29 Kasım 2017 Çarşamba

SİYASİ ÜSLUP NEDEN DEĞİŞTİ

Ülkemizde siyasi üslup bayağı bir değişti. Hemen herkes bunun farkındadır. Çok partili sisteme geçtiğimizden bu yana siyasi liderlerin birbirlerine karşı kullandıkları dil hiç bu kadar kırıcı, incitici ve nezaket dışı olmamıştı.
Bu dilin değişmesi Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasette tam yetkili, kudretli (muktedir) olmasından sonra bozuldu diye düşünüyorum.
Ak Parti, neredeyse kurulur kurulmaz iktidar olan bir siyasi partidir. Bu onlara bir özgüven sağladı. Ancak iktidar olmalarına rağmen devlete tam hakim değillerdi. Devlet içinde, başta askerler ve yargı olmak üzere bunlara karşıydı. Dolaysıyla kullandıkları dil de, devlete hakim olmalarına paralel şekilde temkinli ve kibardı. Ve muktedir olamadıkları devletin bazı kurumlarından kaynaklı mağduriyetler yaşıyorlardı. Kibar görünümlü mağdurlar halk tarafından desteklendi, güçlendi.
Ülkedeki liberaller ve sosyalistler de bu kesimin iktidarda yaşadığı mağduriyete kayıtsız kalmadı. Recep Tayyip Erdoğan da bu kesimden bazı isimleri hükümete dahil etti, toplum desteğini %50’lere kadar çıkardı.
Bu arada iktidarına ortak ettiği bir kesim sayesinde asker ve yargıdaki etkinlikleri arttı. Askerin direnci kırıldı, yargıda kendilerine yakın isimlerle güçlü hale gelindi.
İşte bu süreçte ülke kötü şeyler yaşamaya başladı. Askerin direnci kırılıyor derken haksız ve adaletsiz şekilde asker darmadağın oldu. Yargının başındakiler sayesinde askeri komutanlar hakkında davalar açıldı, ülkeye ihanetle suçlandı.
Ülkenin başbakanının dili işte bu süreçte bozuldu. Başbakan bu haksız, hukuksuz yargılamaların savcısı oldu. Bu yargılamaları eleştiren, hükümetin uygulamalarını eleştiren liderlere karşı kullanılan dil de değişti, sertleşti. 
AK Partinin toplumda desteği ve İktidardaki muktedirliği arttıkça, iktidarın muhalefete karşı söylemleri sertleşti. İktidar, muhalefeti söylemleriyle, kullandığı dille ezmeye, ötelemeye çalıştıkça muhalefetin dili de ona paralel değişti.
Ve bugün gelinen nokta, AK Parti genel başkanı, Cumhurbaşkanı, ana muhalefet partisi genel başkanına “cibilliyetsiz” diyor. Bir ülkenin Cumhurbaşkanı bir ülkenin ana muhalefet partisine, “ana hıyanet partisi” diyebiliyor.
Bunları neyin karşılığında söylüyor?
Ana muhalefet partisi genel başkanı kendisine iki soru soruyor. Bu sorulara cevap vermek yerine hakaret ve küfür ediliyor.
Sorularda hakaret var mı? Yok.  İtham var. Cumhurbaşkanının yakınları (Oğlu ve kardeşi dahil) yurt dışındaki bir şirkete 15 milyon dolara varan para göndermiş. Cumhurbaşkanına “bunlardan haberin var mı” diye soruluyor.
Cumhurbaşkanı buna küfür ve hakaretle cevap vermek yerine, belgeler açıklanır ve bunların doğruluğu, yanlışlığı konusunda cevap verilir.
Hakaret niye?
Dünyanın demokratik rejimle yönetilen bütün ülkelerinde, ülkenin iktidarına karşı eleştiri, yolsuzluk iddiaları muhalefet partileri tarafından dile getirilir. Amaçları, buldukları yanlışlıklarla iktidarı yıpratmaktır. Zaten yalan yanlış iddiaları kanun karşısında gerekli cevap alınıyor.
Ak Parti döneminde şu da çok yapıldı. Ülkenin yapısından kaynaklanan nedenlerle bu ülke muhafazakar ve sağ tandanslı bir ülke. Bunu bilen İktidarın lideri muktedir olduktan sonra bunu sıklıkla kullandı. Bizimkiler, sizinkiler söylemini öne çıkararak çoğunluğu kendi tarafında tuttu.
Evet, bu ülke muhafazakâr yapıya sahiptir. Sol ve demokrat kesim sayısal olarak azdır. Peki, siyasetçi din üzerinden siyaset yapmalı mı? Etnik yapı ve mezhep üzerinde üstünlük sağlamalı mı? Bu üstünlüğü sağlarken her yol mubah mı?
Bunu önemsemeyenler muhalefetin sorularını abesle karşılıyor. Hakaret yoksa soru sormak niçin suç olsun? 
Yapılması gereken ona hakaret etmek yerine, belgelere bakmak ve bu işlemlerin yapılıp yapılmadığı konusunda yanıt vermektir.
Kılıçdaroğlu’nun ikinci sorusuna, Suriyelilere harcanan 30 milyar dolarla ilgili olana Cumhurbaşkanı bir yanıt verdi. Birinci soruya da böyle bir yanıt verilebilirdi. Şimdi bu soruyla ilgili Ak Parti çeşitli yanıtlar veriyor. Yok, para gitmemiş, para gelmiş. Yok, ticari faaliyet falan diye.
Oğlun, kardeşin, dünürün vs o şirkete para göndermiş mi? 20 günde 15 milyon dolara yakın para, kuruluş sermeyesi 1 sterlin olan şirkete ne için gönderilmiş? Cumhurbaşkanının en yakınlarının bunu yapması normal midir?
Bunları konuşmak yerine küfür ve hakaret yapılıyorsa benim aklıma farklı şeyler geliyor. Daha belgeleri görmeden yalan ve sahte diye nitelendirmek de öyle.
Yoksa siyasetin dili bunlar sorulmasın diye mi çirkinleşiyor. Küfür ve hakaret bunlar konuşulmasın diye mi yapılıyor?

Siyaseti tek kaleyle maç haline getirirsen soru sormak bile abes olur.

BEYEFENDİ BÖYLE İSTİYOR

Cumhurbaşkanı 28 Kasım Salı günü grup konuşması yapıyor. Dert yandığı konulardan biri de bürokrasi.
Diyor ki, “son zamanlarda öğrendiğim bir şey var. İşini iyi yapamayan birileri sürekli benim adımı kullanarak ‘beyefendi böyle istiyor’ diyerek oradaki işini kotarmaya çalışıyor. Kendi yapmadığını da ‘beyefendi böyle istiyor’ diye yapmıyor.  Devlette bürokratik oligarşi oluşmuş.”
“Ben bir bakanı, bir bürokratı arayıp direk bir şey istemiyorsam, benim böyle bir emrim, talebim yoktur.”
“Ben şimdi buradan açıkça söylüyorum. Ben bir şey istersem açar kendim söylerim. Aracı kullanmam. Senden birisi de benim adıma bir şey istiyorsa aç bana sor. Bakalım gerçekten ben böyle bir şey istemiş miyim?”
Bunu bu ülkenin en yetkili kişisi söylüyor. Cumhurbaşkanı, Saray, Külliye böyle istiyor diye işler yaptırıldığından şikayet ediyor.
Bu bir bakışta iyi bir şey gibi geliyor insanın kulağına. Öyle ya, bir ülkenin tek güçlü adamı bürokrasideki adam kayırmacılıktan şikayet ediyor. Cumhurbaşkanı bunu görmüş, duymuş ve rahatsız olmuş,  bundan da şikayetçi oluyor. Bundan halkın memnun olması gerekir diye düşünüyorsunuz.
Ama ben öyle düşünmüyorum.
Ben diyorum ki ülkede bütün işler kanun ve kurallar çerçevesinde yürümelidir. Öyle Cumhurbaşkanı öyle istedi diye, Bakan böyle istedi diye olmaz işler olura dönmemelidir. Tersi de olmamalı. Yani hukuk çerçevesinde olması gereken işler zaten yapılmalıdır. Bunu yapmayan bürokrat suç işlemiştir ve cezasını çekmelidir.
Ama Cumhurbaşkanımızın dediği bunlar değildir. Cumhurbaşkanı bunları uyarıyor.  Öyle birileri varsa, bunlar sana kadar gelmişse, neden bunlar cezasını çekmemiş, gereği neden yapılmamış diye yetkilisinden hesap sorulmalıdır.
Ülkeyi yöneten partinin, AK Parti’nin genel başkanı, bazı belediye başkanlarının istifa etmesini isterken de, yani onları görevden alırken de benzer bir yol izledi. İstifa etmek istemeyen belediye başkanları ne ile korkutuldu. Haklarında soruşturma açmakla. Hatta Balıkesir Belediye başkanı bizatihi tehdit edildiğini de söyledi.
Hâlbuki normal bir hukuk devletinde böyle işler olmaz, olamaz. Bir partinin belediye başkanını bizatihi genel başkan da belirlemiş olsa, onları halk seçtiği için, başkanı istifaya zorlamamalıydı. O ilin kaderi o partinin genel başkanının iki dudağından çıkacak cümlelere bırakılmamalıydı.
Eğer o başkanların suçları varsa içişleri bakanlığı haklarında soruşturma yaparlar. Zaten muhalefete ait belediyelerden müfettişler hiç eksik olmuyor. İktidar partisinin genel başkanı da memnun olmadığı belediyesini soruşturan müfettiş raporuna bakarak, suç işlenmiş ise gereği yasal olarak yapılmalıydı. O kişiler gidip hesap vermeliydi.
Ülkemizde işler hukuk ve demokrasi çerçevesinde yürümüyor. Bu yaşananlar bunu açıkça gösteriyor. Ülkede birçok işin “Beyefendi böyle istiyor” diye yapıldığını bizatihi en tepedeki yetkili söylüyorsa orada demokrasinin olmadığı da tescillenmiş oluyor.
Ama Cumhurbaşkanı bir algı yaratmak istiyor. Halk desin ki ‘bu ülkede adam kayırmacılık var, torpil var ama bu işler Cumhurbaşkanımın bilgisi dışında yapılıyor. Bak Cumhurbaşkanı da bundan şikayetçi.’ Bu algı tutar mı? Bu ülkede tutar.
Ülke beyefendinin istediği gibi yönetiliyorsa, ben sınav istemiyorum deyince sınav kalkıyor, ben bu başkanı istemiyorum deyince başkan, başbakan değiştiriliyorsa, o zaman herkes işini “beyefendi böyle istiyor” diyerek çözer.
Birçoğumuz unutmuşuzdur. Bir zamanlar yüce divanda yargılanmasını istenen dört bakan vardı. Bunlardan biri de Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar idi. Bayraktar bakanlıktan istifa ettiğini açıklarken bir televizyona yaptığı açıklamada şöyle demişti. “Ben suçluysam Başbakan da suçludur.. Ne yaptımsa Başbakanın bilgisi dahilinde yaptım. Hatta memleketin rahatlaması için Başbakanın istifa etmesi gerekir” demişti. Gerçi sonradan sular duruldu ve Bayraktar da özür diledi. Ama o bakanlar da yüce divana gönderilmedi, yargılanmadı. O günkü Başbakan, bugünkü Cumhurbaşkanı idi.

Yani “Beyefendi böyle istiyor” şifresi hem yeni değil, hem de çok boş gibi durmuyor.

22 Kasım 2017 Çarşamba

EBRU NİLHAN BOZKURT

Ebru’yu tanımayan kalmadı. Yani son günlerde TV’lerde haber izleyen, gazete okuyan herkes onu tanıma fırsatı buldu. Ve haklı olarak onun yaptığından da ülkesi adına gurur duydu.
Ebru; NATO’nun Norveç’te düzenlediği “Trident Javelin-2017” tatbikatında yaşanan rezaletin, yani Atatürk’e düşman liderler arasında yer verilmesinin ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın da sahte bir hesap kullanılarak “düşman ile işbirliği içerisinde” gösterilmesini fark eden ve bunu üstleriyle görüşerek Türkiye’nin askerlerini bu tatbikattan çekmesini sağlayan bir askerimiz.
Yani Ebru Binbaşı bu çirkin oyunu fark edip görmezden gelmeyen, ülkesini seven ve bunun gereğini yapabilen onurlu bir Türk askeridir.
Ebru Nilhan Bozkurt şimdi bütün halkın gözbebeği olmuştur. Ve sanırım devleti yönetenlerin de…
Ama bu devleti yönetenler döneminde Ebru Komutan çok da çile çekti. İktidarın yargıya getirdikleri sayesinde bu askerimiz casus ilan edildi. Hapislerde yattı. Görevden el çektirildi.
Neydi Ebru Komutanın suçu?
Sözde uçaklarımızın resimlerini çekmiş ve bu resimleri düşmana vermiş. Yani casusluk yapmış, vatanına ihanetle suçlanmıştı. Halbuki biz bu uçakları zaten dışardan alıyorduk. Zaten bunların resimleri öyle gizli saklı değildi ki.
Ama ona bu kumpası kuranların derdi başkaydı. Uçak alımlarında kendilerine çıkar sağlamak istediler. Ülke için uygun olmayan uçakların alınmasına imza attıramadıkları için Ebru ve onun gibi komutanlara kumpas kurdular. Casuslukla suçlayıp,  mahkemelerde yargılanmalarını sağladılar. Suçlu ilan ettiler, cezalar verdiler.
Ebru Komutan, bu ülkenin son yıllarda yaratılan mağdurlarından sadece biridir. Devleti yönetenler bunlara sebep olmuşlardır. Yıllardır devlette çöreklenmiş  bu hainlerin liyakatine bakmadan, kendilerinden olduğunu düşündükleri için yargıyı, emniyeti teslim ettikleri bir cemaat mensuplarını iş başına getirmişlerdir.
İktidar olanlar, devlete hakim olabilmek için bu cemaatin mensuplarıyla birlikte hareket ettiler. Taa ki bu cemaatin iktidarı tek başına sahiplenmek istemesine kadar. Ne zaman ki bu hainlerin ayak oyunları iktidar mensuplarını da devre dışı bırakmayı kapsadı, o zaman iktidar uyandı.
O güne kadar amaç bir, gaye bir, aynı yağmurun altında güneşli günler için yürüyorlardı.
Bu ülkenin ordusunun baş kumandanı hainlikten içeri alınmasına rağmen iktidar mensupları uyanmadılar. Uyaranları hain ilan ettiler. Binlerce, on binlerce mağdur yarattılar.
Ebru Nilhan Bozkurt Binbaşı,  kumpasçılarla yönetenlerin birlikteliği bozulduktan sonra suçsuzluğunu ispatladı. Davalar açtı, hakimler kumpasçı olmayınca gerçek ortaya çıktı. Ve Ebru Komutan görevinin başına döndü.
Bugün NATO’daki görevinin başında, ülkesi için hazırlanmış kumpası ortaya çıkardı. Bu kumpasın ortaya çıkarılması ile hükümetimizin eline büyük bir koz da geçmiş oldu. Güvenlik için işbirliği yapanların hiç de dostane olmadıklarını bütün dünyaya gösterdi.
Bu görevini layıkıyla yapmış komutan için iktidar sahiplerinin, en azından şimdi yüreklerinin sızlaması gerekir. Bu öyle makama davet edip kuru bir teşekkürle de geçirilmemelidir.
Belki Ebru Komutan’a kuru da olsa bir teşekkür edilecek. vicdanlarının halini görmesek bile.
Ya on binlerce mağdur? Üstelik görevleri başında olmadıkları için yapacakları kahramanlıkları görme imkanı da yok.
FETÖ hançeri ile bu ülkenin bağrında öyle bir yara açtırıldı ki kolay kolay kapanmaz.

21 Kasım 2017 Salı

GAZETECİYİ VURDURMAK!

Gazeteci Ali Tarakçı’yı ayaklarından vurdular. Sabahın 8.30’unda çocuklarını okullarına bırakırken, cadde ortasında, arkadan bir araç gelip Tarakçı’nın arabasına vuruyor. Ali’nin arabadan inmesini sağlıyor. Araçlarda hasar yok, kaza tutanağı tutmaya bile gerek olmayacak kadar hasarsızlık var. Arkadan vuran arabadaki iki kişi Ali Tarakçı’yı kendi arabalarının yanına getiriyorlar ve arabadan aldıkları silahı doğrultup pat, pat üç dört el ateş ediyorlar.
Hani öyle trafik tartışması, kaza kritiği falan yok. Zaten Ali Tarakçı öyle tartışacak bir insan da değildir. Gençlere,” haydi çocuklar zaten arabalarda pek bir hasar yok. Zaten arkadan vuran da sizsiniz. Onun için tutanak tutmaya da gerek yok” diyor.
Ama o gençlerin derdi kaza, tutanak değildir zaten. Bir iş havalesi almışlar. Bir siparişi yerine getiriyorlar. Hem de arabadaki üç yaşındaki çocuğunun gözü önünde bir babayı, bir gazeteciyi vuruyorlar.
İnsan vurmak hiç bu kadar kolay ve basit olmamalı. Hele bir gazeteciyi vurmak hiç bu kadar basit olmamalı.
Ama bir ülkede kanunlar kuşa dönmüşse, kamu görevi yapan gazeteciler, istenmeyenler hain ve gereksiz kişi olarak görülüyorsa o zaman gazeteci vurmak da bu kadar basit oluyor işte.
Bu işin pek önemli bir cezası da yok zaten. Basit adam yaralamanın cezası 4 aydan, en fazla 4 yıla kadar hapis cezasıdır. Ama bunu trafik kazası tartışmasında yaparsan adam tutuklu da yargılanmıyor. En fazla bir iki bin TL para cezası alıyor.
Mesele o değil. Mesele memleketimizde insana verilen değer. Ve birisinin hoşuna gitmeyen bir yazı yazmanın sonucu, diğerinin onu korkutmak için, onun canına kast etmeyi göze alabilmesi. Bunun ise pek bir cezası yok. Hele sırtını hükümete dayamışsan hiç korkun olmaz.
Biz, elimizdeki tek malzeme olan kalemimizle, yine de bunu yaptıranlara söyleyeceğimiz birkaç şey var. Bunu söylemek bizim tek çabamız. Ve elbette bu kötüleri ve kötülükleri toplumun dikkatine sunmaktır amacımız. Bizim asıl işimiz budur. Güzel işleri ve olumsuz işleri topluma sunmaktır. Toplumsal değişim böyle olur, toplumun bakış açısı böyle değişir diye düşünürüz. Bilmek, haber almak toplumun temel hakkıdır ve bunu sağlamak da gazetecilerin görevidir. Biz başkacada kimsenin gözünü korkutmayız, kimseye gözdağı vermeyiz.
Peki, gazeteciler içerisinde hiç kötülük yapan, mesleğini kendi çıkarı için kullanan, bundan çıkar sağlayan yok mudur? Elbette vardır. Ama biz onların da vurulmalarından yana değiliz.
Gazetecinin yazdığından mağdur olan birinin yapacağı işler bellidir. Birincisi,  gazeteciye doğru bilgileri vermek ve gazetecinin yanlışını anlamasını ve doğruyu yazmasını sağlamaktır. İkincisi, birçok gazeteciyi davet etmek ve yazılanların yanlışlığını tüm kamuoyu ile paylaşmak. Gazeteci kötü niyetli ve verdiği maddi, manevi zarar varsa, bunun hesabını da yargı önünde sormak. Çünkü gazetecilerin dokunulmazlığı yoktur.
Bizim ikinci sözümüz de devletedir. Devlet de bu işlerin böyle rayında, sağlıkla, hukuk içinde yürümesini sağlamakla görevlidir. Devleti yönetenler bu sorumluluklarını yerine getirmiyorsa ki Türkiye’deki durum budur. Hatta bizatihi devlet bu haksızlıkları yapıyorsa o zaman biz ne yapacağız?
Gazetecinin işi yine burada, bu olumsuzluğu halka anlatmaktır. Onun başka bir aracı yoktur. Gazeteci silah kullanmaz.
Derler ki, gazetecinin silahı kalemidir. Ama ben şahsen bu söze katılmam. Çünkü silah kötüdür. Birine zarar vermek için kullanılır. Gazetecinin amacı birine zarar vermek olamaz. Birinin yanlışını, topluma verilen zararı, birilerinin toplum sırtından nasıl çıkar sağladığını yazmaktır, anlatmaktır. Yani birilerinin eylemlerinden toplumun zarar görmesini engellemeye çalışmaktır. Birilerinin haksız çıkar sağlaması toplumun aleyhine bir durumdur. Gazeteci bunu topluma haber verir, bilgilendirir yalnızca.
Gazeteci vurduranlar kendine hiçbir şekilde haklılık payı çıkaramazlar. Eğer haklılık payları var ise, kendilerini savunması için yapmaları gereken hiçbir şeyi yapmamışlardır. En kötü yolu seçmişler, birilerine elli, yüz bin TL verip git ayağına sık demişlerdir.

Bilin ki suçunuz büyük. Hiçbir gazeteci vurulduğu için küçülmez, aksine büyür. Ama onu vurduranlar, zaten küçük adamdırlar ama iyice küçülürler.

