29 Ocak 2014 Çarşamba

GERÇEK DEMOKRASİ GELMEDİKÇE BU SORUNLAR BİTMEZ

Yaşadığı çevrenin, ülkenin farkında olan insanların ülkede yaşananları görmemesi mümkün değil. Ülkede olanları görüp de rahatsız olmaması, endişe duymaması da mümkün değil. Birçok Bizans oyunu oynanıyor. Ve 11 yılı aşkın bir süredir iktidarda olan bu hükümet ve siyasi parti ne bu oyunları bitirebiliyor, ne de bu oyunları boşa çıkarabiliyor.
Halbuki işlevini yapıyorsa, MİT hükümetin emrindedir. Polis zaten içişleri bakanlığına bağlıdır. O halde herhangi bir olayın sadece faillerini bulmakla kalınmamalı, olayın kimler tarafından, niçin çıkarıldığı da ortaya çıkarılmalıdır. En azından bizim gibi normal vatandaşların bunu, bu hükümetten bekleme hakları vardır.
Ülkeyi karıştırmak isteyenler sahneye yeni oyunlar koyuyorlar. Bu oyunların ilki Van'da sahneye koyulmaya çalışıldı. AKP' belediye başkan  adayına saldırıldı. Sonra MHP İstanbul, Esenyurt'ta seçim ofisi açılışında silahlar konuştu ve bir gencimiz hayatını kaybetti. Ardından CHP İstanbul büyükşehir belediye başkan adayı olan Mustafa Sarıgül'ün başkanı olduğu Şişli belediyesine silahlı saldırı gerçekleştirildi. Yarın bunların yenileri ve belki de daha büyükleri sahneye konulacaktır.
Hele seçimlere yaklaştığımız bugünlerde iktidarın istihbarat ve polisinin çok daha fazla uyanık olması ve çalışması gerekmektedir. Zira bütün dünyada bu olayların önlenmesi hükümetlere düşer. Hükümet yetkilileri diğer siyasi partiler gibi sadece bu yaşananları kınayarak olayları savuşturamazlar.
Halbuki bizde iktidara güven kalmamış. İktidarın bir gün ak dediğine, birkaç ay veya yıl sonra kara dediğini çok görüyoruz. Veya iktidarımızın birlikte yürüdüğü yol arkadaşları için 'kusura bakmayın biz yanılmışız' dediğini de yaşayarak öğrendik. Adam gibi bir özür bile dilenmedi açık, açık biz hata yaptık bile denilmedi.
Bir de yaşananların boyutuna bakınca bir bakıyorsunuz bizatihi bu olayları çözmekle sorumlu devletin elemanları bu olayların içinde yer almış.
PKK eylemlerine katılıp molotofkokteyli atan A.S. mahkemede "ben MİT'e ve emniyet'e çalışıyorum" dedi ve MİT iddiayı doğruladı. (basından)
"İstanbul’da terör operasyonu düzenleyen emniyet, 2011 yılında A.S isimli şüpheliyi gözaltına aldı. örgütü üyesi olmakla suçlandı ve 2009 ile 2010 yılında terör örgütü tarafından düzenlenen eylemlere katılmak ve molotofkokteyli atmak suçlarından İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmaya başladı. Tutuklu sanık duruşmada çarpıcı bir bilgi verdi. Terör eylemlerine devlet için katıldığını söyleyen sanık A.S, “2008 yılından bu yana MİT’e ve emniyete çalışıyorum” dedi. Mahkeme Emniyete ve MİT'e yazı yazıp durumu soruyor. MİT mahkemede sözlü olarak olayı doğruluyor. Bunun üzerine mahkeme duruşmayı bitiriyor.
Şimdi halihazırda yaşanan bu durumdan sonra hangi olayın kimler tarafından çıkarıldığını bilmek nasıl mümkün olur. Bizatihi devlet olay çıkarmak için insanları kullanıyor.
Bu ülkede eskiden bunlar normaldi ve bizler buna alışmıştık, yadırgamıyorduk da. Sadece sade vatandaşlar bunları bilmiyordu. Ama biz de bunların bittiğini düşünüyorduk. AKP'nin 11 yıllık iktidarından sonra bunlar halen yaşanıyorsa bu iktidarın kendini savunma, aklama şansı var mıdır?
Anlaşılan hükümet bu sorunları çözmekle meşgul değil. Hükümetin başı olan başbakan bizzat,  "bu ülkede paralel güçler var, devlet içinde devlet var. Biz buna izin vermeyeceğiz" diye esip gürlerken, hükümet sözcüsü  Bülent Arınç geçen gün Bursa’da konuşmuş; Cemaat’ten söz etmekten öteye, Cemaat’e “hitap etmiş”: “Biz varsak, siz de varsınız,” diyor. Başbakanımızın içi yanıyor da onun için bazı şeyleri yüksek perdeden söylüyor,” demiş. Böylece başbakanın şikayet ettiği paralel güce mesajlar gönderip, birlikte hareket etmeleri gerektiği yönünde telkinde bulunuyor. Kim neden memnun, neden şikayetçi belli değil. Ve bu hükümetin tek olumsuz yanı değil.
Düne kadar sağcı Hanefi Avcı'yı solcu örgüte yataklık etmekten içeri atan bu hükümetti. Hanefi Avcı ise sadece anlatmakla kalmadı, bir de kitap yazdı, Cemaati gösterdi, ama hükümet oralı bile olmadı, onu zevkle içeri attı. Şimdi ise aynı hükümet Hanefi Avcı'ya sarılmış durumda.
Bu ülkede sağlam bir demokrasi olmadıkça, demokratik değerlere dayanan bir siyaset kültürü olmadıkça bunların sonu gelmez. Birçok yazar çizer ha bire hükümeti aklamaya çalışıyor. Bu kesimden kimse hükümete 'bu söylediklerin, yaptıkların demokratik değerlerle örtüşmez' diyemiyor. Bu olmadıkça, yapılmadıkça hiçbirimiz güvende değiliz. Bu ülke de güvende olmaz.

Çünkü hepimizin varlığı demokrasiye bağlıdır. Ama gerçek demokrasiye, %50'nin demokrasisine değil.

25 Ocak 2014 Cumartesi

BAŞBAKANI SAVUNANLARA

Bu yazıyı, her ne pahasına olursa olsun başbakanı ve hükümeti savunanlar için yazmak istedim. Gerçekten siyasetçilerin sıkıştıkça neler yaptığını, neler söylediğini göstermesi açısından önemlidir. Ve bu da, işe yaramasa bile benim çığlığım, benim seslenişim olsun istiyorum.
TUSİAD başkanı Muharrem Yılmaz kendi camiasına yönelik bir konuşma yaparken, "hükümetin şirketlere yönelik uyguladığı baskılara" dikkat çekmiş.
Bazı şirketlere yönelik aylardır süren incelemelerden sonra birkaç yüz milyon liralık cezalar kesildi. Bu durumu da aslında kamuoyu yakından biliyor. Gezi olayları sırasında eylemcilere destek verdiğini düşündüğü şirketlere yönelik bir vergi incelemesi başlatıldı. Bunun sonucunda da geçtiğimiz günlerde bu şirketlere yüklü cezalar kesildiği görüldü.
Bu yetmiyor gibi şimdi de Cemaatle hükümet arsındaki kavgadan dolayı hükümet, HSYK ile ilgili yeni kanun maddeleri hazırladı ve mecliste görüşülüyor. Bu maddelerin kesinleşmesiyle birlikte adalet ve hukuk sistemi tamamen yürütmenin kontrolüne girecek. Böylece yargının hiçbir yerinde kendisine yönelik soruşturma açılamayacaktı. Bunu da sadece TUSİAD veya biz değil, sağır sultan bile duydu, biliyor. Başbakanın son Avrupa gezisinde de, kendisine en çok eleştiri getirilen konu bu oldu. Nitekim Başbakan gelir gelmez bu kanunla ilgili birçok maddeyi geri çekme ve askıya alma gibi geri adım sayılan hamleleri de yaptı.
Hükümetin öteden beri tavrını biliyoruz. Ülkede yaşayan her şirketi, her kurumu kendi yanında görmek istiyor. Daha önce başbakan çok net olarak söylemişti zaten, "taraf olmayan bertaraf olur" diye.
TUSİAD kendi üyelerine, hükümet tarafından yöneltilen ve bir baskı aracı olarak uygulanan bu cezalardan şikayet ediyor. Diyor ki, "bir ülkede hükümet şirketlere bu kadar ağır cezalar uygularsa bu ülkeye yabancı sermaye gelmez."
Muharrem Yılmaz, içinde yabancı şirketlerin de üye olduğu bir kurumun başkanı ve kendi üyelerinin şikayetlerini, sorunlarını dile getiriyor.
Bizim başbakanımız hiç sessiz kalır mı, daha önce örneğini defalarca yaşadığımız gibi çıkıyor kürsüye ve başlıyor tehdide; "Bu ülkeye, bundan dolayı yabancı sermaye gelmez diyen TUSİAD başkanı vatan hainidir."
"Bu ülkenin yargısına paralel devlet hakim iken neden sesiniz çıkmıyordu? O zaman iyi kazanıyordunuz. Şimdi sesinizi niçin çıkarıyorsunuz? Madem siz bize bunları söylüyorsunuz bakın bundan sonra biz size neler yapacağız?"
Hangi ülkede bir işadamları örgütü bir soruna dikkat çekti diye vatan haini ilan edilir? "Bakın bundan sonra biz size neler yapacağız" diyebilir?
Allah aşkına, insanlık aşkına, vicdanlar aşkına söyleyin; bu sözleri söyleyebilen bir başbakan ülkesine nasıl güzellikler, iyilikler ve huzur getirebilir?
Her itirazı olan vatandaşı tehdit eden bir başbakan kime nasıl güven verebiliyor?
Bu başbakan sizlere nasıl bir güven veriyor ki, sizler halen bu başbakandan güzel ve tarafsız bir çalışma bekliyorsunuz? Bu başbakanın halen bu ülkede yaşayan herkesin başbakanı olabileceğini düşünüyorsunuz?
Bu ülkede hiç bir kimse, kurum veya şirket, dernek veya işadamı örgütü, hükümetin hiçbir uygulamasından şikayetçi olamayacak mı? Olunca vatan haini mi olacak?
Hükümetin alternatifi yok! diye bir ülkenin başbakanı bu kadar tehditkar ve öteleyici olabilir mi?
Bu ülkede birçok gazeteci bu yüzden işinden oldu. Birçok basın yayın şirketi el değiştirdi. Birçok kesim sustu, susturuldu. Bütün bunlar yetmedi,  şimdi arada sırada çıkan bir itiraza bile tahammül edilmiyor.
Burada mesele TUSİAD'ı savunmak meselesi değildir. Mesele bu ülkede kaybolan demokrasi, insan hakları, özgürlük sorunudur.
Normal ülkelerde bir işadamı örgütünden eleştiri geliyorsa, o ülkenin ekonomiden sorumlu yetkilileri gider, o işadamları örgütü ile konuşur, endişeleri gidermeye, yanlış anlamaları düzeltmeye, kendi yanlışlarını düzeltme yoluna gider.
Bir ülkede başbakan,"her şeyi ben bilirim, en doğrusunu ben yaparım, kimse bana itiraz edemez, bak ananızı bellerim" türü sözleri bu kadar rahatlıkla söylüyorsa, o ülkeden gerçekten korkmak gerekir.
Ben geçen günkü yazımın başlığını "Endişe duymamak mümkün değil" diye yazmıştım.

Gerçekten sizler endişe etmiyor musunuz? Gerçekten bu ülkede herkesin güven içinde yaşadığını, yarınlarına güvenle baktığını düşünüyor musunuz?

23 Ocak 2014 Perşembe

BEYLİKDÜZÜ KENT KONSEYİNDEKİ HUKUKSUZLUKLAR

23-01-2014 günü Beylikdüzü Kent Konseyi'nin genel kurulu yapıldı. Aralık ayı sonunda  cep telefonlarına gelen mesajla kent konseyi toplantısının 8 Ocak'ta yapılacağı bildirildi. Sonra gelen mailden anlaşıldığına göre bu toplantısının amacının dört yeni derneğin Kent Konseyine üyeliklerinin görüşülmesi ve faaliyetlerle ilgili bilgi verilmesinden ibaretti.
 Ancak 17 Ocak'ta cep telefonlarına gelen yeni bir mesajla toplantının 23 Ocak'a ertelendiği bildirildi. Yine bir süre sonra gelen maille toplantı gündemine "Divan katibi seçilmesi ve kent Konseyi başkanı seçimi maddeleri ilave edilmişti.
23 Ocak günü saat 15 de toplantı başladı. Toplantıyı Kent Konseyi başkanı Halil İbrahim Türkgenç yaptı. Açılış ve yoklamadan sonra da başladı faaliyet raporunu okumaya. Ben itirazda bulundum. Türkgenç, önce söz vermek istemedi ama sonra galiba beni tam olarak anlamamış ki merakını da yenemedi ve ne için itiraz ettiğimi sordu.
Ben, uygulamanın yanlış olduğunu anlatmaya çalıştım. Zira seçimli bir genel kurul yapılıyorsa öncelikle toplantının çoğunluğunun sağlandığını anlatmak için; 'şu kadar üyemiz var, şu kadarı katılmıştır, dolaysıyla toplantı için yeterli çoğunluk vardır' diyerek toplantıyı açmak gerekir. Sonra da toplantıyı yönetecek divan heyeti seçilir ve toplantıyı bu heyet yönetir.
Mevcut yönetici de faaliyet raporunu bundan sonra okur ve divan başkanı bu faaliyet raporunu tartışmaya açar. Faaliyet raporu açılış konuşmasında anlatılırsa ve ardından divan heyeti seçilirse tartışılacak bir şey kalmaz. Zira divan kurulu sadece seçim yapmak için seçilmiş olur ki bu da kanuna ve yönetmeliğe aykırıdır.
Benim itirazıma rağmen başkan faaliyet raporunu okuduktan sonra divan heyetinin seçimine geçti. Divan başkanlığına Dr. Atilla Yılmaz seçildi. Atilla Yılmaz seçimlere geçmeden ben yine söz aldım ve yapılan hukuksuzluğu dile getirdim. Yılmaz, "yapılan yanlışların farkında olduğunu ama zaten çok kopukluklar olduğunu" söyleyince baktım salondan da hiç bir itiraz gelmiyor, ben de itirazımı daha fazla sürdürmek istemedim ama yapılan seçimin yanlış olduğuna dair bir önerge ile yeniden divan kurulunun dikkatini çekmek istedik.
Önce, seçim yapılmasında ısrar edildi. Haluk Karataş'ın hazırladığı önergeye benle birlikte 11 kişi imza vererek burada, seçim yapılmasının yanlışlığını vurguladık. Zira önergede de belirtildiği üzere,  Kent Konseyleri 5 yıllık bir süre için yerel seçimlerden 3 ay sonra kurulur. Beylikdüzü Kent Konseyi biraz gecikmeli olarak Eylül 2010 da kurulmuş.
Kent Konseyi ilk başkanını ve yürütme kurulunu iki yıllığına seçer. İki yıl sonra yeniden genel kurul yapma zorunluluğu vardır. Bu kez de üç yıllığına seçilir. Böylece beş yıl tamamlanır ve yeni seçimlerden üç ay sonra yeniden seçim yapılır.
Dolaysıyla yeni yerel seçimlere gidilirken seçimli genel kurul yapılamaz.
Bizim bu yöndeki önergemiz önce ret edildi. Seçim yapılmasına karar verildi. Sonra birileri geldi kulaklara bir şeyler söyledi. Ve sonra ikinci kez oylama yapıldı. Bu kez de seçim yapılmasından vazgeçildi ve Mart 2014 seçimlerinden sonrasına kadar yürütmek üzere mevcut yönetimin devam etmesine karar verildi.
Halbuki Beylikdüzü Kent Konseyi kurulduğundan bu yana hiç seçimli genel kurul yapmamış. Hani iki yıl sonra yapılması zorunlu olan genel kurul var ya, işte onu yapmamış. Bu sürenin üzerinden 1.5 yıl geçince Kaymakamlık uyarmış, hatta zorlamış da bu seçim onun için yapılıyor. İlk hukuksuzluk burada başlamış. Üyelerini toplantıya çağırma işini kanuna göre yapmıyor. Bütün üyelerin  her biri bir dernek yöneticisi olmasına rağmen, toplantıdaki usulsüzlüklere kimse ses çıkarmıyor.
Demek ki bu Kent Konseyinin üyeleri genel kurullarını hep böyle usulsüz yapıyorlar. Bu kadar denek yöneticisinin bulunduğu genel kurulda, bu kanunsuzlukların hoş görülmesini gerçekten anlamak mümkün değil. Sadece ahbap çavuş ilişkisinde hoş görme gibi bir durumla açıklanabilir. Bu da, Kent Konseylerinin işlevi konusunda bize fikir verir. Zira Beylikdüzü Kent Konseyi başkanı faaliyet raporunda, yaptıkları yığınla iş saydı ama bu konsey üyelerinin ve hatta yürütme kurulundaki insanların hiçbirisinin bu faaliyetlerden haberi yoktu.
Kent Konseyi toplantısında tek olumlu şey; Atilla Yılmaz'ın divan başkanı olarak sergilediği hoşgörülü yönetim biçimiydi. Konuşmaları ve yönetimde yarattığı pozitif ortamdan dolayı Sayın Yılmaz'a teşekkür ediyorum. Birçok kişi Beylikdüzü Belediye Meclisinde yapılan bu toplantıda, Belediye başkanının oturduğu meclis başkanlığı koltuğunda oturarak yönettiği bu mecliste yarattığı hoşgörülü ortamdan dolayı Atilla Yılmaz'ı kutladı. Hatta sesli olarak dile getiren birçok kişi oldu. "Siz belediye başkanı olsanız Beylikdüzü ne güzel olurdu Atilla başkan" dediler.

Yapılan birçok hukuksuzluğa rağmen Atilla Yılmaz'ın sevgi ve hoşgörü dolu, kucaklayıcı tavrı takdir topladı.

19 Ocak 2014 Pazar

ENDİŞE DUYMAMAK MÜMKÜN DEĞİL

17 Aralık'ta başlayan yolsuzluk soruşturmasının ardından, hükümet cemaat çekişmesi diye başlayan kavga büyük bir savaşa dönüşerek, büyümeye devam ediyor. Ve bu savaşın geldiği boyut,  gelecekte yaşanacağı öngörülenler gerçekten insanı endişeye sevk ediyor.
Bazı kaynaklara göre bu savaş yeni başladı. Ve aslında hem hükümeti hem de cemaati bitiriyor. Ancak bu iki kesim ağır yaralar alırken Türkiye de ağır yara alıyor. Ve elbette bu savaşın bedelini bu ülkede yaşayanlar en ağır şekilde ödeyecektir. İşte beni de, bu tehlikeyi gören herkesi de endişeye sevk eden bu durumdur.
Türkiye ekonomisi kendini toparlamış, dış borcu kalmamış, parasının değeri düşmeyen ve iyi kötü belli bir yaşam standardı oluşmuştu. Ancak bu savaşın yayılması ile birlikte ekonomi her açıdan kötü gitmeye başladı. Ülkenin de, hükümetin de itibarı hızla irtifa kaybediyor. Şimdi seçim sürecine girildiği için ekonomideki bu irtifa kaybı henüz halka, günlük yaşama yeterince yansımadı. 30 Mart seçimlerinden sonra hayatın her alanına ardı ardına zamlar gelecek. Borçları olanın borcu birden bire kabaracak. Ekonomideki canlılık iyice düşecek. Belki mal arzlarında düşme,buna paralel olarak fiyatlarda artış, borç verenlerin ani olarak borçları hemen geri isteyeceği bir süreç yaşayacağız.
Bu savaşta birçok el var gibi gözüküyor. Birileri bu ateşin altına ha bire odun atıyor.  Herkesin bir hesabı var ve bunları anlamak belki bir ölçüde mümkün. Esas anlaşılmayan husus bu hükümetin de bu ateşin altına odun atmaya devam etmesidir.
Cemaat dahil herkes bu ülkeyi karıştırıyor olabilir. Bu savaşta herkesin bir hesabı vardır ve buna göre tavır belirliyor, buna göre piyonlar oynatılıyor. Ama bilinmesi gereken şey, bu savaşta kaybedeceklerin başında hükümetin geleceğidir.
Bu savaşın bedelini bu halk ödeyecekse, bu ülkenin hükümeti buradan başarı sağlayamaz, kazançlı çıkamaz.
Peki bunu birçok kesim, kişi görüyor da hükümet neden görmüyor?
Başbakan halen aynı hırs ve gururla savaşmaya kararlı görünüyor. Hiç kimse yok mu bu endişeleri kendisiyle paylaşacak? Bu gemi su almaya devam ederken bu kaptan bu işten nasıl kazançlı çıkacak? Bu kaptan bu haliyle, gemiyi su alma noktasına getiren kararlarıyla bu gemiyi kurtaramayacağını görmüyor mu? Etrafında bunu görecek kimse yok mu?  
Önümüzdeki yerel seçimlerde kimin ne kadar oy aldığının çok da fazla önemli olmayacağı bir süreç yaşıyoruz. Ülkenin huzuru bozuluyor. Coğrafyamızda yaşanan karmaşa Türkiye'yi de hızla içine alıyor. Ve bizim kaptanlar gemiyi tam yol bu karmaşanın içine sürüyor.
Halen ülkemizden tırlar ve otobüsler çevre ülkelere silah taşıyor. Türkiye yanlış dış politikasından vazgeçmiyor. Hükümet kendi valileri aracılığıyla, halen "bu tırlarda insani yardım malzemesi vardı" hikayesini anlatmaya çalışıyor. Buna inananların olduğunu gerçekten düşünüyorlar mı bilmiyorum.
Bu ortamda hükümet halen yasalarla oynamaya, yasaları kuşa çevirme hareketine, toplumun duyarlı kesimlerini dikkate almamaya devam ediyor. Halen "ben yaparım olur, kimse de buna karşı çıkamaz" anlayışında.
Halbuki bu durumlarda aklı başında iktidarlar, istemese bile daha demokrat davranmaya, kitleleri daha çok kucaklamaya çalışırlar. Bizdeki çözüm yolu da budur. İktidar toplumu daha çok dikkate almalı, gerginliği azaltacak şekilde yasalar hazırlanmalı, özgürlükleri kısıtlamak yerine genişleten yasalar üzerinde çalışılmalıdır.
Mesela internet ile ilgili çalışma bu dönemde hiç yoktan yaratılan bir meseledir. Benim gibi birçok kişi bu sosyal medyanın içinde bulunduğu durumdan şikayetçidir. Gerçekten bu facebook'ta yaşananlar, küfürler ve yalan yanlış bilgilerden oluşan çamur ortamından rahatsız olmamak mümkün değildir.  Normal bir ortamda bu alanı en geniş kesimin ve elbette işin uzmanlarının katılacağı çalışmalarla bu alanın düzenlenmesi gerekmektedir. Ancak içinde bulunduğumuz ortamda üzerinde  çalışılacak bir yasa değildir.
Zaten hükümet buradaki çirkinlik ve haksızlıkları gidermek için bu alanı düzenlemek derdinde gözükmüyor. Hükümet kendisiyle ilgili olumsuz haberlerin hızla yayılmasını engellemek için bu dönemde bu işe soyundu. Diğer konularda da doğruyu yapmak yerine kendi işine yarayacağını düşünerek birçok şeye soyunduğu için bu yanlışlar ve yanlış zamanlama sorunları yaşanıyor.
Bunun gibi birçok konuda hükümet kendi tavrını, yaklaşımını, yaptıklarını gözden geçirmeli ve daha demokrat, daha hoşgörülü, daha az gerginlik yaratan bir ortam yaratmalıdır. Hükümetler meydan okumazlar. Tüm tepkilerin dile getirileceği meydanlar yaratırlar. Yoksa bu toplumun gazı giderilemez ve patlamalar olur.

Bu toplum da, dünya da tümden kör, sağır ve aptal değildir. Onları böyle görmek çok da akıllılık sayılmaz.

15 Ocak 2014 Çarşamba

HANGİ DEMOKRATİK ÜLKEDE BUNLAR OLUR?

Hükümet ile cemaat arasındaki kavga farklı boyutlarda devam ediyor.Hükümetin  dershaneleri kapatma çalışması ile başlayan ayrışmaya önce yolsuzluk ve rüşvet operasyonu ile cevap verildi. Ardından Başbakan Erdoğan'ın Önce poliste başlattığı operasyon geldi. 2500 - 3000 polisin görev yeri değişti. Sonra çıkarılan genelge ile savcıların yetkilerinin kısıtlanması doğrultusunda hükümet genelge çıkardı. Bu genelgeye göre, kendisine yolsuzluk konusunda ihbar gelse bile, savcı dinleme ve takip yapmadan önce üstlerine haber verecek. Bu haber verme, başsavcıdan valiye, validen içişleri bakanlığına ve başbakana kadar giden bir silsile izleyecek. Yani hükümetin bilgisi dışında bir yolsuzluk ve rüşvet operasyonunu tümüyle önleyen bir genelge idi.    
Bu genelge Danıştay tarafından iptal edildi. Ama bu sefer adli polis savcıların talimatlarını yerine getirmedi. Yani polis savcıya direndi. Kamuoyunda ikinci yolsuzluk operasyonu olarak bilinen ve içinde başbakanın oğlu Bilal Erdoğan'ın da geçtiği soruşturma böyle önlenmiş oldu.
Sonra başsavcı vekili Zekeriya Öz'ün tayini çıkarıldı. Operasyonu yürüten savcı Muammer Akkaş hakkında soruşturma yapmak üzere Deniz feneri müfettişi görevlendirildi.
Bu kez İzmir'e uzandı yolsuzluk operasyonu. Buradaki yolsuzluk dosyasının içinde İzmir Büyükşehir belediye başkan adayı olan Binali Yıldırım'ın bacanağının ismi geçiyordu.
Hükümetin karşı hamleleri hemen geldi ve burada da birçok polis amiri görevden alındı.
Operasyonun boyutu bu kez Hatay'da durdurulan bir tırın savcı tarafından aranamaması ile farklı bir yöne uzandı. Bu tırı takip eden bir araçta MİT görevlileri varmış. Savcı bunları dinlememiş, tırda arama yapma konusunda direnmiş ama ne polis savcının emirlerini yerine getirmiş ne de jandarma. Çünkü vali öyle emir vermiş.
Van Cumhuriyet savcılığının bir terör örgütü ile ilgili çok sayıda ilde aynı anda başlattığı operasyonla ilgili Kilis İHH' da (insani yardım Vakfı) da arama yapılıyor. Bilgisayarlara el konuluyor.
Ve aradan birkaç saat bile geçmeden operasyona katılan polis amirleri hemen görevden alınıyor.
Şimdi hükümet yanlısı basın ve gazeteciler ısrarla yazıyor. "Cemaat hükümeti düşürmeye çalışıyor. Bunu tek başına yapamayacağı için uluslararası güçleri de işin içine çekmeye çalışıyor."
Bunun bir ölçüde doğru olduğunu düşünelim ama şunu unutacak mıyız?
Bizim başbakanımız bir dönem Esat için televizyonlardan şunu söyledi: Suriye'de azınlık olan aleviler, çoğunluk olan Sünnileri yönetiyor. Bu adil değildir. Bu Esed iktidarı zalimdir ve devrilmelidir. Bunun için elimizden geleni yapacağız."
Peki Türkiye Esed'i nasıl devirecekti? Esed'e karşı mücadele eden güçlere her türlü desteği vererek. Bunun içinde her türlü silah desteği de elbette olacaktı ve oldu da.
Şimdi bunu bütün dünya ve Türkiye halkı zaten biliyor.
Şimdi bir savcı ihbar alıp bir tırı durdurup aramak istiyor ve hükümet "o tırda insani yardım malzemesi var, arayamazsınız" diyerek tırı aratmıyorsa, buna kim inanır?
Bir savcı, terör örgütü el kaide ile ilgili bir operasyon yapıyor ve çeşitli yerlerde arama yapılırken, hükümet anında, bu operasyonlara katılan polis amirlerini görevden alıyorsa dünya bunu nasıl yorumlar?
Anladık bu ülkedeki insanların büyük bölümü koyun yerine koyuluyor. Toplumun bir bölümü de bunu kabul ediyor. Ama herkes ve bütün dünya bunu kabul edecek diye bir şey yok ki.
Tamam, devletin içinde bir paralel devlet var. Bu operasyonları da bu paralel güçler hükümeti devirmek için yapıyor. Bunların hepsi tamam.
Anlaşılan bu paralel devlet denilen güçler bizatihi bu hükümet tarafından bayağı palazlandırılmış. Çünkü bizzat Başbakanın kendisi bu paralel güce hitaben dedi ki, "bugüne kadar ne istediniz de vermedik."
Demek ki bu paralel güçleri bizatihi hükümetin kendisi güçlendirmiş. Bu güçlerin bugüne kadar farklı güçlere ve kesimlere yönelik yaptığı yasal veya gayri kanuni uygulamalar hükümet tarafından desteklenmiş. Bizatihi başbakanın bu konuda çok sayıda demeci var. Bu güçlerin yaptığı adil olmayan uygulamalardan bu ülkede binlerce yurttaş mağdur olmuş. Bu mağduriyetler bu hükümet tarafından hep hoş görülmüş, desteklenmiş.
Ne zaman ki bu güç hükümetle anlaşmazlığa düşmüş, o vakit tu kaka ilan ediliyor, tehlikeli addediliyor.
Bu güçler ahlaki davranmıyor ise bugüne kadarki desteğinizi nereye koyacağız?
"Bu güçler demokrasiyi yıkmak için dış güçlerle işbirliği yapıyor" suçlamanızı kabul edelim de, bu güçler yine mevcut yasalara dayanarak operasyonlar yapıyor.
Hükümet gibi kendi beslediği güçlerden şikayet etmiyor, kendi çıkardığı yasalardan şikayet etmiyorlar.
Paralel gücün antidemokratikliğinden bahsedeceksiniz eğer, bu yukarıda yazdığım ve daha yazmadığım yüzlerce yaşanmış olayların hangi demokratik ülkede olacağını söyleyin lütfen...

Ve asıl önemlisi, bu yaşadıklarımızın sorumlusu kim?

5 Ocak 2014 Pazar

OYNANAN OYUNLAR HÜKÜMETİ DE YARGIYI DA BİTİRDİ

Hükümet toplum katmanlarını olayların içine katma konusunda oldukça becerikli davranıyor. Düne kadar bugünkü "paralel devletçi" cemaatle ilişkileri iyi yürüttü. Kendisine vesayet olarak gördüğü orduyu, silahlı kuvvetleri "bu kesimin savcısı, hakimi ve polisi" ile itibarsızlaştırmayı becerdi.
Bunu yaparken de toplumun ilerici, demokrat kesimlerini de yanına aldı zira bu kesimler zaten derin devletin asker kanadından da oldukça şikayetçiydi. Devletin üstünde yer alan bu kesimin uygulamaları insanlara ve topluma olmadık oyunlar oynuyor ve haksızlık ve hukuksuzluk yapıyordu. Onun için hükümet o zaman toplumun bu kesiminden de iyi bir destek almayı başarmıştı. Ayrıca bu vesayeti kaldırmak bu kesimlerin hepsi için de doğruydu.
Şimdi hükümetin askeri vesayet sorunu kalmadı.  Yürütmede etkinliği iyice artan ve hükümetin rahatsızlığına neden olan güç el değiştirdi. Bugüne kadar işbirliği yaptığı "cemaat" e bağlı güçler hükümeti yakından takibe almış, ellerine güçlü belgeler geçirmişlerdi. Bunun için hükümet bu kesimin ipini çekmenin zamanının geldiğini düşünmeye başladı. Bunu yaparken cemaat güçlerini mümkün mertebe ürkütmemeye de özen gösterdi. Zira başına yeni dertler açmak istemiyordu.
Cemaatle mücadeleye onun can damarı olan dershaneleri "dönüştürme" projesi ile başlamak istedi. Hedef dershane sorununu çözmek değildi. Zira ülkenin eğitim durumu ve ortadaki sorunlar dershaneleri kaldırmaya müsait değildi. Ama kendi geleceğine tehlike olarak gördüğü grubu yok etmenin ilk ayağı olarak bunu gördüğü için bu projeden vazgeçmek istemedi, bunu zorladı.
Cemaat grubu bu oyunu gördü ve elindeki kozları sahneye  koymaya başladı. Hükümetin manevrası ile canının yanacağını gören cemaat hükümetin canını yakmayı hedefledi ve bunu başardı. Bunu başardı ama ortaya çok da büyük sorunlar çıktı. Öyle patlamalar yaşandı ki bunu ülkenin en ücra köşesindeki vatandaş da duydu, bütün dünya da.
Birincisi, işin içine yolsuzluk girdi. Bunun savunulacak veya hükümetin savunmaya çalıştığı şekliyle komplo ile açıklanacak yanı olamazdı. Zira çıkan kötü kokuları kapatmak mümkün olmuyordu. Tamam çıkan sesi cemaatin çıkardığını herkes anladı ama ortaya çıkan koku da hükümete mensup kişilerden ve yakınlarından geliyordu.
Onun için bu fazla savunulamadı veya tutturulamadı. Bunun yerine gecikmeli istifalar geldi. Şimdi de "biz yolsuzluğa bulaşanları içimizden temizledik" savunmaları başladı. Ama her şey için geç kalınmıştı.
İşin bir başka boyutu bununla yakından ilgiliydi. Hatay Kırıkhan'da bir ihbar sonucu durdurulan tır ile ilgili yaşandı. Yine hükümeti köşeye sıkıştırmaya çalışan bu grup hükümeti dış alanda da zor duruma düşürdü. Savcı tır ı aramak istedi. Tır da bulunan MİT mensupları aratmadı. Polis ve Jandarma savcıyı takmadı.
Hükümet," tır da Suriye'deki Türkmenlere giden insani yardım malzemesi var" diyor ama kimse bunu yemiyor. Zira insani yardım malzemesini saklamanın gizlemenin gerekçesi olamaz. Üstelik hukuk aramak istiyor, hükümet inadına aratmam diyorsa kimse burada iyi niyetli bir yardım olduğuna inanmaz.  Bu vesileyle hükümetin bir kez daha hukuku takmadığı ortaya çıkmış oldu.
her iki olayda da görüldü ki, ne hükümet hukuki sınırlar içinde bir şey yapmak istemiş. Ne de bugüne kadar onun yanında yer alan cemaat. Her ikisi de işine geldiği yerde  ve biçimde kullanmak üzere hukuku kullanıyor.
Bunun en güzel örneğini de hükümetin başı olan Başbakan yaşattı. Dün Ergenekon davalarının savcısı olduğunu söyleyen Başbakan(ki bu davaların doğruluğuna ne kadar çok güvendiğini gösteriyordu. Ya da bu davaların ne kadar çok işine yaradığını) bugün güç dengeleri değişti, cemaat yerine toplumun başka bir kesiminin desteğine ihtiyaç duyduğundan, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu'nun "bu davalarda yeniden yargılanma süreci başlamalı" önerisine sıcak baktı." Bununla ilgili çalışmalar bitmek üzere" diye açıklama yaptı.
Bütün bunlar hükümet tarafından iyi hesaplanarak atılan siyasi adımlar. Hükümet bu taktikleri iyi oynuyor denilebilir. Ama hükümet demokratik hukuk devletini iyi yönetiyor denemez. Bu ülkede ne demokrasi uygulanıyor, ne de hukuk. Hepsi alt üst edilmiş durumda. Kimsenin (özellikle hükümetin) hukuku takmadığı olağanüstü bir şekilde ortaya çıkmıştır. Herkes hukuku kendine göre eğip bükmektedir.
 Ne yolsuzluklar çuvala sığıyor, ne hukuksuzluklar çuvala sığıyor. Hükümetin cemaatle mücadelesini bu hukuk çerçevesinde savunmak hiçbir şekilde mümkün değildir.

Ne bu kavga hukuk içinde ve hukuk için yapılıyor, ne de karşı mücadele.