13 Ocak 2018 Cumartesi

SAĞLIK SİSTEMİ SOS VERİYOR

Ak Parti hükümetlerinin en fazla övündüğü işlerin başında sağlık sisteminde yaptığı iyileştirmeler ve yenilikler geliyordu.  Eski hükümetler döneminde hastanelerdeki doktor ve ilaç kuyruklarını hatırlatıp, “şimdi öyle mi, telefonla 182’den veya internetten hemen randevunu alıp, doktorunuzu seçebiliyorsunuz.  İlaçlarınızı öyle hastanedeki ilaç kuyruklarında beklemeden, istediğiniz eczaneden alabiliyorsunuz” söylemi ile propaganda yapılıyordu.
Hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan,  rakibi olan ana muhalefet partisi lideri Kılıçdaroğlu’na bu konuda alabildiğine yüklenmektedir. Kılıçdaroğlu’nun SSK genel müdürü olduğu dönemde hastanelerde bu kuyrukların olmasından onu sorumlu tutmakta, onu SSK’yı batırmakla suçlamaktaydı. Sanki kendileri döneminde sağlık sistemindeki iyileşmenin mimarı siyasi iktidarları değil de SSK genel müdürüymüş gibi, o dönemdeki başarısızlıktan genel müdür Kemal KIlıçdaroğlu’nu sorumlu tutuyor.
Neyse biz gelelim sağlık sisteminin bugün yeniden SOS vermesi konusuna.
Hani internetten veya 182’yi arayıp doktor seçip randevu alıyorsun ya. Bilmem iktidardakiler ve yakınları son zamanlarda hiç bu yolla hastanelerden randevu aldılar mı?
Muhtemelen almamışlardır. Zaten iktidara yakın olanların bu tür zahmetli işlerle uğraşacaklarını da pek sanmıyorum. Zira bütün kapılar onlara otomatik açılır. Parası olanlar sağlık sorunlarını, anlı şanlı özel hastanelerde çözmeyi tercih ederler.
Ama biz bu yazıyı yazıyoruz ya; Onlardan birileri denesin bakalım devlet hastanelerinden randevu alabilmeyi. Bakalım kaç gün sonraya randevu alabiliyorlar. En basit bir muayene için kaç gün sonrasına randevu veriliyor bir görsünler.
Bazı sağlık sorunları için aylar, hatta yıl ve yıllar sonrasına randevu bile veriyorlar. Birçok hasta randevu verilecek o uzak tarihe kadar ağrılar içinde kıvranacak.
İster 182 den, ister internetten randevu almaya kalkın, öyle kolay randevu alma dönemi bitmiş. Hani bir gazete haberi vardı, randevu alabilmek için 6 ay uğraştı” diye yazıyordu. Bir başka haberde 1 yıl sonrasına ultrason randevusu, uyku testi için 27 ay sonrasına randevu. Diş teli sırası 6 yılda geliyor. Randevular aylar sonrasına veriliyor. O da yetmezmiş gibi muayene vaktinde de içeri almıyorlar, saatlerce sıra beklemek zorunda kalınıyor. Doktor kapısında kavgalar yaşanırken, öğlen yemeği yemeye fırsat bulamadan çalışmaya devam eden doktorlar var.
Ben Liseye giden çocuğum için Beylikdüzü devlet hastanesinden, internetten randevu alayım dedim. Ancak sistemden Beylikdüzü hastanesi çıkmıyor.  182’yi aradım, bir dahiliyeden, bir de Kulak burun boğaz doktorundan randevu istedim. Birine 19, diğerine 20 gün sonrasına randevu alabileceğimi söylediler.
Yani öyle hemen 20 gün sonrasına randevu da vermiyorlar. “Siz birkaç gün sonra yine arayın o zaman bu tarihe randevu alabilirsiniz” dedi.
Ben telefondaki kızcağıza anlatmaya çalıştım; İyi de birkaç gün sonra aradığımda yine bu tarihe randevu alamayacağım ki, daha ileri bir tarih söyleyeceksiniz. Zira bu sürede başkaları da randevu isteyecek ve o tarihler dolmuş olacak. Söylediğiniz tarih boş olarak beni beklemeyecek ki.
182 personeli, “haklısınız ama benim yapacağım bir şey yok” diyebildi, sesini kısarak.
Telefonu kapattıktan sonra kendi kendime söylendim, hani sağlık sisteminde devrim yaptık diyorlardı. Hani sağlık sitemi bu hükümetin en iyi yaptığı işlerin başında geliyordu?
Benim çocuk okula gidiyor, yani hafta sonu devlet hastanesi doktoruna götüremem. Onların vereceği tarihe kadar çocuk baş ağrısı çekecek. Haa aile doktoru derseniz bu sorun uzman dokturun bakması gereken bir sorun
Üniversite hastaneleri derseniz onların hali içler acısı. Sayıştay rapor hazırladı, bu rapora göre “üniversite hastaneleri iflasın eşiğinde.”  Sadece Çapa hastanesinin borcu 500 milyon TL. Böyle borcu olan 43 üniversite hastanesi var. SGK bu hastanelere paralarını ödemediği için bu hastaneler iflasın eşiğine gelmişler. Yani SSK da kötü durumda zira üniversite hastanelerinin alacağını ödeyemiyor.
Bunları hükümeti eleştirmek için söylemiyorum. Gerçekten sağlık sistemi tıkanmaya başladı. Bu sorun öyle yeni hastane binaları yapmakla çözülmüyor. Hele hastanelerin özele kiralanması anlamına gelen şehir hastaneleri sistemi, bu işin iyice tıkanmasına neden olacak. Hastaların cebinden sağlık için çıkacak paralar vatandaşın canına tak edince o zaman sesler daha çok yükselecek. Zira şehir hastaneleri ücretli sistem olacak. Özele kiralanacak hastaneler sistemi olacak. Ha bire hasta sevkleri yapılacak. Mevcut devlet hastaneleri kapatılacak ki o şehir hastanelerine müşteri gitsin. Onlara yeterli müşteri gitmez ise, yani müşteri sayısı azalırsa tıpkı köprülerdeki gibi devlet onlara para ödemek durumunda kalacak. Bir taraftan cebinden fazla para çıkacak vatandaşın isyanı, öte yandan sağlık hizmetinden yararlanacak hasta sayısının düşmesinden dolayı devlete pahalı gelecek bir sağlık sistemi olacak.