20 Kasım 2017 Pazartesi

Eğitim, Siyaset Üstü Olmalı

Bu söz çok doğru biz sözdür. Ama sözün doğru olması ne kadar önemliyse, o sözün kimin tarafından söylendiği daha önemlidir. Zira sözlerin önemi söyleyene göre daha bir anlam kazanır veya önemsiz hale gelir.
Bu sözü bilim adamları yıllardır söylüyorlar. Dünyanın gelişmiş bütün ülkeleri eğitim sistemini siyaset üstü tuttukları için başarılı oldular. Bilimde ve teknolojide geliştiler.
BU sözü vatandaş söylerse de doğrudur. Eğitim politikasını belirleyen ve uygulayanları eleştirenler söylüyorsa da doğrudur.
Ancak bu sözü, 15 yıllık iktidarları döneminde eğitimi yaz boz tahtasına çevirmiş bir iktidar partisinin son başbakanı söylüyorsa bu söz fazla anlam kazanmaz. Zira bu kadar uygulamasını gördüğümüz bir siyasi anlayışın son başbakanı söylüyorsa ve önümüzdeki seçimi çok önemsiyorlarsa, bunun tek bir anlamı vardır. O da yine bu halkı kandırmak istiyorlardır.
Siz kalkın, ülkedeki bütün kurumlar gibi eğitimi de bir cemaate peşkeş çekin. Sınav sistemleri hemen her yıl değişsin. Sınav soruları sürekli bir cemaatin mensuplarına önceden aksın. Belli kurumlara sürekli birilerinin kontrolündeki öğrenciler girsin.
Eğitimi bilimsel temellerden uzaklaştırıp dini temellere dayatmaya çalışın. Yine dini duyguları size yakın olan ama eğitim alanında hiç de başarılı olmayan insanları eğitimin başına getirin. Milli eğitim müdürlerini, okul müdürlerini hep aynı kesimden oluşturun.
Eğitimde isim yapmış, her kesimin çocuğunu okutmak istediği, ülkenin en başarılı eğitim kurumlarının müdüründen, öğretmenine kadar bütün kadrolarını dağıtın. Bu okulların başına vasat ve sizin siyasi düşüncenize yakın kişileri getirin.
Başarılı olan eğitim kurumlarını örnek alıp, ülkedeki bütün okulları bu seviyeye çıkarmak yerine siz, bu sayılı birkaç okulu da alt kademeye indirin. Bunlardan hiç rahatsızlık duymayın. Bunları eleştirenleri vatan haini ilan edin.
Teog’u, LYS, YGS’yi, ne kadar sınav sistemi varsa siz durmadan değiştirin. Her bakan değiştiğinde eğitim politikasını değiştirmekte hiçbir sakınca görmeyin. Yapmayın etmeyin çocuklarımıza yazık oluyor diyenleri duymayın. Sesini size duyuranları eğitimden alın, yetmedi onları hapse atın.
İşini geri isteyeni terörist ilan edin. Bu insanlar açlık grevlerinde ölüme yatsın. Hapiste ölmelerini bekleyin.
Eğitimi kimlere teslim ettiğinizi halen görmeyin. Sonra kalkın “eğitimin Türkiye'nin en önemli sorunlarından biri haline geldiğini söyleyin. Konunun siyaset üstü olması gerektiğini” anlatmaya çalışın.
Başbakan Binali Yıldırım, “sorunların çözümü için herkesten destek beklediklerini” belirtmiş. "Eğitim, Türkiye'nin en önemli sorunlarından biri haline geldi. Bu konu siyaset üstü olmalı'' de. Başbakan şu ifadeleri de kullandı:

"Eğitimi günlük tartışmaların ve siyasetin malzemesi haline getirmeye kimsenin hakkı yok. Bilen, bilmeyen herkes konuşuyor. Eleştirel yazıları toplayıp, onlar üzerinden muhalefet yapıyorlar. Kendi düşünceleri yok. İlle de iyi eğitim istiyorsan gel okul yap, burs ver veya bunu yapanlara zorluk çıkarma."
Eğitimi bilen bilmeyen herkes konuşuyor. Eğitim konusunda 15 yıllık tecrübeye sahip bir partinin son başbakanı konuyu bilen olarak herkes konuşmasın diyebiliyor halen. Taraflı uyguladığınız eğitim politikası resmen bitmiştir. Bir öğrenci velisi olarak içimiz kan ağlıyor. Siz eleştirilere kulak vermeyin. “Davanız” uğruna eğitim bitti, ülke batıyor. Siz halen halkı kandırmak peşinde gidiyorsunuz.
Beklediğiniz tek şey size birileri okul yapsın, burs versin. Siz eğitimden bunu anlıyorsanız vay halimize…

Yazık bu ülkeye, Yazık yarınlarımızın güvencesi çocuklarımıza.

19 Kasım 2017 Pazar

HAVAMIZ KİRLENMİŞ

Türk Toraks Derneği tarafından yapılan açıklamaya göre Türkiye’nin havası komple kirliymiş. Havası temiz tek il Rize kalmış. İstanbul’da havası en kirli ilçeler Esenyurt, Göztepe ve Aksaray semtiymiş.
Esenyurt, Beylikdüzü’nün yanı başında olan bir yerleşim bölgesi. Yani biz Beylikdüzü’nde oturanları yakından ilgilendiriyor. Bana ne Esenyurt’tan deme şansımız yok. Esenyurt’ta sigara içilse dumanı Beylikdüzü’ne geliyor. Biz sadece beton kirliliği var sanıyorduk, meğer hava alınamaz duruma gelmiş. O kadar gökdelen yapıldı ki, burada yaşayanların arabalarını bu yollar kaldırmaz. Bunlar yerin üstünde olanlar, bir de yerin altı var tabii. Buranın pisliğini hangi kanalizasyon taşıyacak? Ambarlı arıtma tesisi şimdiden SOS veriyor. Yarın pis kokular bütün bölgeyi saracak.
Kaldı ki bütün Türkiye’nin havası kirlenmiş. Ama bizim toplum bununla pek ilgilenmiyor.
Bir zamanlar İstanbul’un havası çok kirli idi. Henüz doğalgaz kullanımı başlamamıştı. Koca İstanbul kalitesiz kömürle ısınıyordu. Çıkan bol kükürtlü duman havayı solunamaz hale getirirdi. Sonra evlerde ısınma amaçlı doğalgaz yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Sanayi kuruluşları doğalgazı kullandı da bu hava kirliliği azaldı. Bir zamanlar Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan İstanbul’un havasının kendisinin belediye başkanı olmadan çok kirli olduğunu ve kendi döneminde İstanbul’un havasının temizlenmesi ile övünürdü.
O tarihten bu yana Recep Tayyip Erdoğan İstanbul’u ve 2002 den bu yana da tüm Türkiye’yi yönetir oldu. İstanbul’la birlikte bütün ülkenin havası kirlenmiş. Tek temiz il Rize kalmış. Şimdi oranın da havası kirlenecek. Zira zor ulaşılan yaylalara bu hükümet yol yapıyor. Ağaç demiyor, dere demiyor hepsi yok oluyor. Kolay ulaşılamayan yerlere kolay ulaşılır olacak ve insanın kolay ulaştığı her yer kirlenecek. Ağacı doğası yok olan yerin havasının temiz kalması mümkün değildir.
Nedir bu Türk Toraks Derneği? Amacı nedir? Neler yapar da bu konularda ahkam kesiyor? Ve neye dayanarak, neyi ölçüm yaparak bu sonuca varıyor derseniz, kısaca yazalım.
Türk Toraks Derneği soluduğumuz havayı ölçen bir sivil toplum kuruluşudur. Göğüs ve  Solunum yolu uzmanı doktorların kurduğu bir dernektir. Yani solunum yetmezliğini ölçerler. Nerede rahat nefes alınır, nerede hava kirliliği artmış ve yaşanamaz durumuna gelmiş bunu da araştırırlar. Yani işleri insanın rahat nefes alması ile ilgili.
Bu değerleri de dünya sağlık örgütünün belirlediği verilere dayanarak açıklarlar.
Türk Toraks Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Fuat Kalyoncu, “Dünya Sağlık Örgütü’nün ‘görünmez katil’ olarak tanımladığı ve dünyada her yıl 7 milyondan fazla kişinin ölümüne yol açan bu sorunun tanınmasını ve bu sayede her an soluduğumuz zehirli havanın artık son bulmasını istiyoruz” dedi.
Karadeniz bölgesi Türkiye’nin en yeşil bölgesidir. Havası da en temiz yerlerin başında gelirdi. Ancak gözüken odur ki, oraların da havası büyük ölçüde kirlenmiş. Nasıl kirlenmesin ki biz devlet olarak yeşile, güzel doğaya düşmanca davranıyoruz. Toplum olarak da güzel doğayı çok sevdiğimiz söylenemez.
Devlet, nerede güzellik var orayı zengin birilerine satmaktan, orayı maden arama uğruna talan etmekten çekinmediğini her fırsatta bize göstermekten çekinmedi. Artvin Carettepe’de yapılanlar bunun son örneğidir. O güzelim doğaya dozerler girdi, halkın direnmesine rağmen doğa yağmalanmaktan kurtulamadı.
İnsanımız da doğaya pek duyarlı davranmaz. Millet olarak piknik yapmayı çok severiz. Mangallar yakar yer, içeriz. Ama bütün atıklarımızı orada bırakır geliriz. Poşetlerimiz, yediklerimizden arta kalanları hep orada bırakırız. Kimse çevreye özen göstermez, kendi atığını temizlemez. Temizleyene de çok hoş bakılmaz. Bu millet doğaya alabildiğine hoyrat davranır. Çoğu kez mangal yakayım derken koca ormanı yakar da dönüp bakmaz.
Devlet ve millet bu anlayışta iken bu ülkenin havası nasıl temiz kalır. Havayı temizleyecek orman azaldıkça elbette havamız da kirlenecek.
İstanbul’a ha bire çevre yollar yaparız. Boğaz üzerine 3. Köprü yapmakla övünürüz. Dünyanın en büyük hava limanını yapmakla övünürüz. Ama bu yolların neyi yok ettiği ile pek ilgilenmeyiz. İlgileneni, bu yağmacılığa karşı çıkanları hain ilan ederiz.
Çünkü inşaat yapmayı, yol yapmayı medeniyet sayarız. Ama doğaya sahip çıkmayı hainlik ilan ederiz.
Sonra makamı en büyüğümüz çıkar “biz İstanbul’a ihanet ettik. Bunun sorumlusu da benim” der. Ama bu toplumun gıkı bile çıkamaz.
Oysa bir olumsuzluktan sorumlu olanların hesap vermesi gerekir. Gerekir ki, sonra birileri tekrar benzer olumsuzluklar yaşatmasın topluma.
Ama biz sadece kendi kendimizi kandırmakla meşgulüz. Ne kimse yaptığından pişmandır. Ne de bunu anlayacak bir toplum vardır.
Yarın yaşanmaz hale gelecek bu güzelim ülkede. Nefes alamayacağız. Bütün ülke bizim olsa neye yarar. Çocuklarımız, torunlarımız ne olacak? Onlar nasıl yaşayacak?
Biz çocuklarımızı düşünmeyecek kadar bencil bir toplumuz?

Ben bu yazıyı yazarken Cumhurbaşkanımız Bayburt’ta konuşuyordu; “Bayburt bizi seviyor, biz de Bayburt’u. Bayburt işini bilir. 2019 da Cumhurbaşkanlığı seçimleri için köylere kadar dolaşın ve güçlü şekilde beni seçin. Allah razı olsun” diyordu.

12 Kasım 2017 Pazar

HALK NİÇİN ÇARESİZ

Bir önceki yazımda hükümetin halkın refahını çok düşünmediğini, onların yaşamını nasıl zora soktuğunu, uyguladığı vergi politikalarını örnek göstererek anlatmaya çalışmıştım.
Elektrik faturasındaki vergi miktarını, okuma bedeli adı altında yüksek bedeller aldığını, verginin üstünden ikinci bir vergi aldığını yazdım.  Su faturasında da bakım bedeli adı altında düzenli ve yüksek meblağlar alındığını kendi faturamı örnek göstererek anlatmaya çalışmıştım.
Ve halk bu uygulamaları yapan iktidara halen yüksek düzeyde destek vermeye devam ediyor. 
Burada bir çelişki var. Ya halk bu kadar sıkıntıda değil, ya da halkı çıkmaza sokan bir çaresizlik var.
Halkın büyük bölümünün söylediği gibi burada bir çaresizlik var. Halk bu iktidardan vaz geçsin de hangi alternatifi seçsin?
İktidara en yakın siyasi parti CHP. Peki, CHP AKP’den farklı bir uygulama mı yapacak? CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bunu söylüyor.  Bunu nasıl yapacağıyla ilgili örnekler veriyor ama gel gelelim ki CHPli belediyelerin yönetimde olduğu yerlerde uygulamalar böyle mi?
Bunu da, nasıl kendi elektrik ve su faturamı örnek göstererek yazdım ise burada da benim yaşadığım ilçeyi örnek göstereceğim.
Beylikdüzü’nde yerel yönetimde CHP iktidarda. Son on yıldır Beylikdüzü’nü yöneten AKP’den farklı bir parti, CHP 4 yıla yakındır yönetiyor. Önceki on yılda belediye başkanına gayrimenkul satma yetkisi verilmeyen ilçemizde; belediye mülkleri, bu son dönemde satıldı, kat karşılığı inşaata veridi.
Peki, belediyenin borçları mı azaldı, bütçesinde oldukça yüklü paralar mı var?
50 milyon TL borçla devralınan belediyenin bugün 200 milyon civarında borcu var. Yani ekonomik durumu daha kötüye gitmiş.
Son on yılda iki kez emlak vergileri güncellendi ama emlak vergileri hiç yüzde yüz veya yüzde iki yüz artmadı. Ancak ilk CHP iktidarında yüzde dört yüz artırıldı.
Belediye başkanımız bunu; “gayrimenkulleri gerçek değeri üzerinden vergilendirdik” diye savundu.
CHP’liler de, ‘bu belediye başkanı bu kente değer kattı, emlak çok değerlendi, o halde bu halk da bunun vergisini verecek’ diye savundu.
Birincisi, bu kentteki gayrimenkuller bu belediye döneminde böyle bir değer kazanmadı. Beylikdüzü her dönem temizdi. Yeşil oranı, yaşam vadisi dışında artmadı. Sadece Beylikdüzü’nde heykeller gözle görünür ölçüde arttı. Halkın ne kadarını ilgilendiren önemli yatırımlar oldu, halkın yaşamı ne kadar değer kazandı bunu Beylikdüzü halkı takdir edecek.
 Bu kentte emekli nüfusu oldukça fazladır. Bunlar da emekli olmadan aldıkları bir iki dairenin kira geliri ile hayatlarını idame ettirmeye çalışıyor. Malum bu ülkede emekli maaşı ile geçinmek hiç de kolay değil.
Emekli kiraya verdiği daireden aldığı kira ile yaşamını sürdürmeye çalışırken bu yerel iktidar dedi ki, ‘hop, sen çok gelir elde ediyorsun. Senin gayrimenkulün emlak değeri düşük, ben gerçek değerine yükselteceğim ve senin gelirinin bir aylık kirasını da şimdi fazladan ben alacağım.’
Neden?
‘Çünkü senin dairenin gerçek değeri 150.000 TL değil. 500.000TL.’
İyi de senden önceki yerel yönetim bana böyle bir ceza kesmedi.
‘Olsun, ben gerçekçi bir yerel yönetimim.  Yaz boyunca size eğlenceler düzenledim. Çok personel çalıştırdım. Masraflarım çoğaldı, borcum yükseldi. Şimdi emlak değerlerinizi yukarıya çekerek gelirimi artıracağım.’
Normalde vatandaşın ne demesi lazım?
Ben de sana oy vermem. Seçimlerde başka birini seçer ve seni bu gelirden mahrum ederim.
 Bu ülkede böyle bir halkın pek bulunmadığını bilen. Bunu defalarca test etmiş  ülke iktidarı devreye girdi ve buradan kendine pay çıkardı.
‘Bakın, sizin kurtarıcınız benim. Bu CHP iktidara gelirse hem ülkenin borçları artar, hem de sizin yaşamınız daha zora girer. Gayrimenkul değerlendirmesinde öyle %400, %1000, %3000 değer artışı olur mu? Bakın biz daha insaflıyız. Allah sizi bunların eline düşürmesin’ dedi ve kanun çıkararak bu halkın emlak değer artışını %50 ile sınırladı.
Allah var, Ak parti öyle %50’nin üzerinde vergi artışı da pek yapmadı.
Bu halk da onun için kendini Ak partiye mecbur hissediyor.
Ne yapsın yani, başka bir ben yaptım oldubitti ci anlayışa, hem de çok insafsız bir oldubitti ci anlayışa mı teslim etseydi.
Peki, bu CHP’de hiç mi bunu düşünecek biri çıkmadı, eleştirmedi de böyle bir yanlışa düşüldü. Çıkmaz. Ülkenin kaderi budur! Reis ne derse o abi. Ülkenin reisi ne derse, ilçenin reisi ne derse o olur.
Hükümet istediği uygulamayı yapıyor. Bazı şirketler oluk gibi para kazanıyor. Halkın cebinden alınıp onlara veriliyor. Halk bütün bunları görüyor, kızıyor, hatta halkın canı burnunda.
Ama yağmurdan kaçarken doluya da tutulmak istemiyor.
Üstelik bu iktidar inancına daha yakın! Allah ve Peygamberi dilinden düşürmüyor.

Yani halka da başka bir seçenek pek kalmıyor gibi.

10 Kasım 2017 Cuma

DEVLET VATANDAŞI SOYUYOR, VATANDAŞ ÇARESİZ

Dışarıya karşı halkın menfaatini korumak, içeride refahını sağlamak, güvenliği korumak devletin vazifesidir.
Diktatörlükle yönetilen rejimlerde halkın yönetenlere karşı  sesi pek çıkamaz. Bu rejimlerde halkın örgütlenmesi oldukça zor ve sıkıntılıdır.
Ama yeterince demokratik olmasa da, birçok haksızlık ve hukuksuzluk olsa bile, hükümetlerin seçimle belirlendikleri sistemlerde halk, kendisini sıkıntıya sokan uygulamalara tepki gösterir,  bunu uygulayan hükümetlere, yönetenlere karşı tepki koyar. Yani seçimlerde bunu gereğini yapar, verdiği oylarla hükümetleri mükâfatlandırabilir veya cezalandırabilir.
Ülkemizde halk, Ak Parti’nin uygulamalarından memnun ki 15 yıldır oylarıyla iktidarda tutuyor.
Peki, halk gerçekten memnun mu?
Sürekli önemli oranda oy verdiğine göre, memnun.
Ancak sokakta vatandaşla konuştuğunuzda, vergi politikalarını, fiyatları konuştuğunuzda halkın şikâyetçi olduğunu da görüyorsunuz.
Mesela benzin fiyatlarının bu kadar yüksek olmasından halk memnun mu? Beş buçuk liranın üzerine çıkmış benzinin sadece yaklaşık iki TL’si benzinin ücreti, gerisi vergi. Araba fiyatlarındaki vergi oranları da benzindekinden çok farklı değil.
Çiftçi mazotu beş TL’ye alır oldu. Vergi oranı benzindeki gibi anormal ama yatlar mazotu 2 TL’den alabiliyorlar. Ve bu ülkede çiftçi çoğunlukla halen bu hükümete oylarıyla destek veriyor.
Bütün halkın tükettiği elektrik ücretlerine bakalım. Ben kendi evimin elektrik faturasından örnek vereyim. Son ödemesi 19.9.2017 olan elektrik faturamda Tüm enerji bedeli 101 TL olarak gözüküyor.  Sadece Dağıtım bedeli olarak gözüken 56.31 TL. ilk gözüken vergiler toplamı 64.42 TL.  100TL’lik fatura bu ilk vergilerle 165,75 TL’ye çıkıyor. Sonra bu tüketim bedeline ve vergilere bir vergi daha geliyor, KDV. Bu da 29.83TL. Yani 100 liralık elektrik tüketimi için benim ödeyeceğim meblağ 195,50 TL’ye çıkıyor.
Vergiye vergi uygulayan tek ülke biz olmalıyız. Yukarıda yazdığım faturada 64.42 TL vergiler var. Ve sonunda buna ayrıca katma değer vergisi uygulayarak vergi miktarını 95TL’ye yükselten bir ülke Türkiye.
Sadece elektrikte mi böyle?
Elbette değil. Halkın yaşamında çok önemli rolü olan elektriğin yanında su faturasına da bakalım.
Yine aynı dönemdeki kendi evimin su faturasını örnek vereceğim.  Son ödeme tarihi 20.9.2017. Biz bu ayda şehir dışında olduğumuz için pek su kullanmamışız. Kullandığımız su miktarı bir m3. Dolaysıyla kullanılan bir m3 suyun ücreti faturada 4.45 TL olarak gözüküyor.  Bu faturada 5.04 TL bakım bedeli konulmuş. KDV’si ÇTV’si  (Çevre Temizlik Vergisi) toplam 10.09 TL olmuş.
Sormak gerekmez mi ; her ay yüzde yüze yakın bakım bedelini ne için alıyorsunuz? Bu faturada bakım bedeli yüzde yüzden fazladır. Yani su tüketimi azaldıkça bakım bedeli artıyor. Çünkü su tüketiminin 8m3 e çıktığı sonraki faturada bakım bedeli 4.50 TL’ye düşmüş. Orda da ÇTV ve KDV arttığı için ödediğim vergi hep yüksek. Yüksek miktarda su kullansan vergin yüksek, az kullansan, adı değişse de ödediğin vergi daha yüksek.
Elektrik faturalarındaki yüksek meblağlı dağıtım bedellerine ne demeli. Üstelik her faturada ayrı meblağlar alınıyor. Bir faturada 35TL, bir diğerinde 56.50TL. Bu nasıl bir keyfi uygulamadır?
Bazı şirketler oldukça torpilli. Hükümete yakın iş adamlarının şirketleri her türlü uygulamayı yapabiliyor. CLK bunların başında geliyor.
Hal böyle iken ve bütün halk bunu yaşarken buna bir tepki göstermiyor.
Ve bu ülkede her şeyin yolunda gittiğini savunan, halkı çok düşündüğünü, halk için doğru uygulamalar yaptığını söyleyen ve halkı da buna inandıran bir iktidar var.
“Bunu da sadece önceki iktidarlar daha kötüydü” gerekçesiyle yapabiliyor.
Bu ülkede asgari ücret 1.400TL, Emekli maaşlarının çoğunluğu bu civarda. Hayatını idame ettirmek oldukça zor.  Çalışana, emekliye yüzde 3 – 5 zam gelir, milletvekiline yüzde 20. Enflasyon yüzde 10’un üzerinde ama halkın iktidar partisine desteği büyük çoğunlukla devam ediyor.

Bir sonraki yazımda halkı bu cendereye sokan anlayışın sebebini açıklamaya çalışacağım.