9 Nisan 2017 Pazar

ÇADIR DEMOKRASİSİ

7 Nisan Cuma günü Beylikdüzü Belediye Meclisini izlemeye gitmiştim. Meclis toplantısı bittikten hemen sonra haber geldi, Beylikdüzü Metrobüs Meydanı’nda kurulmakta olan CHP’nin hayır çadırı “Büyükşehir Belediyesi zabıtaları tarafından yıkılıyor.”
Biz de bazı Meclis üyeleri ile birlikte meydana gittik. Gördük ki kurulmakta olan bir çadır zabıtalar tarafından yıkılmaya çalışılırken CHP’lilerde buna engel olmaya çalışıyor. Bir itiş kakış, bir arbede mevcut. Zaman ilerledikçe meydandaki CHP kalabalığı iyice arttı. Bu arada Toma geldi, otobüslerle polis geldi vs.
Sorun nedir derseniz; Bu meydanda daha önce CHP’nin küçük bir HAYIR çadırı vardı. Ancak gerek, geceleri şahıslar tarafından ve gerekse hava şartlarından zarar görüyormuş. CHP’de alüminyum profilleri daha kalın olan ve dışardan bakınca büyük gibi duran ama m2 olarak AKP’nin çadırından büyük olmayan bir çadır.
İBB zabıtaları bu çadıra gecekondu muamelesi yapıyor. Benim yanımda CHP ilçe başkanına “775 sayılı gecekondu muamelesi yapacaklarını, bunun bir prefabrik yapı olduğunu, burada ikamet edilebileceğini, kermes düzenleneceğini” falan söylediler.
Ben bu yetkiliye; “Referandum çadırı konusunda bir kriter var mı?” diye sordum. Sadece “sabit olmayacak” dediler. İyi de bu alandaki bütün çadırlar yere vidalarla sabitlenmiş. Üstelik bütün çadırların vidaları aynı kalınlıkta.
İşin özü şu: CHP yeni çadır kurarken Ak Parti Beylikdüzü ilçe İBB’ye haber veriyor, bu çadırın yıkılmasını istiyor. İBB de bunu uyguluyor. CHP’lilerde haklı olarak soruyor, “siz emirleri Ak Parti ilçeden mi alıyorsunuz?”
Bu referandumunda iki seçenek var. Ama EVET demek serbest. Devletin bütün olanakları bu yönde seferber edilmiş. HAYIR diyenler ise bin bir türlü engelle karşılaşıyor.
Çadır meselesi de kurtla kuzu misali, kurt kuzuyu yemeyi kafaya koymuş, gerekçe uyduruyor. Zaten bu çadır yıkmak eylemi bu alanda ne ilktir, ne de son olacaktır. Bu çalışmalarda neler yaşandı neler. Gözü açık olanlar, kulaklarını tıkamayanlar bunları gördü. Nitekim Beylikdüzü’nde de Evet ’in dediği oldu. O çadır yıkıldı, yerine daha küçük bir çadır kurduruldu.
Ülkemizdeki demokrasi bir devlet, ülke demokrasisi olmaktan çıktı. Aynen bu örnekteki çadır gibi, çadır demokrasisi oldu. Gücü yeten de istediği çadırı yıkıyor. Türkiye artık, bağımsız ve tarafsız kurumları olan, kanunlarla, kurallarla yönetilen bir ülke değil. Tam bir çadır devletinde, çadırın reisinin emirleri ve direktifleri ile yönetilen bir durum yaşanıyor. Bu ülkede huzur içinde yaşamak, güven içinde yaşamak gittikçe zorlaşıyor. Bu kadar aleni haksızlık yapılıyor. Bu kadar taraflı uygulamalar yapılıyor. Bu ülkenin dindar, muhafazakâr, vicdanlı insanları bunları seyrediyor. Kimse itirazını yüksek sesle dile getirmiyor, getiremiyor.
Herkes devletten korkar oldu. Ak Parti bu ülkenin mağdurlarının sesi, temsilcisi olarak iktidara geldi. 15 yıldır bu mağduriyet hikayesiyle engelsiz iktidar oldu. Bugün devletin kendisi oldu ve diğer kesime mağduriyet yaşatıyor. Hem de katmerli mağduriyet.
Mevcut, halen geçerli Anayasamıza göre Cumhurbaşkanının tarafsız olması lazım. Bir parti ile bağı olamaz. Ama bizim Cumhurbaşkanı geldiği günden beri parti genel başkanı gibi davranıyor. Ne anayasa, ne de bir yasa tanınıyor. Ülkede olağanüstü hal ilan edilmiş, bir siyasi partinin genel başkanı, milletvekilleri, belediye başkanları, il, ilçe başkanları hapiste. Devletin korkusu herkesi sarmış. Vatandaş referandum anketlerinde korkusundan hayır vereceğini açıklamaktan çekinir olmuş. Biz bu ortamda referandum yapıyoruz. Demokrasicilik oynuyoruz.
İnsan olmanın, Müslüman olmanın, vicdanlı olmanın kriteri adil olmaktan geçer. Bugün siyasi alanda yaşadıklarımız kimin vicdanına sığar? Kimseye cevap vermeden, herkes kendisi ile hesaplaştığında, bu yaşananlar için adil ve demokratik bir uygulamadır diyemiyor. Ama yine de kendisini temsil ettiğini düşündüğü bu iktidara itiraz edemiyor.
Bari bu itirazınızı sandığa gittiğinizde yapın da gelecek kuşaklara karşı suçlu olmaktan kurtulun. Zira sonrası geri dönüşü oldukça riskli bir yol.

Demokrasi şekil olarak varken ve size son kez soruluyorken, kararınızı vicdanınızda tartarak verin.