Sağlıkta Dönüşüm programı hastaları olduğu kadar hekimleri de isyan ettiriyor. Kamu hastanelerinde bitmek bilmeyen kuyruklar, hastalardan alınan katkı-katılım paylarına her geçen gün bir yenisinin eklenmesi, performansa dayalı ödemelerin nitelikli sağlık hizmetini ortadan kaldırması gibi pek çok faktör sağlıkta gelinen noktayı da gözler önüne seriyor. Yani sağlık sisteminde imdat sesleri yükseliyor. 

9 Ocak 2018 Salı

10 OCAK ÇALIŞAN GAZETECİLER GÜNÜ

Beylikdüzü Belediyesi 10 Ocak Çalışan gazeteciler günü nedeniyle 8 Ocakta bir toplantı düzenledi. Toplantıya bölgemizde hizmet veren gazetecileri davet etti. Basın Konseyi Başkanı Pınar Türenç ile 50 ve 66 yıllık gazetecilik yapmış iki duayen isim, Tufan Türenç ile Oktay Ekşi de bu toplantıya davet edilmişlerdi. Bu gazeteciler, dünden bugüne Türkiye’de gazetecilikle ilgili bilgilerini ve deneyimlerini paylaştılar.
Bölgemizdeki yerel gazetecilerin temsilcisi olan iki örgüt temsilcisi; İstanbul Yerel gazeteciler Derneği Başkanı Mehmet Mert ve Yerel Basın Birliği Derneği Başkanı Nezir Karayün de bu toplantıya katılarak birer konuşma yaptılar.
Beylikdüzü Belediyesi toplantıyı Gürpınar’da bulunan Zübeyde Hanım Kültür Merkezi’nde düzenlemişti. Öncelikle bu binanın hizmete alınışı ile ilgili bir video izletildi. Bir mezbelelik haldeki binanın nasıl güzel bir sosyal tesis haline geldiğini izledik ve takdir ettik.
Toplantının açılış konuşmasını Mehmet Mert yaptı.  İkinci konuşmayı ise Nezir Karayün yaptı. Mert konuşmasında “gazetecilerin hallerinden şikayet etmekten vazgeçip, bir araya gelerek bir yayın çıkarmasını tavsiye etti. Gazetecilerin işsiz kalmalarının sorumlusu olarak, bir nevi yine kendilerinin sorumlu olduğunu” söylemeye getirdi. Karayün ise daha çok “yerel basının sürekli yerli ve milli bir duruş sergilediğinden, 15 Temmuz hain darbe girişiminde yerel basının rolünden” bahis etti. Zaten toplantıya katılan yerel gazetecilerin neredeyse hepsi aynı zamanda gazete patronu idi.
Her iki yerel meslek örgütü temsilcisi de gazetecilik yapmanın zorluğundan, gazeteciler üzerindeki baskıdan, mesleklerini yaptıkları için halen hapis yatan 150 civarındaki meslektaşlarından hiç bahsetmedi. Ne siyasi baskıdan, ne bağımsız gazetecilik, gerçek gazetecilik yapmanın zorluğundan bahsedilmedi. Zira yerel gazeteciler arasında, (gazete sahipleri dışında) gazetecilik yapıp, hayatını bu işten elde ettikleri maaşla geçindiren kimse yok gibiydi.
Bu iki yerel meslek örgütü temsilcisinden sonra kürsüye belediye başkanı Ekrem İmamoğlu geldi de hapisteki gazetecileri andı ve “En özgür ortamda mesleklerinizi icra etmenizi ve tutuklu gazetecilerle ilgili yaşanan utanç duyduğumuz sürecin bir önce sona ermesini diliyorum. Umuyorum ki başınıza hiçbir sıkıntının gelmediği, mesleki etik kurallarına uygun bir biçimde mesleğinizi yerine getirdiğiniz günlerde bir arada oluruz. 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Gününüz kutlu olsun.” diye konuştu.
Belediye başkanının konuşmasından sonra üç duayen gazeteci konuşmaya başladı.  Ve dünden bugüne gazeteciler üzerindeki baskılar hakkında ve özellikle günümüzdeki baskılarla ilgili epeyce bilgi verdiler.
Tufan Türenç” artık özgür ve bağımsız bir habercilikten bahsetmenin mümkün olmadığını” anlattı.” Öyle ki darbe dönemlerinde bile basın üzerinde uygulanmayan baskıların bu dönemde uygulandığına dair örnekler” verdi.
” Bugün anlı şanlı TV kanalları canlı yayın yaparken bile aniden yayını kesip Cumhurbaşkanı veya başbakanın konuşmasını yayınlıyorlar. Bu öyle çok yapılıyor ki, artık gelenek oldu sanki. Bu kanallar keyfinden yapmıyor bunu.  Saray’dan gelen talimatla, baskıyla yapmak zorunda kalıyorlar. Yoksa ağır cezalar, ağır bedeller ödetiliyor. “
Gerçekten milyonlarca insanın tepki duyduğu bu olayı ve bütün televizyon kanallarında ve gazetelerde sürekli boy gösteren iktidarın baskısını kimse dile getirmiyordu. Bu durum yerel basını etkilememiş ve dikkatini çekmemiş olacak ki yerel temsilciler bundan hiç bahsetmedi.
Bugün basının “gazeteciler günü” olarak andığı, dünün gazeteciler bayramı olarak kutlandığı,  10 Ocak çalışan gazeteciler günü, bu ülkede darbe döneminde çalışan gazetecilere verilen bir haktır. Normalde 4 Ocak 1961 de verilen bu hak, dokuz gazete patronunun karşı çıkması nedeniyle bekletilip 10 Ocak 1961 de, 212 sayılı yasa ile yayınlanıp yürürlüğe girmişti.
Ve bir darbe dönemi olan 27 Mayıs 1961 de çalışan gazetecilere getirilen bu basın bayramı, başka bir darbe döneminde, 1980 de kaldırılıyor. Sonraki yıllarda bu bayram geri getirilemiyor, bugün “bir gün” olarak anılabiliyor sadece.
Bu toplantıda duayen gazeteciler, yaşamış oldukları o süreci de anlattılar. Ve bol bol Abdi İpekçi’yi rahmetle andılar. Çünkü bu günün hayata geçmesi için Abdi İpekçi’nin çok emeği geçmiş.  İpekçi, basın emekçileri tarafından kendisine duyulan saygıyı, büyük çabası sonunda hak etmiştir.
Toplantıda Abdülhamit döneminde basındaki Jurnalcilerin çokluğundan, tek parti döneminde kurulan Türk basın birliğine ve günümüzde yaygınlaşmış, basının %80’ini kapsayan yandaş gazeteciliğe kadar her konuda bilgi verildi.
Basın Konseyi başkanı Pınar Türenç gazeteciliği zor ve meşakkatli bir meslek olarak anlattı. Tamimiyle özveriyle yapılan bu mesleğin çilesinden örnekler verdi. Halbuki bugün çoğunlukla geçerli olan, bu meslekten para kazananların makbul, saygın gazeteci sayıldığıdır.
Kimi gazeteciler işadamına, yöneticiye haberleri ile şantaj yapar, parasını alır, para kazanır.  Kimisi siyasilere ve yerel yöneticilere yaptıkları yandaşlıkla paralarını kazanırlar.

Halkın haber alma özgürlüğü mü; o başta çoğunluk gazeteciler ve halk olmak üzere henüz çok kimsenin umurunda değil.

8 Ocak 2018 Pazartesi

OHAL'Lİ TÜRKİYE'NİN VAY HALİNE

15 Temmuz darbe girişimi gerekçesiyle ilan edilen OHAL’den bir türlü vazgeçilmiyor. İktidar, ne darbe girişimine katkı sunanları bir an önce bulma ve cezalandırma derdinde, ne de bir an önce demokrasi kurallarına dönme, uyma derdinde. O, 2019 da yönetilmeye başlayacağımız tek adam rejimini şimdiden başlattığı uygulamayı perçinleştirmek niyetinde. Şimdiden tek adamın yayınladığı KHK’larla, tek adamın iradesiyle ülke yönetilmeye devam ediyor.
Diyorlar ki, 2019 seçimleri erkene alınabilir. Ekonomi daha da kötüye gideceğinden iktidar partisi ve genel başkanının seçimi kaybetme riski artacağından seçimler erkene alınabilir.
Ben bu ihtimali pek gerçekleşecek gibi görmüyorum. Zira ekonomi zaten kötü durumdadir. Fabrikalar kapanıyor, esnaf perişan, ha bire kepenk kapatıyor. Her geçen gün boş, kiralanmayan dükkan sayısı artıyor. Dar gelirli çöpten sebze topluyor. Daha da kötüsü olur mu? Olur. Ama iktidarın seçim kazanması için ülkenin güllük gülistanlık olması gerekmiyor!
Bugün toplum korku içindedir. Hükümeti eleştirmek öyle her babayiğidin karı değil. Bunu pekiştiren adımlar da ha bire atılıyor. Bakın gelecek toplum şekilleniyor. KHK ile sivillere bile yargıdan muafiyet getiriliyor. Sivil toplumda silahlanma artıyor. Basında haberler çıkıyordu, “Cumhurbaşkanının dünürü Orhan Uzuner’in silahlı sivil milis gücü kurduğu” iddia edilmişti. Hatta Uzuner’in yayınladığı videoda “En küçük cihazımız düdük. Arabamda megafon var. Gerektiği zaman kullanacağımız silah var. Böyle hazırlıklar yapmamız lazım" dediği iddia edilmişti.
HÖH, halk özel hareketi diye dernek kuruldu. Başkanı, “Cumhurbaşkanımız emrederse biz sokaklara çıkarız” diyor. Bu derneğin 22.000 üyesi olduğu yazıldı.
İYİ Parti genel başkanı Meral Akşener açıkladı; “bu sivil silahlı güçler, birçok ilde silahlı talim yapıyor diye.”
696 sayılı KHK ile  “Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket edenler yargılanmaz” hükmü getirildi.
En yetkin hukukçular, en yetkin siyasetçiler bu madde ile “iç savaş çıkabileceğini, insanların birbirini vurabilecekleri ve yargılanmayacaklarını” ifade ediyor.
Şimdi bütün ülke bunu konuşuyor; İktidar tarafı “bu sadece 15 Temmuz darbe girişimini kapsamaktadır” derken, Burhan Kuzu “bu gelecekte yaşanabilecek darbe girişimi ve terör eylemlerini de kapsıyor” açıklaması yaptı. Burhan Hoca ne de olsa hukukçu, elbette daha iyi biliyor.
Bütün bunlar bu ülkede yaşanıyor ama iktidar aklımızla alay ediyor. Her şey apaçık ortadadır. Ne denildiği, niçin denildiği açık ve yorum gerektirmiyor. Bu iktidar, kendi aleyhine yapılan her eylemi terör eylemi olarak değerlendiriyor. “Terör eylemlerini bastırmak devletin işi ama devlet terör yapmasın diye bu iş sivillere havale ediliyor. Bunun zemini hazırlanıyor” deniyor.
Zaten hükümetimiz ülkeyi KHK ile yönetmeyi çok sevdi. KHK’lar TBMM’sinde kanun haline getirilmesi gerekir ama bizde böyle bir mecburiyet de yok. Nasıl istenirse öyle yönetiliyor. Kim ne diyebilir ki?
KHK ile yargı nasıl devre dışı bırakılıyor bir bakalım.
KHK’lerle yönetilen Türkiye’de evrensel hukuk kuralları tamamen devre dışı bırakıldı. “İlahiyat mezunlarının din öğretmeni olmasına karşı Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği mezunu bir adayın "adaletsizlik" gerekçesiyle açtığı davada Danıştay, yürütmeyi durdurma kararı verdi. Ama İktidar yayınladığı KHK ile mahkeme kararını hiçe sayarak İlahiyat mezunlarının öğretmenliğini onayladı. Danıştay bu konuda yeni bir karar vermeyeceğini açıkladı.” 
KHK ile yargıya kıyak da geçiliyor. “KHK'den Danıştay başkanı, Danıştay başsavcısı, başkanvekilleri, daire başkanları ile bunların emeklileri ve bakmakla yükümlü oldukları aile fertlerinin sağlık giderlerinin Türkiye Büyük Millet Meclis üyelerinin tabi oldukları hükümler ve esaslar çerçevesinde Danıştay bütçesinden ödenmesi çıktı.” 
KHK ile istenmeyen kişiler bertaraf edilebiliyor.Düzce'de bir işadamı savcılığa başvurup FETÖ itirafçısı oldu. Önce kimlerle bağlantılı olduğunu anlatan işadamı, ifadesine şirketine ceza kesen Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü'nde çalışan mimarı da ekleyerek mimar Alev Şahin'in PKK'lı olduğunu iddia etti. Hakkında hiçbir soruşturma olmayan Şahin şikâyetten sonra KHK ile işinden atıldı.”
Türkiye OHAL ile yönetildiği sürece bunların benzerlerini daha çok yaşarız. Zaten bunlar sadece birkaç örnek. Türkiye’de yaşananlar herkesin gözünün önünde oluyor. Kimisi korkusundan, kimisi çıkar ilişkisinden ses çıkaramıyor. Sesi çıkanlar mı? Onlar zaten vatan haini, onları kim dinler.

Bu ahval ile seçimlere gidilecek. Her durumun kolayı, her derdin KHK’sı vardır. Merak etmeyin beklenen sonuç elde edilecektir.

5 Ocak 2018 Cuma

SİYASET, DİYANET VE TOPLUMUN GELDİĞİ YER

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu uyuşturucu ile mücadele konusunda polislere yaptığı konuşmada işin boyutunu değiştirdi. Bir hukuk devletinin bakanı gibi değil, bir aşiret devletinin yetkilisi gibi konuşma yaptı. Uyuşturucu satıcılarına olan tepki bir vatandaş için normal sayılır. Ancak söz konusu bir ülkenin iç işleri bakanıysa o zaman çok daha dikkatli konuşmak gerekir.
Süleyman Soylu aynı üslupla ve aynı tonda ülkenin Ana muhalefet partisi liderine karşı da yapmıştı ve milletin gözünün içine baka baka “sen bittin” demişti Kemal Kılıçtaroğlu’na.
Bir ülkenin içişleri bakanı bu üslupla yaptığı konuşmada, konuşmasında seçtiği kelimelerle bir ülke halkına güven verebilir mi? Ülkenin ana muhalefet liderine bunu diyebilen bir ülkede kim nasıl güvende olabilir.
Ve elbette siyasi lidere o kelimeyi kullanan bakan, uyuşturucu satıcısı için polisine; “Uyuşturucu satıcısını gören güvenlik görevlisi ne yaparsa yapsın sorumluluğu bana ait. Bir uyuşturucu satıcısını gördükleri zaman, beni ne kadar kınarlarsa kınasınlar, ne kadar eleştirirlerse eleştirsinler, o uyuşturucu satıcısının ayağını kırmayan polis görevini yapmamış demektir. Suçunu bana atsın. Suçu neyse 5, 10 ya da 20 yıl içeride yatmaksa yatarım.”
Soylu okul önlerindeki uyuşturucu satıcılarının polisler tarafından anında cezalandırmasını istiyor. Söylediklerinin dikkate alınması ve uygulanması için de  öyle bir sert üslupla ve hiddetle söylüyor ki onu dinleyen polisin bu söylemi dikkate alması oldukça normal sayılır.
Benim de liseye giden bir çocuğum var. Onun okulunun önünde uyuşturucu satılmasına göz yumulmasını asla istemem. Hatta ben çocuğumun okulunun önünde uyuşturucu satanı görsem belki orada bacağının kırılmasını isteyebilirim. Birçok vatandaş belki bunu yapar da. Ama bunu devlet yapamaz. Devleti yönetenler söyleyemez. Söylerse orada hukuk olmaz, hukuk devleti olmaz. Devlet yakaladığı suçluyu dövmekle, öldürmekle görevli değildir.
Devletlerin uymakla zorunlu oldukları hukuk kuralları vardır. Her suçla mücadele için kanunlar çıkarırlar. Bu kanunlar suça ve suçluya göz yummak için yapılmaz. Suç ve suçla etkili mücadele yapabilmek için üniversiteler ve ilgili kurumlar tarafından kanunlar kılı kırk yaran çalışmalarla hazırlanır. Bundan sonra belirlenen ceza ile suç işlemekte  caydırıcılık sağlamak için etkili cezalar verilmelidir.
Ama siz birçok suçta kanun olmasına rağmen o kanuna uygun cezaları vermezseniz, hukuka siyaset eliyle müdahale edilirse, yargı siyasetin etkisinde kalırsa, adamı olan bir şekilde yargıda işini çözer duruma gelmişse kanunların caydırıcılığı etkili olmaz.
Bakan, suçlunun bacağını kırın derse polis bacak kırmakla kalmaz, öldürür. Polis bakanın söylediğini sadece uyuşturucu için uygulamaz, hemen her alanda uygular. Nitekim bunun örneklerini sosyal alanda görüyoruz. Polis, çocuğu açlık grevi yapan bir anneyi yerlerde sürükleyebiliyor. 16 -17 yaşındaki bir çocuğu 5 – 10 polis coplarla öldüresiye dövebiliyor. Hatta elindeki silahla onu yaralayabilir veya öldürebilir. Bunun örneklerini çok yaşadık.
Sadece İsrail polisi Filistinli çocuklara şiddet uygulamıyor. Bizim polisimiz de siyasi eylemci çocuklara şiddet uyguluyor. Bundan kurtulmanın yolu hukuk devleti kurallarına uymaktır.
Ama son on beş yılda devletin her olaya bakışı ve olaylar karşısındaki duruşu değişti. Eğitim de hukuk uygulamaları da siyesi ve dini söylemler de değişti. Ak Parti’nin iktidara geldiği ilk dönemlerde,  şeriat getirecek  diye bir korku vardı. Bu bir zamanlar çok konuşuluyordu; Ak Parti geldi de toplumda ne değişti diye soruluyordu. Bu anlayış bu süreçte neleri değiştirdi, niçin değişti bir bakalım.
Artık Atatürk’e hakaret etmek, saldırmak olağan hale geldi. Eğitim çok değişti, artık her okulda bir mescit var. Ders kitapları bu yönde çok değişti. Okullarda sosyal davranış söylemleri iyice dinin etkisine girdi. Bu konuda gazeteler her gün yeni bir haberler yazıyor. Şu kitapta şunlar yazıyor, bu kitapta bunlar yazıyor. AKP’li belediyenin yayınladığı kitapta erkeğin kadını dövmesi normal bir aile içi davranışı ve hatta gerekli davranış olarak gösteriliyor. Anaokullarında sergilenen oyunla kız çocuklarına erkek çocuğun (kocanın) ayağı yıkatılıyor. Yani yeni nesil buna göre yetiştiriliyor.
Ülkemizde topraktan biter gibi çoğalan cemaatlerin aile içi uygulamalarla ilgili açıklamaları mide bulandırıcı boyuta geldi. Babanın kız çocuğuna şehvet duymasını söyleyen “dini alimler”, eşofmanlı kız öğrenci, erkek beden eğitim öğretmeninin şehvet duymasına neden olduğunu söyleyen öğretmenlerimizin sayısı her gün artıyor. Bunu söyleyen öğretmenler uyuşturucu satanlardan daha mı az tehlikeli?
Cemaat yurtlarında birçok çocuğa tecavüz edildi. Toplumda infial yaratan bu haberler çoğalırken bunların suçluları bulunup ortaya çıkarıldı mı? Bunlar ne kadar ceza aldı?
Sadece cemaatler ve bazı öğretmenlerin sapkınlıklarını mı yaşıyor olduk? Diyanet dediğimiz bu modern hukuk devletinin kurumunun sitesinde 9 yaşındaki kız çocukların evlenebileceğine, çocuk doğurabileceğine dair açıklama yer alıyordu. Bu görüşün diyanet tarafından savunulması da buluğ çağı kast ediliyor. Dinen bu böyledir denildi. Aslında savunma bile suç teşkil edecek cinsten.
Tepkiler üzerine Diyanet'in görüşü, değişti.  “bir kız 17, erkek 18 yaşından önce evlenmemeli. Kimse çocuğunu 9-10-15 yaşlarında evlendirmemeli. Bu İslam'a aykırıdır. Yapılan tanım biyolojik bir tanımdır ve buluğ çağına girmeden kimsenin evlendirilmemesi gerektiğini anlatıyor” dedi.
Bakan Bekir Bozdağ da bu söylemleri savundu. “ne yani diyanet medeni kanuna göre mi açıklama yapacak. Diyanet dine göre açıklama yapar” dedi. Hangi din 9 yaşındaki çocuğa evlenme izni veriyorsa!
Bu ülkede bu hale geldiyse belli bir siyasi anlayışın uzun süren yönetim sürecinden sonra geldi. Birden bire değil, bir süreç sonunda toplum geriye doğru eviriliyor.
Kanunsuzluk, hukuksuzluk sadece uyuşturucuya karşı söylemde değil. Daha tehlikeli olanları da yaşadık. Ama şimdi sadece diyebiliyoruz ki; hiç kimse ülkenin yönetildiği hukuk kurallarına aykırı açıklama yapmasın. Herkes, her kurum kendine göre açıklama yaparsa ülke yönetilmez olur. Bunların doğru ve yanlışlığının test edileceği tek adres hukuktur. Ama devletin hukuka uyma zorunluluğu olmadığı için bakanlar istediği gibi konuşuyor. Toplum da bunda bir abes görmeme noktasına geldi.

Devleti tek kişinin yönetmesini uygun gören toplumun varacağı yer nasıl bir olmalıydı ki?

3 Ocak 2018 Çarşamba

METRO RAFA, METROBÜSE DEVAM

Önceki yazımda Beylikdüzü’nde trafik sorununu anlatırken Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun belediye meclisindeki konuşmasını aktarmıştım. Beylikdüzü metro ihalesinin sürekli ertelenmesinin nedeni olarak “Kanal İstanbul projesi güzergahının netleşmemesinin gerekçe gösterildiğini” söylemişti.
Bir de “trafik sorununu çözmek için Büyükşehir ve ilgili ilçe belediyeleri birlikte çözüm aramalı, çözümü sağlayacak kararları istişare ederek almalılar. Biz Büyükşehirle bunu yapıyoruz ama uygulamaya gelince Büyükşehir buna pek uymuyor” demişti Ekrem İmamoğlu. Yazının devamında yazdığım sorunların daha doğru şekilde ve hızlı olarak çözülebilmesi için buna acil ihtiyaç olduğunu yazımın başında söylemek istiyorum.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığından Kadir Topbaş’ın gönderilmesinden sonra yerine getirilen Mevlüt Uysal yönetimi, ihalesi yapılmış 6 metro projesinin (toplam ihale bedeli 12 milyar 859 milyon 636 binTL) sözleşmesini fesih etmek için ilgili firmalara yazı göndermiş. Zaten daha önceden çıkan haberlerde İstanbul metroları darboğazda, metro inşaatlarında işten çıkarma haberleri basında yer almıştı.
Anlaşılan o ki ülkenin ekonomik sıkıntıları belediyeleri de vurdu. Onlar da kemer sıkma politikası uygulayacaklar. Ancak İstanbul’un trafik sorunun bir an önce çözülmesi gerekir. Bu sorunu ancak raylı sistem çözer. Öyle yollar, köprüler yapmakla çözülecek gibi değil. Zaten yüz yıl geç kalmışız metroyu yapmakta, şimdi de yapılacaklar iptal ediliyor. Yapılması planlananlar unutulacak demektir.
Kanal İstanbul hayalinin ertelettiği İncirli Beylikdüzü metrosu hayal oldu. Büyükçekme, Beylikdüzü Esenyurt, Avcılar, Küçükçekmece Bahçelievler ve Bakırköy halkı Metrobüse talim etmeye devam edecek.
Metrobüs ulaşımı bu ilçeler için geçici olarak işe yaradı.  Çünkü gereksiz yatırıma rağmen başladığında güzel bir uygulamaydı.  Ama aslına bakarsanız yapılan yatırıma değmedi. Biz o gün de yazdık, çizdik söyledik ama dikkate alan olmadı. Bizatihi Ulaşım Daire başkanlığında yetkililere anlatmıştık, metrobüsün çözüm olmayacağını. Bu projeye harcanacak para ile metroya yatırım yapılmalıdır. Bir yıl gecikmeli de olsa metro çalışmasının başlatılmasını savunduk. Metro projelerini alıp sergiledik. Sanki ihale edilecek gibi de oldu ama tamamen siyasetçilerin bastırmasıyla alel acele metrobüs projesi uygulandı ve metro beklemeye alındı. Şimdi metrobüs derde deva olamıyor. İnsanlar, insan gibi taşınamıyor. İnip binme çile dolu, yolculuk işkence gibi.
Metrobüs duraklarına adım atmak bile başlı başına bir işkence. O daracık turnikelerden aynı anda yüzlerce insanı geçmeye zorlamak, 'cezaevinden kaçış' sahnelerini hatırlatan film kareleri gibi. Bu bir parça da utanç sebebi aslında. Tükenmişliğin, uykusuzluğun, çaresizliğin yolculuğa çıkmış hâli gibi metrobüsler.
Özel paralı üniversitelerin topraktan biter gibi çoğaldığı İstanbul’da, bu okullara gidecek öğrencilerin sevkinde mecburi işkence evi olmuş metrobüsler.
Bu şartlarda artan yolcu talebini karşılamak için sefer sayıları artırıldı. Daha çok miktarda otobüs çalışmaya başladı. Metrobüs duraklarında yığılan yolcuları taşımak, hele sabah ve akşam saatlerinde pek mümkün olmadı. Metrobüs yolculuğunda bir çok trafik kazası da yaşandı. Kah metrobüsler çarpıştı, kah özel araçlar metrobüs yoluna daldı. Geçen yılın 11. Ayına kadar yaşanan 32 kazada 9 kişi öldü, 68 kişi yaralandı. Yani metrobüs çok güvenli yolculuk sunamadı.
Hal böyle iken Kasım ayında açıklandı ki, işkence dolu bu güvensiz  metrobüs yolculuğu bu ilçelere yetmezken, Büyükşehir Belediyesi metrobüs hattını Silivri’ye kadar uzatacakmış. Büyükşehir çilenin dozunu artırmayı ve çile çeken insanların sayısını artırmayı kafaya koymuş. Allah yardımcımız olsun.
Beylikdüzü Söğütlüçeşme arasında yaklaşık 50km’lik yolda, 1.5 saatlik yolculukta metrobüsler ful çakılı gidiyor. İnsanlar sırt sırta, göbek göbeğe yolculuk yapıyor. Nefes almanın bile güçleştiği, balık istifi yolculuk az geliyor olmalı ki buna yaklaşık 40km yol daha ilave edilmek isteniyor.
Bu nasıl bir mantığın ürünü anlamak gerçekten zor.  Büyükçekmece ve Silivri halkı için cazip gibi gözükse de, metrobüs onların sorununu çözemeyecektir. Sorunun çözümü raylı sistemdir.
Bu kadar yol yapıp yeni otobüsler alıp insanları metrobüste işkence yapmak yerine neden raylı sistem yapmaktan kaçınılıyor anlamak zor. Merkezden çevreye ulaşımın en hızlı ve en güvenli yolu raylı sistem iken biz neden lastikli kara yolu taşımacılığını tercih etmek zorundayız?
Bir çekici ve onlarca vagonun taşıdığı, binlerce insan daha güvenli, daha ekonomik yolculuk yapacak. Bunu düşünmek bu kadar zor olamasa gerek. Ya da tersini yapıp her açıdan maliyetli ve sorunlu olanı tercih etmek kime ne kazandırıyor?

