Yaklaşık bir aydır yazılarıma ara verdim. Bu süreçte, bir süredir yaşadığım sağlık sorunları ve biraz da sosyal alanda yüklendiğim yeni görevden dolayı yazmaya fazla zaman ayıramadım. Ve elbette insanın canı bazen de yazmak istemiyor. Bazen kendine kızıyorsun, bazen toplumun duyarsızlığına, bazen de yönetenlerin aymazlığına.
Yazınca öyle her şey anında düzelmiyor. Tabii ki düzelmesini de beklemiyorsun zaten. Ama bazen öyle şeyler var ki, bir kıpırdanma bekliyorsun, olmayınca sinirleniyorsun. Belki de istediğin kadar etki ve tepki olmayınca sıkılıyorsun.
Zaten insan niçin yazar ki?
Yazdığın yazı ve içeriğini kaç kişi umursar ki?
Madem öyle çok fazla umursanmaz, insan neden yazar?
Geçen gün bu gazetede ‘’yazmak’’ konusunu Hüseyin Şengül kaleme almıştı. Şengül de Nemci Gürseler’in yazısına istinaden bu konuyu yazmak gereği duymuş.
Ben de hem Şengül’ün yazısına istinaden, hem de yazmadığım bu kısa sürede beni arayan veya gördüğünde sitem eden bazı dostların eleştirisinden dolayı bu yazıyı kaleme aldım.
Hüseyin Şengül, ‘’ben kendim için yazıyorum’’ diyor, ‘’neden yazıyorum’’ başlıklı yazısında. ‘’Yazı, kitap, müzik benim yaşam sevincim’’ diyor.
Elbette insan önce kendisi için yazar. İç dünyasında yaşadıklarını, beyninde oluşan düşünceleri kaleme döker, kendisiyle paylaşır ve rahatlar, mutlu olur.
Tıpkı biriyle paylaştığında sıkıntının azalması gibi.
Veya biriyle paylaştığında mutluluğun hazının artması gibidir yazmak.
Yazmak insana başlı başına bunu sağlar.
Ama sadece yazmak bu değildir. Yazmak sadece edebi yazılardan ibaret de değildir. Yazmak bir sosyal sorumluluktur aynı zamanda.
Yine Şengül’ün yazısının bir yerinde dediği gibi ‘’ Ve yazı, kaygılı insanların işidir. Dünya halinden, kendi halinden kaygı duyanların işidir yazmak. Kaygılı olmak, sorunlara duyarlı olmaktır.’’
İşte bazen kızmak, sıkılmak da bundan kaynaklanır. Toplumsal yaşamda yönetenlerin yaptığı yığınla yanlışa, büyük aymazlıklara duyarsız kalan toplum bazen yazarı sıkar, kırılgan yapar.
Elbette yazar sıkılmasına, kızmasına rağmen yazmaya devam eder. Bizim gibi işi sadece yazmak olmayan insanlar bazen ara verir. Bazen yazmak istemeyebilir. Sonunda biz sadece paylaşmak için yazıyoruz. Bir nevi sosyal sorumluluğumuzu yerine getiriyoruz. Biz edindiğimiz bilgi ve belgeleri paylaşıyoruz. Yönetenleri de uyarmak, doğru ve yanlışları göstermek, onarlın vicdanlarına seslenmek, yapılan çifte standartlı uygulamaları gözler önüne sermek çabasındayız.
Yapılan güzel uygulamaları ve çalışmaları da toplumla paylaşarak yöneticinin iyi yaptığı işlerden haz almasına katkı sunmak istiyoruz. İş yapma azmine katkı sunmak istiyoruz.
Yazarken kimler bizi nasıl görüp derlendiriyor, bunu çok fazla bilmeyiz. Mutlaka herkesin bir bakış açısı ve hatta her yazıya göre bir bakış açısı oluşuyordur. Sen istediğin kadar tarafsız yaz, yazının ucu birilerine dokunuyorsa sen ona muhalifsin. Yazı birilerinin yaptığını doğruluyorsa sen yandaşsın. Ancak günümüzde sürekli yandaş ve muhalif yazanlar da oldukça fazladır.
Aslında yazmak biraz da fazlaca muhalif olmayı gerektirir. Gerek toplumda etki uyandırması ve gerekse yönetenlerin eksik ve yanlışlarını görmesini sağlayacak yazılar eleştirel yazılardır.
Ama eleştiri, yönetenler cephesinde pek sevilen bir durum değildir. Eleştiriyorsan ‘sen kötüsün, sen bizden değilsin’ bakış açısı içinde değerlendirilir. Halbuki yönetenlerin en fazla bu yazılara ihtiyacı vardır. Çevresinde bol miktarda ‘yağcı’ taşıyan, yöneticinin her yaptığını ve hatta hiç yapılmayanı bile övenlerin bulunduğu bütün yöneticilerin sonu hüsran olmuştur.
Yazma olgusu, bu tür sosyal ve siyasal konularda oldu gibi, edebi alanda da muhalif olduğunda ses getirir, konuşulur, gündem oluşturur. Toplumun yaşadığı şeyi olduğu gibi yansıtmak bile, eksik ve yanlışların görülmesini sağlaması açısından muhalifliktir, eleştiridir.
Siyasi ve sosyal içerikli yazılarda amaç bu kadar geniştir.
Elbette kişi kendisi için yazar. Ama kendi düşünce ve duygularını toplumla paylaşmak için yazar. Yoksa yazarın, yazdıklarını kendine saklaması gerekirdi.
Nusret Yılmazer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder