30 Aralık 2017 Cumartesi

HER YENİ YIL GELECEĞİMİZDİR

Bir yılı daha geride bıraktık. Geleceğimizden yeni bir günü daha yaşamaya başladık. Aslında bunu farklı kılan bir şey yoktur. Onu farklı kılan, ondan farklı ve yeni beklentiler içinde olan insandır. İşin aslı, zaman akıp gidiyor. Bir dakika öncesi ile bir dakika sonrası, bir saat öncesi ile bir saat sonrası, bir gün ile ertesi gün, bir yıl ile ertesi yıl hep birbirini takip eder. Biri yaşanmıştır eskir, diğeri yaşanmamıştır, gelecektir.
Zamanını iyi değerlendirip mutlu yaşayanlar, geleceğin daha güzel olacağını düşünerek umutlarını ve mutluluklarını artıracaklarını düşünürler. Dünden ve bugünden hayal kırıklıkları yaşayanlar umutlarını yarına, geleceğe bırakırlar. Onlar için de gelecek umuttur. Yaşamış oldukları olumsuzlukların geride kaldığını, yarınlarda daha iyi ve yeni şeylerin olacağını umut ederler.
Yeni yılın herkes için umut olması bundandır.
Eski yıldan canı yanmışlar, yaşamlarını sıkıntılar içinde geçirmiş olanlar yeni yıla umutlarını boşa çıkarmaması yönünde, sitem içeren mesaj göndermek isterler. Bu yıl sosyal medyada yayınlanan böyle bir mesaj benim de hoşuma gitmişti. Daha 2018’e girmeden yayınlanan 2018’e sesleniş mesajı şöyleydi.
“Şimdiden sana sesleniyorum ey 2018. Zaten sormadan kafana göre geliyorsun. Efendi gibi gel, efendi gibi git. İstikrarlı ol, akıllı ol, sağlam ol. Bir verip, iki alma. Adamın canını sıkma, çileden çıkarma. Şunun şurasında üç yüz atmış beş gün ömrün var. Adabınla yaşa, çirkinleşmeden git. Giden sene gibi arkandan konuşturma milleti. “Hayatımın en güzel yılıydı” dedirt. Bunu yapabilirsin, bu potansiyel var sende. Zaten sen on numara bir yıla benziyorsun. Hadi gözüm bizi mahcup etme.”
Yaşadığı yıldan, 2017 den memnun olmayan birinin 2018 den beklentisi yukarıdaki cümlelerle ifade edilmiş.  Hem espri var, hem sitem var, hem umut var. 2018 kulağı çekilerek sevilmiş gibi. Ortaya hoş bir mesaj çıkmış.
 Bunun için derler her yeni yıl bir umuttur. Yeni yıl da, umut da gelecektir. Kimse geleceğini berbat hayal etmez. Herkes güzel düşünceler, güzel hayaller kurar yarınlar için. Ve bu umut, bu güzel hayaller  yaşamın devamını sağlar. Yaşamı için umutlu olmayan, yarınları için güzel hayaller kuramayan biri için yaşamın anlamı olmaz. Yani bu güzel umutlar yaşam için birer gerekçedir. Kimisi kendisi için umutlanır, kimisi çocukları için, kimisi ülkesi ve dünya için umutlanır.
Ne kadar geniş düşünülürse o kadar huzur bulunur. Sadece kendisi için umutlanan aslında çok da mutlu olamaz. Zira ülkesinde herkes çok kötü bir yaşam sürüyorsa, birisinin her koşulda iyi yaşıyor olması insana mutluluğunu yaşatabilir mi?
Belki ama o zaman da ona insan denir mi?
Dünya savaşın eşiğinde ise, toplumlar huzursuzsa, savaş ha çıktı ha çıkacak, milyonlarca insan ölecek. Bilmem ne bombası atılacak. İnsanlar yanacak, nefes alamayacak, dünya yok olurken kim, nasıl mutlu yaşayabilir ki?
Sanırım hiç kimse böyle bir gelecek düşünerek yeni yılı beklemek istemez. En kötü koşulda bile; birileri çıkacak olumsuzlukları bertaraf edecek, dünya kurtulacak diye hayal kurar. Bu hayalin gerçekleşmesi için her insan bir şeyler yapar. En azından karşı duruşunu belirten bir ses çıkarır. İşte o ses umuttur. Gelecektir.
Geçmişte yaşananlar örf olmuş, töre olmuş, gelenek olmuş. Yaşanan günde de onların var olması için çalışan insanlar çoktur. Eski toplumlarda yaşayan insanların sayılarının bugüne göre az olması bu geleneklerin devam etmesini sağlamış. Oysa bugün ülkemizde olduğu gibi bütün dünya nüfusu oldukça fazla. Neredeyse topraklarda üretililenler, doğanın sundukları insanlara yetmez olmuş. Böyle bir durumda o eski geleneklerin yaşaması da zora giriyor. Yeni nesil eskilere pek aldırmıyor. Eskiler yeni nesili pek tatmin etmiyor. Yeni nesil yenilikçidir. Zaman değişiyor. Her gün, her yıl bişeyler değişiyor. Eskilere hayran olan bizler “nerede o eski bayramlar, hey gidi eski günler hey” deriz umutsuzca. Bu da eski ile yeninin çatışmasıdır.
Eskiye hayran olmakla eski kalıcı olamaz. Sadece eski biraz daha can çekişir. Toplumların gelişimini az çok bilenler bunu iyi görürler. İlkel toplumdan, ortaçağ toplumundan uzay çağına geldik. Bir çok inanışın ve dinlerin hakim olduğu toplum yapıları geride kaldı. Artık biat edenler azaldı, zaman daha ileri düşünmek, daha yenisini yaratma zamanı.
Bilimsel çalışmalarla toplumlar gelişiyor. Birilerinin hükümranlıklarını sürdürmeleri için eskiye biat edilmesi çabası çok da akıllıca değildir. Zaman akacak ve toplumlar değişecek. Bizim dileğimiz ülkemizde de bu can çekişen geçmişe özlemin yerini bilime, akla teknolojiye bırakması, onlara gereken ilgi ve desteğin artmasına katkı sunulmasıdır. Böylece ülkemiz gelişmiş toplumlar içinde var olmaya devam eder. Daha güçlü bir Türkiye, insanaları daha mutlu bir Türkiye oluşur.

Yeni yılın bu temenni doğrultusunda sizlere ve ülkemize  ışık tutmasını diliyorum.

27 Aralık 2017 Çarşamba

DIŞ POLİTİKADA DURUM

Son on beş yıldır Ak Parti iktidarda. On beş yılın özellikle son on yılında uyguladığımız dış politika, tabiri caiz ise ayağımıza dolanıyor. Türkiye dış politikada bir şeyleri hep yanlış yaptı.
İlk yıllarda Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz iyi gidiyordu. Hükümetin amacı; ülkenin demokratikleşmesi ve Avrupa medeni toplumunda yer almaktı. Dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan; “Biz yasalarımızın demokratikleştirilmesi çalışmalarını Avrupa Birliğine girmek için yapmıyoruz. Ülkemiz demokraside, kalkınmada, insan hakları alanında en iyi olacaktır, Bizim hedefimiz budur. Bu amaç doğrultusunda biz gerekli ve doğru kanunları çıkaracağız, insan haklarını en üst düzeyde sağlayacağız. Avrupa bizi kabul etmese de biz Ankara kriterleri der yolumuza devam ederiz” diyordu. Bunları savunduğu için de ben de dâhil toplumun çok önemli bir bölümünden destek görüyordu.
Sonra işlerin rengi değişti. Biz kanunlarımızı değiştirmesek, iyileştirmesek de Avrupa Birliği bizi kabul etsin savunması yapılmaya başlandı. Avrupa’nın hataları bahane gösterilerek, Avrupa Kriterleri de neymiş demeye başlandı. Ülkemizdeki seçimlerden dolayı Avrupa ülkelerindeki TC uyruklu yurttaşları etkilemek için oralarda toplantılar. mitingler yapılmak istendi. “Demokratik ilkeleri hayata geçirmeyen Türkiye’nin iktidar partisinin temsilcilerine bu hakkı tanımak istemiyoruz” diyen Avrupa ülkeleri ile aramız iyice açıldı. İlişkiler iyice gerginleşti. İşin boyutu iç siyasette olduğu gibi hakaret noktasına vardı.
Bir zamanlar Rauf Denktaş’a Türkiye’de miting yaptırmayan Türkiye siyasileri, Avrupa’da miting yapmak istiyor ve buna izin vermeyen ülkelere söylemediğini bırakmıyordu. Böylece neredeyse bütün Avrupa ülkeleri ile oldukça gergin ilişkiler içerisine girdik.
Suriye konusunda izlediğimiz yanlış politika ile ödemediğimiz bedel kalmadı.” Esat’ın halkına yaptığı zulme sessiz kalamayız” diye başladığımız Suriye devleti karşıtı politikalar sonunda, Suriye halkının yaşamadığı zulüm kalmadı.
Sadece Suriye halkı zulüm ve sıkıntı yaşamadı. Türkiye halkı da bunun sıkıntısını alabildiğine çekti, çekmeye devam ediyor. Savaştan kaçan Suriyelilerin çoğu ülkemize sığındı. Kendi halkımızla göçmenler arasında ciddi sorunlar yaşandı. Kavgalar, cinayetler işlendi. Zaten iş bulmakta zorlanan günübirlik yevmiye ile çalışan kesimin yeni rakipleri oldu Suriyeli ucuz işçiler.
Devletin “Suriyelilere harcadığı 30 milyar Dolar” elbette bu halkın rızkından alınarak harcandı.
Rusya ile yine bu Suriye sorunundan dolayı savaşın eşiğine geldik. Rus uçağını düşürdük. Kahramanlıklar taslayıp sonra bin bir özürle kurtulmaya çalıştık. Gelen turistten, satılan domates ihracının durmasına kadar ve elbette çok daha ötesinde maliyeti oldu bize.
Amerika ile kah dost oluyoruz, kah düşman. Şimdi Ey Tramp diye bağırıp duruyoruz kendisine.  Dost derken de halkımız alkışlıyor, düşman derken de alkışlıyor! Aramızda devletlerarası hukuka dayanan sağlıklı, düzeyli  diyalog kurulamadı bir türlü.
İsrail’e “One minute”  dedik. Arap aleminde ve içerde kahraman olduk. Mavi Marmara gemisini bizatihi en yetkili ağız gönderdi. Sonra “ben mi git dedim” dedi. Mavi Marmara’da İsrailliler tarafından öldürülen 9 canın kan bedeli olarak 20 milyon bağış aldık İsrail ile ilişkileri düzelttik.
Şimdi Tramp Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdı. Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıyacağını açıklamasından sonra bizim Cumhurbaşkanımız İsrail’i terörist devlet ilan etti. Söylemediğini bırakmıyor ama İsrail ile resmi devlet ilişkisini de kesmiyor. Madem terörist devlet neden bizim ilişkimiz halen devam ediyor?
Ya İsrail terörist devlet değil, ya da biz söylediğimize inanmıyoruz. Sadece iç Politikaya ayar vermek, halkın nabzını iyi tutmak için konuşuyoruz.
İslam Ülkeleri İşbirliği Teşkilatı dönem başkanlığı bizde olması sebebiyle Kudüs konusunda acil bir toplantı yapıldı. Bazı kararlar alındı ve sonuçta pratikte hiçbir işe yaramasa da Birleşmiş Milletlerde 128 devlet Amerika’nın İsrail Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması kararı ret edildi. Ama Kudüs’ün tamamı Filistin’in başkenti olsun denirken, şimdi Doğu Kudüs’e razı olundu.
Ayrıca, Zaten bu İslam ülkelerinde iş olsa, koca Ortadoğu coğrafyasına bir bakın bakalım. Koskoca İslam ülkeleri arasında nokta kadar bir İsrail Yahudi devleti var ve bu İslam ülkeleri bu nokta devletle başa çıkamıyor. Bu nasıl bir iştir?
Biz bu İslam ülkeleri için kendi devletimizin huzurunu,  güvenliğini de riske atıyoruz.
Dış politikada atılacak her adım çok iyi hesaplanmalı. Doğru adım atılmaz ise ülkenin başını belaya sokmak an meselesi olur. Boyunu ve gücünü iyi hesap etmek gerekir. Tarih bunun örnekleri ile dolu olduğu gibi günümüzde de bunu etrafımızda sıkça yaşayan toplumların sayısı az değil.
Kısacası devlet yönetmek ciddi bir iştir ve düzgün politika, düzgün ve saygın uluslararası ilişkiler yürütmeyi gerektirir. İç politikayı dizayn etmek için dışa bağırıp çağırdığında yarın orada seni ciddiye almazlar. Nitekim dış dünyada gelişmiş saygın ülkeler ile ilişkilerimiz bozuldu. Bize gelen devlet adamları artık uzak ve küçük ülkelerden ibaret.  Bu da bizim hangi ligde olduğumuzu göstermesi açısından ilginç bir durumdur.
Biz büyüğüz demekle büyük olunmuyor. Büyük üretim yapabiliyorsan, büyük ölçekli ve değerli sanayi ürünü satabiliyorsan, Medeni dünya ile ilişki içerisinde isen, ve insan hakları gelişmiş, adil bir hukuk düzenin varsa büyüksün.

İlişkileri yeniden rayına oturtmak lazımdır. Çıkan ve çıkacak fırsatları iyi değerlendirmek ve bu konuda samimi olmak gerekir. Boş ve güze laflarla olmuyor yani.

20 Aralık 2017 Çarşamba

İHANET BAHÇEŞEHİR’DE DEVAM EDİYOR

Cumhurbaşkanı üstüne basa basa açıkladı. İstanbul için, “biz bu kente ihanet ediyoruz” dedi. Bunu bir kez de demedi. Birçok konuşmasında aynı cümleyi kurdu. Kendini de bundan sorumlu tuttu. Zaten kendisi de bu devasa şehri yönetenlerden biriydi.
Recep Tayyip Erdoğan bu cümleyi boşa kurmadı. Bu kentte alabildiğine inşaat yapılıyor. 40 50 katlı binalar her ilçede yükselir oldu. Kentte trafik akmaz oldu. Araçla bir yerden başka yakın bir yere gitmek bile çile oluyor.  Alt yapı akmaz, çalışmaz oldu. Marmara denizi bitti. Artık balık bile yaşamaz durumda.
Peki, bir ülkenin en yetkili, hatta tek yetkili kişisi böyle söyleyince siz vatandaş olarak ne beklersiniz? Onun söylediklerinin yapılacağını beklersiniz.  Ama öyle olmuyorsa!
Yani dikey yapılaşma olmayacak, artık gereksiz imar verilmeyecek diyorsa olmaması gerekir. Ancak bırakın dikey yapılaşmanın durmasını, bizatihi mahkemelerin durdurduğu binalar bile devam ediyor. İşte o zaman insan soruyor, birleri bizle dalga mı geçiyor diye.
Bugün size Bahçeşehir’deki sosyal yaşam alanına yapılan dikey inşaatlardan bahsedeceğim. Bahçeşehir’i bilenler oradaki meşhur gölet i de bilirler. Bahçeşehir’i projelendirenler ortadaki çukur alana bir yapay gölet yapmışlar. Burayı su ile doldurmuş ve etrafını da güzel yeşillendirmişlerdi. Burası sadece Bahçeşehirde oturanlar için değil, dışardan gidenlerin de uğrak yeriydi. İnsanlar burada nefes alır, göl kenarında oturur, göldeki ördeklere ekmek atar, gölün etrafındaki kafe ve restoranlarda yemek yerdi. Yani çok güzel bir sosyal yaşam alanı olmuştu.
Ama rantı seven birileri Başakşehir Belediyesi ile el ele verdi ve bu gölet alanına, halkın nefes aldığı yaşam alanına inşaat yapmaya karar verdi. Bahçeşehirliler Derneği (Bader) diğer bazı gönüllülerle birlikte bu sosyal yaşam, yeşil alan gaspına karşı davlar açtılar. Mahkemeleri kazandılar ama inşaatlar halen devam ediyor. Onlar da insanlık adına seslerini duyacak birilerini arıyorlar. Kente ihanet ettik diyenlerin bu ihaneti önlemesini bekliyorlar. Onların samimiyetlerini test ediyorlar ama nafile, yaşam hakkını gasp edenler hukukun kararlarını dahi dinlemiyorlar.
Size Bahçeşehirliler Derneği’nin bana ilettiği  çığlıklarını duyurmak istiyorum. Verdikleri mücadelenin geldiği boyutu sizlerle paylaşmak istiyorum. Ki bazılarınız bu haberleri okumuşsunuzdur. Ama ben bir kez de bu köşeden sizlerle paylaşmak istedim. Onların sesine kendi sesimi eklemek istedim. Çünkü başımıza ne geliyorsa bizim duyarsızlığımızdan, bir birimize karşı kayıtsız kalmamızdan geliyor.
Bahçeşehir’de yıllardır süren hukuk mücadelesinde çevreciler haklılıklarını ispatlıyor ancak her alınan karara yerel yönetimin itirazı ile dava süreçleri uzuyordu. Son bir hafta içerisinde Başakşehir Belediyesi ve inşaat şirketinin itirazlarına İstanbul 4.İdare Mahkemesi ve Danıştay 13.Dairesi red kararı verdi. Mahkemelerin verdiği bu kararlarla Bahçeşehir’de Pazartürk ve Gölette yürütülen inşaatların “Şehircilik ilkelerine, kamu yararına, plan bütünlüğüne aykırılığı” son kez tescil edilmiş oldu. BADER Başkanı Uğur Barış Karabulut "Son verilen yargı kararları ile yıllardır sürdürdüğümüz mücadelelerin haklılığı ispatlandı, bundan böyle söz yerel yöneticilerde; Kararları uygulayarak inşaatları biran evvel durdurmalıdırlar" dedi.
Bahçeşehir’de son 4 yıldır süren hukuk mücadeleleri Bahçeşehirliler Derneği (BADER) öncülüğünde başlamış, site yöneticileri, Gölet Gönüllüleri ve CHP Başakşehir Meclis Üyelerinin açtıkları davalarla bugünlere kadar gelinmişti.
Bader ve Gölet Gönüllülerine ulaşan son bilgiyi sizlere sunuyoruz.
“Bugün(18.12.2017) tarihinde bizlere tebliğ edilen Danıştay 13.Dairesi’nin kararı ile Gölet Park’da devam eden inşaatın hukuksuzluğu bir kez daha tespit edilmiş oldu. Daha önce ihale işleminin iptali davasını gören mahkeme, bu davada Yürütmenin Durdurulması kararı vermişti. Buna istinaden hukuksuzluğu tespit edilen ihale ve devamındaki inşaat işlemlerinin durması beklenirken Başakşehir Belediyesi inşaata hukukun etrafından dolanarak devam etmişti. Ayrıca Başakşehir Belediyesi bahsi geçen Yürütmenin Durdurulması kararına da itiraz etmişti. Danıştay 13.Dairesi vermiş olduğu karar ile, Başakşehir Belediyesi’nin itirazını reddetmiş ve verilen Yürütmenin Durdurulması kararının yerinde olduğuna kanaat getirmiştir. Biz bu aşamada, hukuk kuralları ve mahkeme kararlarına saygılı olması beklenen ve bu kararları uygulaması gereken Başakşehir Belediyesi’nin derhal inşaat çalışmalarının durdurulması yönünde karar vermesini beklemekteyiz. Başakşehir Belediyesi ve ihale alıcısı firma aleyhine bir bir yargı kararları veriliyorken, imar planları, belediye başkanına verilen yetki ve ihalenin hukuksuzluğu tespit edilmişken inşaatın durması için daha ne beklenmektedir bunu da Başakşehir Belediyesi’ne sormaktayız. Bader ve Bahçeşehir Gölet Gönüllüleri olarak, Başakşehir Belediyesi’nin yargı kararlarına uymasını bekliyoruz.”
Bu sese ses verin. Sizler ses vermezseniz bu kente ihanet devam eder. İhanet sadece Bahçesihir’de devam etmiyor. Şu anda halen İstanbul’un birçok yerinde benzer ihanetler devam ediyor. Birileri sadece güzel laflarla, günah çıkarmalarla bizleri kandırmasın. Sözlerinin gereğini yapsınlar.

Siz halen kandırılmaktan bıkmadınız mı?

SİYASİ ÜSLUP NEDEN KABALAŞTI

Siyasi üslup iyice kabalaştı. Liderler birbirlerine hakaret ediyorlar, aşağılıyorlar. Ben şahsen bu siyasileri dinlerken utanıyorum.  Ülkemin bu siyasiler tarafından yönetilmesinden ıstırap duyuyorum. Türkiye Büyük Millet Meclisine baksan, her gün hakaretler gırla gidiyor. Her gün kavga, itiş kakış yaşanıyor.
Muhalefet partileri suçu iktidar partisine yüklüyor desem, bu pek doğru olmaz. Zira Türkiye’de neredeyse muhalefet yapan, iktidarı eleştiren parti kalmadı. Bir tek ana muhalefet partisi var muhalefet yapan.
MHP desen bir zamanlar iktidara ve onun kurucu liderine demediğini bırakmıyordu. Ana muhalefet partisi kadar o da muhalefet yapıyordu. Yolsuzluklardan ve vatana ihanetten bahsedip, “hesap sormazsam namerdim” diyordu. Ama ne olduysa, nasıl bir anlaşma yapıldıysa, ne tür bir açık bulunduysa bilinmez, birden bire iktidar yanlısı oluverdi. Şimdi iktidar partisi mensuplarından daha fazla MHP genel başkanı savunuyor AK Partinin kurucu başkanını. Öyle ki Rıdvan Dilmen’in bir “cinlik” yaparak Recep Tayyip Erdoğan’ı merhum Deniz Gezmiş’e benzetmesine bile Ak Partililerden önce Devlet Bahçeli karşı çıktı, veryansın etti. Ayrıca Bahçeli durmadan, önümüzdeki seçimlerde Ak Parti ile nasıl bir işbirliği yapacaklarına dair planlar, projeler önerip duruyor.  Biz bunu görünce MHP ne yapıp edip AK Parti’nin kanatları altına girmeye çalışıyor diye düşünmeden edemiyoruz.
Muhalefet partisi olarak MHP bu duruma gelmişse, MHP’den muhalefet partisi olarak bahsetmek çok da mümkün değil. Zaten muhalefet partilerinin görevi iktidarın yanlışlarını eleştirmek olması gerekirken MHP iktidarı bırakmış varsa yoksa CHP’yi eleştirmekle meşgul durumdadır.
Geriye kalan HDP desen, o da kendi derdine düşmüş. Genel başkanları dahil on, on iki milletvekili hapiste. Geri kalanları da hapse atmak için ha bire yeni fezlekeler çıkarılıyor. Belli bir bölgede, ağırlıklı olarak yerel yönetimleri yönetiyorlardı. Bütün belediye başkanlarını görevden aldılar. Yerlerine kayyum atadılar. Zaten konuştukları hiçbir şeyin basında yer bulması mümkün değil. Ülke öyle gerildi ki Türkiye genelinde siyaset yapmaları nerdeyse imkansız hale geldi. TBMM dışında pek görünemiyorlar.
Bir zamanların HAS Parti’si vardı. İktidarı oldukça etkili eleştiriyordu. Genel başkanı Numan Kurtulmuş’un eleştirileri vido olarak halen internette dolaşıyor. Has Parti Ak Parti’yi eleştiride bir hayli etkili oluyordu. Zira aynı mahalleye hitap ediliyorlardı. Aynı camiada aynı kökten gelen insanlar olarak siyaset yapıyorlardı. Öyle zehir zemberek eleştiriyorlardı ki bugün bile söylenemeyenleri söylüyordu Numan Kurtulmuş.  Ama ne yapıldı edildi Has Parti kapatıldı ve genel başkanı Numan Kurtulmuş birkaç arkadaşıyla birlikte Ak Partiye transfer edildi. Sustu, susturuldu. Şimdi o cenahtan kimse sormuyor; iyi de yapılan o eleştiriler ne oldu? Değişen ne oldu? Neden şimdi iktidarın sözcülüğü yapılıyor diyen olmadı, olmuyor.
Aynı Şekilde şimdiki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da Farklı DP’de genel başkan iken Recep Tayyip Erdoğan için zehir zemberek konuşuyordu. Yetimin hakkının gasp edilmesinden bahsediyor, yolsuzluklardan bahsediyor, hesap soracağını söylüyordu. Etkili muhalefet yapıyordu. O da transfer edildi, sustu susturuldu. Şimdi Tayyip Erdoğan’ı en ateşli o savunuyor, ana muhalefet partisi ile en etkili kavgayı o yapıyor.
Vatandaş ise sormuyor, sorgulamıyor. Neden bunlar değişti? Vatandaş dediğimiz Ak Partili kitle, o toplum kesimi sormayınca, sorgulamayınca iktidar partisi kendine çeki düzen vermek yerine sorunları kendi yöntemleriyle çözüyor. Kimini transfer ediyor, kimini içeri attırıyor. Bir şekilde susturuluyor.
Muhalefet partisi olarak geriye bir saadet partisi kalıyor ki o da rahmetli Necmettin Erbakan’ın oğlu tarafından etkisiz kılınmaya çalışılıyor. Bir de yeni kurulun İYİ Parti. İyi Parti henüz kuruluşunu tamamlamış değil. Dolaysıyla etkili bir muhalefet yapamıyor. Genel kurulunu yaptıktan, kadrolarını kurduktan sonra göreceğiz ne kadar etkili muhalefet yapacağını.
Velhasıl bir tek CHP var muhalefet ve ana muhalefet görevini yapacak olan. O da ne yapıyor, sadece sorular soruyor. O sormayan, sorgulamayan Ak Parti tabanını uyandırabilmek için iktidarın başındakilerin yaptıkları yanlışları ve usulsüzlükleri belgeler çıkararak anlatmaya çalışıyor. Maksat muhalefeti sözden çok belge ile yapmak, etkili olmak.
 Son günlerde gündemde olan MAN Adası’ndaki bir şirket üzerinden yapılan milyon dolarlık para transferlerini soruyor, sorguluyor. Recep Tayyip Erdoğan önce “bu adaya giden bir para yok, o paralar bir şirket satışından dolayı gelen paralar” dedi. Bu kez “hangi şirket satıldı, sermayesi (1 Sterlin)5 TL olan bir şirket üzerinden nasıl bir transfer yapıldı” diye soruldu. Sonra bu söylediklerini de inkâr edip, benim yakınlarımın şirketleri yok denildi. Bu kez CHP BUMERZ diye bir şirketin belgelerini ortaya çıkardı. Bu şirketin kurucuları ise Erdoğan en yakınları dendi, belgeler gösterildi.
Bu belgeler ve söylemler doğrudur yanlıştır ben şahsen henüz bilmiyorum ama an muhalefet partisinin bu belgeler ve iddialara karşı iktidar partisinin ne yapmasını beklerim?
Adam gibi cevap vermesini beklerim. Öyle “cibilliyetsiz, vatan haini” falan demem. “Zamanlama manidar” deyip “FETÖ’yle işbirliği yapıyor” suçlamasında bulunmamam. O belge ve iddiaların yalan, yanlış olduğunu resmi kayıtları ortaya koyarak çürütürüm.  Şayet gerçekten iftira atılıyorsa, birileri ana muhalefet partisini kullanıyorsa bunu ortaya çıkarmak da Ak Parti’nin ve başındakilerin görevi olmalı. Kurulur mecliste bir araştırma komisyonu. Yetkili makamlardan belgeler istenir. Açıklanan belgelerin doğruluğu yanlışlığı test edilir ve o zaman ana muhalefet partisinin yalancı ve iftiracı olduğu anlaşılır. Ama siz bunu yapmaz da seni her eleştireni terörist, hain diye yaftalar onlara alabildiğine hakaret ederseniz, ben de derim ki siz susturamadıklarınızı, transfer edemediklerinizi böyle ekarte ediyorsunuz. Siyasetin dilini de siz kabalaştırıyorsunuz.
Demokrasi herkes için olmalı. Sadece yönetenler bu nimetten yararlanmamalı. Yönetimler şeffaf olmalı. Siyaset bilgi ve belge ile yapılmalı. Sadece yönetenlerin alabildiğine özgür olduğu toplumda demokrasi yoktur.
Bütün bunları sorgulamayan bir toplum kesimi varsa o zaman işimiz zor. Yani siyasilerin üslup ve dilini yine toplum düzeltebilir ancak. Güçlünün peşine takılmaktan vazgeçip, acaba güçlü haksızlık yapıyor mu diye sorgulamadan hiçbir şey düzelmez. Neden sorulara cevap verilmez de hakaret edilir? Neden belgeye belge ile yanıt verilmez?

İşte burada yanıt vermek yerine hakaret edilirse siyasi dil kabalaşır.

17 Aralık 2017 Pazar

KOMŞULUK ETİĞİ, SOSYAL SORUMLULUK VE YALAN YAŞAMLAR

Geçenlerde bir arkadaşım aradı. Uzun zamandır görüşmemiştik. Hal hatır sorduktan sonra, beni arama sebebini açıklamak için, “aslında sana bir şey sormak için aradım” dedi.
Arkadaşım,  uzun zamandır “komşuluk etiği” konusu ile ilgilenir. Bir apartmanda oturanların, hatta kapıları karşı karşıya olan, kapı komşuların bile sabahları birbirine günaydın dememesinden yola çıkarak insanları kaynaştırmayı sağlayacak çalışmalar içinde. Aynı ortamda yaşayanların bir birine bu kadar kayıtsız kalmasını kendine dert edinmiş. Bu duyarsızlığı gidermek için ne yapmalı, nasıl yapmalı diye kafa yorup, bunun için çareler arıyor.
Buna istinaden de bana sorduğu şu; “yaşadığı yerdeki herhangi bir olumsuzluktan oradaki kat maliklerini sorumlu tutan bir kanun var mı? Kat mülkiyeti bu konuda neler içeriyor?”
Kat mülkiyet kanununda yapılan değişiklikle apartman yöneticilerinin sorumluluğu arttı. Ama kat maliklerine ayrı ayrı sorumluluk getirilmedi. Kat malikleri adına önlemler almak, iş güvenliği ve iş sağlığı tedbirlerini almakla yönetici sorumludur.
Yani kat mülkiyet kanunu diyor ki, kat malikleri toplanarak bir yönetici seçiyor. O yönetici de onlar adına yapılması gerekenleri yapar, tedbirler alır. Buradan biri zarar görürse sorumlu, işini iyi yapmayan yöneticidir. Kat maliklerini yöneticiyi denetlemekle sorumlu tutmuyor. Denetlemek için de denetçi seçtiriyor. Ama denetler ama denetlemezler. Zaten denetçilerin %80’ni de doğru düzgün denetçilik yapmaz, yöneticiyle birlikte davranır.
Yöneticinin ve deneticinin işini iyi yapmamasından maddi bir sorumluluk doğarsa bunu yönetici tek başına üstlenmiyor. Burada oluşan maddi yükü yine kat malikleri çekiyor. Zaten usulüne uygun olmayan harcamaların bütün yükünü, yöneticinin yaptığı her türlü maddi olumsuzluğun bedelini doğal olarak kat malikleri ve sakinleri öder. Ancak can güvenliği gibi bir sorun oluştuğunda gerekli tedbirleri (iş güvenliğini) almayan yönetici hesap vermek zorunda.
Toplumda sosyal sorumluluğu artırmak için belki, kat mülkiyet kanununda, kat maliklerine böyle bir sorumluluk yüklemek gerekir! Böyle bir sorumluluk olsa 80 daireli apartmandan 8 kişi ile kat malikler kurulu toplantısı yapılmaz. 600 dairelik bir adada 40 kişi ile toplanılmaz. Yöneticiler de bu kadar çok yanlış yapamaz. Ama aslına bakarsanız bizim sorunumuz böyle kanunla çözülecek cinsten değil. Bizim sorunumuz yalan yaşamlardan kaynaklanan sosyal bir sorun.
Yani, bu toplumda neredeyse herkes yaşamını doğru düzgün yaşayamaz. Başarının paraya endekslendiği toplumlarda sanırım bu kaçınılmaz oluyor. Yaşamlar yalandan ibaret oluyor. Yaşamların yalana, sahteliğe endekslenmesi komşuluğu, dostluğu, insani ilişkileri elbette olumsuz etkiliyor.
Bu konuda Gülse Birsel’in yazdığı TV dizisi “Yalan dünya” ve şu anda vizyonda olan “Aile Arasında” filmi bize ayna tutan güzel örnekler sergiliyor. Toplum olarak ne olduğumuzu, nasıl bir yaşam sürdüğümüzü aile, evlilik, akrabalık ve komşuluk ilişkilerimizi, örf ve adetlerimizi nasıl yalan yaşadığımızı biraz abartılı da olsa bize gösteriyor.
Bütün toplumun böyle yaşadığını söyleyemesek de toplumumuzun geldiği noktayı gözler önüne seren güzel eserlerdir. Ailelerin dağıldığı, samimi aile içi ilişkilerin her gün yok olduğu, akrabalık ilişkisinin çıkara endekslendiği günümüzde, komşular arasındaki ilişkinin sağlıklı, rayında gitmesini nasıl bekleyebiliriz ki?
Ekonomik cendereye sıkışan insan yaşam için her yol mubah noktasına gelmişse, bu sadece bireyin suçu sayılmamalı. Başarılı olmak, sivrilmek için her türlü gücü kullanmak normal, güçlü olanın her türlü gaspı ve talanını normal sayıp hoşgörü gösteren ve destek veren topluma dönüşmüşsek bu toplumda Komşuluk Etiği aramak da sanırım beyhude bir çaba olarak kalmaya mahkum gibi.
Komşuluk Etiğini yaratmak için önce yaşamları gerçek (yaşamak)  kılmak gerekir. Hayatını içten ve doğru yaşayamayan birey kendine saygısını ve güvenini kaybeder. Kendine saygısı ve güveni olmayan bireylerden oluşan toplumlarda başkalarına saygı ve güven duymak pek mümkün olmaz. Burada da etik kurallar aramak beyhudedir.
Toplumların siyasi hayatında etik davranış yoksa uymakla zorunlu oldukları kurallar yoksa hele kanun koyucular ve uygulayıcıları kanunlara uymuyor ve toplumdan tepki görmüyor, hatta toplum tarafından ödüllendiriliyorsa o toplumun sosyal hayatında komşuluk etiğini nasıl ararsın ki?

Böyle toplumlarda işini doğru düzgün yapan gönüllü apartman yöneticileri bulmak oldukça zordur.  Bu ortamda komşuların birbirine karşı sorumluluğunu artırmak daha da zordur.  Ama olmaz olmaz deyip bırakmak hiç olmayacağına göre kaplumbağa misali “Kâbe’ye varamasa da yolunda ölmek” var misali çaba göstermek gerekir.

3 Aralık 2017 Pazar

TÜRKİYE’DE GAZETECİLİK VE OĞUZ GÜVEN

Bugün size Türkiye’de gazetecilik yapmanın ne kadar zor olduğunu Oğuz Güven’in yaşadıkları üzerinden anlatmaya çalışacağım. Zaten bu ülkede bunları bilmeyen yok diyebilirsiniz. Ama tam da öyle değil gibi. Oğuz’un da dediği gibi bir gazetecinin “ bu ülkenin %70’i, sadece 55 saniye yayından kalan bir tweetten dolayı 3 yıl bir ay hapis cezasına çarptırıldığını bilmiyor.”
Yani bir kesim biliyor diye bütün toplum biliyor sayılmaz. Onun için ben de karınca kararınca bu konuyu yazmayı gerekli gördüm. Üstelik Oğuz Güven Marmara Üniversitesi Gazetecilikten, bugünkü adıyla İletişim Fakültesinden benim okul arkadaşım. Kendisini yakından tanırım, onu tanıyan herkesin bildiği gibi o, çok sakin ve mütevazı bir insandır. Ülkesini seven, demokrasiden yana, haksızlığa karşı duran biri olmuştur hep. Yalanla yanlışla işi olmaz.
Cumhuriyet gazetesinin internet sitesi cumhuriyet.com.tr’nin genel yayın yönetmeni Oğuz Güven, trafik kazasında hayatını kaybeden Denizli Cumhuriyet Başsavcısı Mustafa Alper ile ilgili 55 saniye sonra silinen, haber dilinde basmakalıp bir ifade içeren bir tweet nedeniyle 12 Mayıs sabahı evinde gözaltına alınıp tutuklandı. 55 saniyelik tweet için 1 ay cezaevinde kalan Güven, önceki hafta İstanbul 28. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen üçüncü celsede 3 yıl 1 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Cumhuriyet Gazetesi internet sitesinde 55 saniye kalan tweet nedir? Öyle ya nasıl bir tweet atıldı ki bir gazeteciye bu ceza verildi? Yalan, yanlış, birilerini haksız yere mi suçladı? Haberle ilgisiz, ya da çarpıtma bir şey mi yazıldı?
Yok böyle bir şey. Bütün bunlar, bir savcıya kamyon çarpmasını haber yaptığından dolayı yaşanıyor. Yani olay doğru. Ama mesele, bu haberi neden böyle yaptın sorgulaması. Üstelik haberi Oğuz güven yapmamış. Oğuz güven 55 saniye sonra bu haberin başlığını kaldırmış.
Haber, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra FETÖ hakkında ilk iddianameyi hazırlayan savcı Mustafa Alper'in ölümüyle ilgili, ''İlk FETÖiddianamesini hazırlayan Başsavcı Mustafa Alper’i kamyon biçti'' başlığı yüzünden gözaltına alınan Güven  'Terör örgütü propagandası yapmak'' iddiasıyla tutuklanarak cezaevine gönderiliyor.
Oğuz güveni tutuklayan mahkemenin gerekçesi; 'Başsavcı hakkında twette 'Kamyon biçti' ibaresinin özellikle kullanıldığı, atılan tweet ile bir anlamda Fetö soruşturma dosyalarında görev yapan  savcılara akıbet gösterildiği, bu savcıların sonlarının ne şekilde olacağına  ilişkin gönderme yapıldığı..... 
Güven; FETÖ/PYD silahlı terör örgütüne katılmak’ ve ‘PKK/KCK terör örgütünün şiddet içeren yöntemlerini meşrulaştıran ya da bu yöntemlerin kullanımını teşvik eden açıklamalar yayınlamaktan’ suçlu bulunmuştur
Öküzün altında buzağı aramak denen cinsten bir karar.
Şimdi elinizi vicdanınıza koyup düşünün. Bir soruşturma yapan savcıya kamyon çarpmışsa, bir gazeteci de bunu; şu soruşturmayı yapan savcıyı kamyon biçti diye haber yaparsa bu suç olabilir mi? Hangi ülkelerde bu suç sayılır?
Buradan başka anlamlar çıkarmak için epeyce bir zorlaman lazım. Ama sen yargı olarak o gazetenin neredeyse bütün yöneticilerini içeri atmışsan, bir kısmı halen hapisteyse, o zaman bir başka yöneticiyi içeri atmakta gerekçe bulmakta zorlanmazsın.
Ama herkesin bilmesi gerekir ki, basın tarihimizde FETÖ ile ilgili uzun yıllardır haber yapabilen bir gazetedir Cumhuriyet. Hiçbir haberinde de onu övecek bir haber, yazı veya yorum yoktur. Yapılan haberlerin tümünde de bu örgütün ülkedeki bütün kurumlara nasıl yerleştiği ve ileride bu ülkenin başına bela olacağını anlatmıştır.
Bugün nasıl ki üniversitedeki muhalif hocalar aynı gerekçeyle üniversiteden atılıyorsa, öğretmenler aynı gerekçeyle mesleklerinden ediliyorsa, Fetö’yle mücadele eden gazeteciler de aynı şekilde, mücadele ettikleri bu örgütün propagandasını yapmaktan içeri atılıyorlar.
Oğuz Güven; hangi haberleri yaptığı için hakkında davalar açılmış onu anlatıyor.Son dönemde bir gün emniyetteyiz, bir gün savcılıkta. Devamlı ifade veriyoruz. Neden biliyor musun? Şu başlıklardan dolayı: “AKP’li başkan yardımcısı tehdit etti”. Ya adam silah çekmiş, bunun için soruşturma başlatılmış, ne başlık atsaydık? Bir diğer başlık: “Erzincan Cem Evinde yangın çıktı”. Bu haber için de soruşturma açıyor, peki neden? Yangın çıkmadı mı deseydik? Bir diğer başlık: “Uğur Kaymaz’ı öldüren polis darbe girişiminde öldürüldü”. Bunun için savcı beni çağırıyor ve diyor ki, Uğur Kaymaz PKK’lı imiş, ben nasıl onu öldüren polisi darbe günü öldüğünü yazarmışım, ne demek istiyormuşum? Ben de savcıya Uğur Kaymaz’ın 12 yaşında bir çocuk olduğunu, babasının yanında öldürüldüğünü söyledim ama haberi yok ki! Bunlarla uğraşmaktan, arkadaşlarımıza desteğe gitmekten, biz gazetede iş yapamaz olduk.”
Görsek de, görmek istemesek de bu ülkede gazetecilik yapmak zorlaştı. Elbette muhalif gazetecilik yapmak zorlaştı. Yandaş olmak her kesim için ballı gazeteciliktir ama ona da gazetecilik denmez zaten. Gazeteci muhalif olmak zorundadır. Gerçi yukarıdaki örneklerde muhaliflik bile yok. Normal habercilik yapılmış ama senin normal haberinden de hoşlanmıyorlarsa işin zor demektir.
Bu ülkede yaşayanlar ülkede kimlerin neler yaşadığını bilmeli. İnsana, insan haklarına sahip çıkmalı. Dünün mağdurları bugün mağdurlar yaratıyorsa toplum bunu bilmeli. Bilmezse bu ülkede gazetecilik yapacak kimse kalmaz. Gazetecilik yapılmaz ise haber alınamaz. Toplumun duyuları çalışmaz.

Çoğunluğunun duyuları çalışmayan toplumun ömrü fazla olmaz.

29 Kasım 2017 Çarşamba

SİYASİ ÜSLUP NEDEN DEĞİŞTİ

Ülkemizde siyasi üslup bayağı bir değişti. Hemen herkes bunun farkındadır. Çok partili sisteme geçtiğimizden bu yana siyasi liderlerin birbirlerine karşı kullandıkları dil hiç bu kadar kırıcı, incitici ve nezaket dışı olmamıştı.
Bu dilin değişmesi Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasette tam yetkili, kudretli (muktedir) olmasından sonra bozuldu diye düşünüyorum.
Ak Parti, neredeyse kurulur kurulmaz iktidar olan bir siyasi partidir. Bu onlara bir özgüven sağladı. Ancak iktidar olmalarına rağmen devlete tam hakim değillerdi. Devlet içinde, başta askerler ve yargı olmak üzere bunlara karşıydı. Dolaysıyla kullandıkları dil de, devlete hakim olmalarına paralel şekilde temkinli ve kibardı. Ve muktedir olamadıkları devletin bazı kurumlarından kaynaklı mağduriyetler yaşıyorlardı. Kibar görünümlü mağdurlar halk tarafından desteklendi, güçlendi.
Ülkedeki liberaller ve sosyalistler de bu kesimin iktidarda yaşadığı mağduriyete kayıtsız kalmadı. Recep Tayyip Erdoğan da bu kesimden bazı isimleri hükümete dahil etti, toplum desteğini %50’lere kadar çıkardı.
Bu arada iktidarına ortak ettiği bir kesim sayesinde asker ve yargıdaki etkinlikleri arttı. Askerin direnci kırıldı, yargıda kendilerine yakın isimlerle güçlü hale gelindi.
İşte bu süreçte ülke kötü şeyler yaşamaya başladı. Askerin direnci kırılıyor derken haksız ve adaletsiz şekilde asker darmadağın oldu. Yargının başındakiler sayesinde askeri komutanlar hakkında davalar açıldı, ülkeye ihanetle suçlandı.
Ülkenin başbakanının dili işte bu süreçte bozuldu. Başbakan bu haksız, hukuksuz yargılamaların savcısı oldu. Bu yargılamaları eleştiren, hükümetin uygulamalarını eleştiren liderlere karşı kullanılan dil de değişti, sertleşti. 
AK Partinin toplumda desteği ve İktidardaki muktedirliği arttıkça, iktidarın muhalefete karşı söylemleri sertleşti. İktidar, muhalefeti söylemleriyle, kullandığı dille ezmeye, ötelemeye çalıştıkça muhalefetin dili de ona paralel değişti.
Ve bugün gelinen nokta, AK Parti genel başkanı, Cumhurbaşkanı, ana muhalefet partisi genel başkanına “cibilliyetsiz” diyor. Bir ülkenin Cumhurbaşkanı bir ülkenin ana muhalefet partisine, “ana hıyanet partisi” diyebiliyor.
Bunları neyin karşılığında söylüyor?
Ana muhalefet partisi genel başkanı kendisine iki soru soruyor. Bu sorulara cevap vermek yerine hakaret ve küfür ediliyor.
Sorularda hakaret var mı? Yok.  İtham var. Cumhurbaşkanının yakınları (Oğlu ve kardeşi dahil) yurt dışındaki bir şirkete 15 milyon dolara varan para göndermiş. Cumhurbaşkanına “bunlardan haberin var mı” diye soruluyor.
Cumhurbaşkanı buna küfür ve hakaretle cevap vermek yerine, belgeler açıklanır ve bunların doğruluğu, yanlışlığı konusunda cevap verilir.
Hakaret niye?
Dünyanın demokratik rejimle yönetilen bütün ülkelerinde, ülkenin iktidarına karşı eleştiri, yolsuzluk iddiaları muhalefet partileri tarafından dile getirilir. Amaçları, buldukları yanlışlıklarla iktidarı yıpratmaktır. Zaten yalan yanlış iddiaları kanun karşısında gerekli cevap alınıyor.
Ak Parti döneminde şu da çok yapıldı. Ülkenin yapısından kaynaklanan nedenlerle bu ülke muhafazakar ve sağ tandanslı bir ülke. Bunu bilen İktidarın lideri muktedir olduktan sonra bunu sıklıkla kullandı. Bizimkiler, sizinkiler söylemini öne çıkararak çoğunluğu kendi tarafında tuttu.
Evet, bu ülke muhafazakâr yapıya sahiptir. Sol ve demokrat kesim sayısal olarak azdır. Peki, siyasetçi din üzerinden siyaset yapmalı mı? Etnik yapı ve mezhep üzerinde üstünlük sağlamalı mı? Bu üstünlüğü sağlarken her yol mubah mı?
Bunu önemsemeyenler muhalefetin sorularını abesle karşılıyor. Hakaret yoksa soru sormak niçin suç olsun? 
Yapılması gereken ona hakaret etmek yerine, belgelere bakmak ve bu işlemlerin yapılıp yapılmadığı konusunda yanıt vermektir.
Kılıçdaroğlu’nun ikinci sorusuna, Suriyelilere harcanan 30 milyar dolarla ilgili olana Cumhurbaşkanı bir yanıt verdi. Birinci soruya da böyle bir yanıt verilebilirdi. Şimdi bu soruyla ilgili Ak Parti çeşitli yanıtlar veriyor. Yok, para gitmemiş, para gelmiş. Yok, ticari faaliyet falan diye.
Oğlun, kardeşin, dünürün vs o şirkete para göndermiş mi? 20 günde 15 milyon dolara yakın para, kuruluş sermeyesi 1 sterlin olan şirkete ne için gönderilmiş? Cumhurbaşkanının en yakınlarının bunu yapması normal midir?
Bunları konuşmak yerine küfür ve hakaret yapılıyorsa benim aklıma farklı şeyler geliyor. Daha belgeleri görmeden yalan ve sahte diye nitelendirmek de öyle.
Yoksa siyasetin dili bunlar sorulmasın diye mi çirkinleşiyor. Küfür ve hakaret bunlar konuşulmasın diye mi yapılıyor?

Siyaseti tek kaleyle maç haline getirirsen soru sormak bile abes olur.