Ama öyle anlaşılıyor ki vatandaş bizatihi talepte bulunmazsa, doğrunun yapılması için baskı yapmazsa bizim yöneticiler, belediyelerimiz yanlışı tercihte ısrar edecekler. 

2 Ocak 2018 Salı

BEYLİKDÜZÜ BELEDİYE MECLİSİ VE TRAFİK SORUNU

2 Ocak tarihinde Beylikdüzü Belediye Meclisi’ni izliyorum. Belediye Meclis gündemini en uzun meşgul eden konu trafikti. Aslında trafik konusu meclisi en uzun meşgul etmeye değer bir konu. Zira Trafiği en rahat olan ilçe Beylikdüzü’nde de trafik Arapsaçına döndü.  Artık kent içi trafiğinde bile illallah denilen duruma gelindi. Zira yeni inşaatların topraktan biter gibi çoğalmasının yanında alınan göçlerle trafik alt yapısının bu trafiği kaldırması pek mümkün değil. Bunun üzerine Büyükşehir Belediyesi’nin kentin en önemli kavşaklarında yaptığı çalışmayı da eklediğinde trafik iyice karmaşaya dönüyor.  
Her ilçede olduğu gibi Beylikdüzü’nde de bazı ana yollar Büyükşehir Belediyesi ne aittir. Bu caddelerde her türlü çalışmayı Büyükşehir Belediyesi yapar. Beylikdüzü’nde de bu alanda bazı çalışmalar yaptı ama bu çalışmalar trafiği rahatlatmadan çok trafik karmaşasının artmasına katkı sundu.
Büyükşehir Belediyesi, E 5’ten Beylikdüzü’ne girişteki ana kavşak olan Bizimkent kavşağında  bir süredir bir çalışma yapıyor. E 5’ten gelenler Bizimkent kavşağından sola dönebiliyor ancak, Atatürk Bulvarından ve Büyükşehirden gelenler bu kavşaktan sola dönemez oldu. Büyükşehir Belediyesi bu dönüşü kapattı. Burada yapılması gereken dönüş Yaşam Vadisinin oradaki fıskiyeli kavşaktan dönmeye zorlandı. Böyle olunca derviş Eroğlu caddesi ile Atatürk Bulvarının birleştiği yerde trafik sorunu yaşanmaya ve hatta trafik sorununun hiç yaşanmadığı Derviş Eroğlu caddesinde önemli trafik sorunu yaşanmaya başlandı. Yaşam Vadisi’nin oradaki fıskiyeli kavşak acayip tıkanır oldu.
Aynı sorun Adakent kavşağında da yaşanıyor. Zira Büyükşehir Belediyesi orada da benzer bir çalışma yapıyor. Bu çalışmalar Beylikdüzü’nde trafiğin rahatlamasına katkı sunmadığı gibi sorunların büyümesine neden oldu.
5M Migros’un bulunduğu Organize Sanayi’ye giden ana caddede benzer trafik sorunu yaşanıyor. Yani Beylikdüzü’nde trafik çile olmaya başladı. Trafikle ilgilenenler bu konuda çözüme katkı sunacak bir çalışmayı henüz hayata geçirmediler. Sadece bazı dönüşleri iptal ediyorlar. Mesela Atatürk Bulvarında Cumhuriyet Mahallesi Muhtarlığının yanından çamlık Caddesi’ne dönüş vardı. Bu dönüş de kapandı. Halbuki burası ışıklı kavşaktı ve kameralar çalışıyordu. Yani hatalı dönüşlere cezalar kesiliyordu. Işıklı geçiş kontrol sistemi devam etmesine rağmen Büyükşehir  Belediyesi bu dönüşü de kapattı. Ancak Büyükşehir’in kapattığı bu dönüşler trafiğin rahatlamasını sağlamadı. Bunları Büyükşehir yetkilileri görmez mi? İnceleyip gereğini niçin yapmazlar anlamış değilim.
Beylikdüzü Belediyesinde tartışmaya neden olan biraz da Büyükşehir’in bu çalışmaları idi. AK parti İlçe Başkanı bir kamu yetkilisi gibi sarı yeleği giymiş ve bu çalışmaların başında durmuş, fotoğraf çektirmiş. Sosyal medyada paylaşmış. Bu çalışmanın sebebi ve yetkilisi benim demeye getirmiş. CHP grup sözcüsü bunu söyleyince başta Ebru Habip olmak üzere Ak Partililer de seslerini yükselttiler, “tabi yapacak size mi soracaktı” falan diye.
Beylikdüzü Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hem konuyu tartıştırmamak için, hem de trafikte birlikte çalışmanın önemini vurgulamak için bir konuşma yaptı. Bir Avrupa Şehrine gittiğinde oranın Ulaşım daire başkanının kendisine, ülkelerindeki trafik sorunuyla ilgili olarak; “trafikle ilgili kanunların kolay değişemediğini, zira bunlar partilerin kafalarına göre yapacağı çalışmalar olmadığını, trafiğin milli afet programı gibi siyaset üstü bir konu olarak ele alındığını, bundan da kendisinin çok etkilendiğini” söyledi.
“Belediye başkanı olduğundan beri İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile trafikte ortak çalışılması konusunda fikir birliği yaptıklarını, ancak bunun pratiğe yansımadığından” şikayetçi oldu. Aynı Büyükşehir Belediyesi’nin “Beylikdüzü Metro hattının hayata geçmemesinin sebebi olarak kendilerine Kanal İstanbul projesinin netleşmesinin beklendiğinin söylediği “bilgisini verdi.
Yani il ve ilçe belediyesinin çalışmalarda uyumlu olmanın şart olduğunu, ancak pratikte kurumların uyumlu çalışmayı rafa kaldırdığını söyledi.
CHP grup sözcüsü Doğan Subaşı da Büyüşehir Belediyesi’nde trafik komisyonunda görev aldığını, “orada komisyonda muhalefetten bir kişinin yer aldığını, ama Beylikdüzü’nde muhalefetten iki üyeye yer verdiklerini” anlatarak daha demokratik davrandıklarını söyledi.
Ve elbette buna Ak parti grubundan hemen itirazlar geldi, “efendim encümende de bu duyarlılığı bekleriz” diye. Sanki kendileri iktidarda olduğu yerde bu kadar demokratik davranıyorlarmış gibi!
Ülkemizin temel sorunu bu anlayış olduğu kanısındayım.. Kimse kendi anti demokratlığını görmüyor. Herkes kendisine demokratik davranılmasını istiyor yalnızca.  Kim nerede iktidarda ise orada muhalefete demokrasi yok, halk bizi yetkilendirdi anlayışı hakim. Bunu kimse görmüyor, herkesin gözü kapalı aklı yok sanılıyor. Siyasete güven de burada kaybolmaya başlıyor zaten.
Beylikdüzü’nde her gün daha da karmaşık hale gelen trafik iktidarın da muhalefetin de ortak sorunu olmalı. Bunlar yerel siyasetçi olduğuna göre ikisinin de önceliği buradaki trafik sorununun çözümü olmalı. Rahata kavuşmayan trafik, siyasetçi olarak onların başını ağrıtacaktır. Bu sorunu birlikte çözmelidirler. Ancak biz bu duyarlılığı görmüyoruz.
Beylikdüzü’nde her iki partinin temsilcilerinin olduğu bir trafik komisyonu var. Bu komisyon bu konuda ne söylemiş biz bunu mecliste öğrenemedik. Ancak atışmaları ve sataşmaları gördük.

Siyaset halk için, halkın sorunlarını çözmek için yapılmalıdır. İktidar olan da muhalefet olan da bu konuda ne yaptıklarını anlatmalı, nelerin niçin yapılamadığı konusunda bilgi vermeli ve siyaset, herkesin üstüne düşeni yaptığı bir arena olmalıdır. Siyaset birbirine laf yetiştirme, lafla galip gelme alanı olmamalıdır. Halk sizden çaba ve çözüm bekler.