BEYEFENDİ BÖYLE İSTİYOR

Cumhurbaşkanı 28 Kasım Salı günü grup konuşması yapıyor. Dert yandığı konulardan biri de bürokrasi.
Diyor ki, “son zamanlarda öğrendiğim bir şey var. İşini iyi yapamayan birileri sürekli benim adımı kullanarak ‘beyefendi böyle istiyor’ diyerek oradaki işini kotarmaya çalışıyor. Kendi yapmadığını da ‘beyefendi böyle istiyor’ diye yapmıyor.  Devlette bürokratik oligarşi oluşmuş.”
“Ben bir bakanı, bir bürokratı arayıp direk bir şey istemiyorsam, benim böyle bir emrim, talebim yoktur.”
“Ben şimdi buradan açıkça söylüyorum. Ben bir şey istersem açar kendim söylerim. Aracı kullanmam. Senden birisi de benim adıma bir şey istiyorsa aç bana sor. Bakalım gerçekten ben böyle bir şey istemiş miyim?”
Bunu bu ülkenin en yetkili kişisi söylüyor. Cumhurbaşkanı, Saray, Külliye böyle istiyor diye işler yaptırıldığından şikayet ediyor.
Bu bir bakışta iyi bir şey gibi geliyor insanın kulağına. Öyle ya, bir ülkenin tek güçlü adamı bürokrasideki adam kayırmacılıktan şikayet ediyor. Cumhurbaşkanı bunu görmüş, duymuş ve rahatsız olmuş,  bundan da şikayetçi oluyor. Bundan halkın memnun olması gerekir diye düşünüyorsunuz.
Ama ben öyle düşünmüyorum.
Ben diyorum ki ülkede bütün işler kanun ve kurallar çerçevesinde yürümelidir. Öyle Cumhurbaşkanı öyle istedi diye, Bakan böyle istedi diye olmaz işler olura dönmemelidir. Tersi de olmamalı. Yani hukuk çerçevesinde olması gereken işler zaten yapılmalıdır. Bunu yapmayan bürokrat suç işlemiştir ve cezasını çekmelidir.
Ama Cumhurbaşkanımızın dediği bunlar değildir. Cumhurbaşkanı bunları uyarıyor.  Öyle birileri varsa, bunlar sana kadar gelmişse, neden bunlar cezasını çekmemiş, gereği neden yapılmamış diye yetkilisinden hesap sorulmalıdır.
Ülkeyi yöneten partinin, AK Parti’nin genel başkanı, bazı belediye başkanlarının istifa etmesini isterken de, yani onları görevden alırken de benzer bir yol izledi. İstifa etmek istemeyen belediye başkanları ne ile korkutuldu. Haklarında soruşturma açmakla. Hatta Balıkesir Belediye başkanı bizatihi tehdit edildiğini de söyledi.
Hâlbuki normal bir hukuk devletinde böyle işler olmaz, olamaz. Bir partinin belediye başkanını bizatihi genel başkan da belirlemiş olsa, onları halk seçtiği için, başkanı istifaya zorlamamalıydı. O ilin kaderi o partinin genel başkanının iki dudağından çıkacak cümlelere bırakılmamalıydı.
Eğer o başkanların suçları varsa içişleri bakanlığı haklarında soruşturma yaparlar. Zaten muhalefete ait belediyelerden müfettişler hiç eksik olmuyor. İktidar partisinin genel başkanı da memnun olmadığı belediyesini soruşturan müfettiş raporuna bakarak, suç işlenmiş ise gereği yasal olarak yapılmalıydı. O kişiler gidip hesap vermeliydi.
Ülkemizde işler hukuk ve demokrasi çerçevesinde yürümüyor. Bu yaşananlar bunu açıkça gösteriyor. Ülkede birçok işin “Beyefendi böyle istiyor” diye yapıldığını bizatihi en tepedeki yetkili söylüyorsa orada demokrasinin olmadığı da tescillenmiş oluyor.
Ama Cumhurbaşkanı bir algı yaratmak istiyor. Halk desin ki ‘bu ülkede adam kayırmacılık var, torpil var ama bu işler Cumhurbaşkanımın bilgisi dışında yapılıyor. Bak Cumhurbaşkanı da bundan şikayetçi.’ Bu algı tutar mı? Bu ülkede tutar.
Ülke beyefendinin istediği gibi yönetiliyorsa, ben sınav istemiyorum deyince sınav kalkıyor, ben bu başkanı istemiyorum deyince başkan, başbakan değiştiriliyorsa, o zaman herkes işini “beyefendi böyle istiyor” diyerek çözer.
Birçoğumuz unutmuşuzdur. Bir zamanlar yüce divanda yargılanmasını istenen dört bakan vardı. Bunlardan biri de Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar idi. Bayraktar bakanlıktan istifa ettiğini açıklarken bir televizyona yaptığı açıklamada şöyle demişti. “Ben suçluysam Başbakan da suçludur.. Ne yaptımsa Başbakanın bilgisi dahilinde yaptım. Hatta memleketin rahatlaması için Başbakanın istifa etmesi gerekir” demişti. Gerçi sonradan sular duruldu ve Bayraktar da özür diledi. Ama o bakanlar da yüce divana gönderilmedi, yargılanmadı. O günkü Başbakan, bugünkü Cumhurbaşkanı idi.

Yani “Beyefendi böyle istiyor” şifresi hem yeni değil, hem de çok boş gibi durmuyor.

22 Kasım 2017 Çarşamba

EBRU NİLHAN BOZKURT

Ebru’yu tanımayan kalmadı. Yani son günlerde TV’lerde haber izleyen, gazete okuyan herkes onu tanıma fırsatı buldu. Ve haklı olarak onun yaptığından da ülkesi adına gurur duydu.
Ebru; NATO’nun Norveç’te düzenlediği “Trident Javelin-2017” tatbikatında yaşanan rezaletin, yani Atatürk’e düşman liderler arasında yer verilmesinin ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın da sahte bir hesap kullanılarak “düşman ile işbirliği içerisinde” gösterilmesini fark eden ve bunu üstleriyle görüşerek Türkiye’nin askerlerini bu tatbikattan çekmesini sağlayan bir askerimiz.
Yani Ebru Binbaşı bu çirkin oyunu fark edip görmezden gelmeyen, ülkesini seven ve bunun gereğini yapabilen onurlu bir Türk askeridir.
Ebru Nilhan Bozkurt şimdi bütün halkın gözbebeği olmuştur. Ve sanırım devleti yönetenlerin de…
Ama bu devleti yönetenler döneminde Ebru Komutan çok da çile çekti. İktidarın yargıya getirdikleri sayesinde bu askerimiz casus ilan edildi. Hapislerde yattı. Görevden el çektirildi.
Neydi Ebru Komutanın suçu?
Sözde uçaklarımızın resimlerini çekmiş ve bu resimleri düşmana vermiş. Yani casusluk yapmış, vatanına ihanetle suçlanmıştı. Halbuki biz bu uçakları zaten dışardan alıyorduk. Zaten bunların resimleri öyle gizli saklı değildi ki.
Ama ona bu kumpası kuranların derdi başkaydı. Uçak alımlarında kendilerine çıkar sağlamak istediler. Ülke için uygun olmayan uçakların alınmasına imza attıramadıkları için Ebru ve onun gibi komutanlara kumpas kurdular. Casuslukla suçlayıp,  mahkemelerde yargılanmalarını sağladılar. Suçlu ilan ettiler, cezalar verdiler.
Ebru Komutan, bu ülkenin son yıllarda yaratılan mağdurlarından sadece biridir. Devleti yönetenler bunlara sebep olmuşlardır. Yıllardır devlette çöreklenmiş  bu hainlerin liyakatine bakmadan, kendilerinden olduğunu düşündükleri için yargıyı, emniyeti teslim ettikleri bir cemaat mensuplarını iş başına getirmişlerdir.
İktidar olanlar, devlete hakim olabilmek için bu cemaatin mensuplarıyla birlikte hareket ettiler. Taa ki bu cemaatin iktidarı tek başına sahiplenmek istemesine kadar. Ne zaman ki bu hainlerin ayak oyunları iktidar mensuplarını da devre dışı bırakmayı kapsadı, o zaman iktidar uyandı.
O güne kadar amaç bir, gaye bir, aynı yağmurun altında güneşli günler için yürüyorlardı.
Bu ülkenin ordusunun baş kumandanı hainlikten içeri alınmasına rağmen iktidar mensupları uyanmadılar. Uyaranları hain ilan ettiler. Binlerce, on binlerce mağdur yarattılar.
Ebru Nilhan Bozkurt Binbaşı,  kumpasçılarla yönetenlerin birlikteliği bozulduktan sonra suçsuzluğunu ispatladı. Davalar açtı, hakimler kumpasçı olmayınca gerçek ortaya çıktı. Ve Ebru Komutan görevinin başına döndü.
Bugün NATO’daki görevinin başında, ülkesi için hazırlanmış kumpası ortaya çıkardı. Bu kumpasın ortaya çıkarılması ile hükümetimizin eline büyük bir koz da geçmiş oldu. Güvenlik için işbirliği yapanların hiç de dostane olmadıklarını bütün dünyaya gösterdi.
Bu görevini layıkıyla yapmış komutan için iktidar sahiplerinin, en azından şimdi yüreklerinin sızlaması gerekir. Bu öyle makama davet edip kuru bir teşekkürle de geçirilmemelidir.
Belki Ebru Komutan’a kuru da olsa bir teşekkür edilecek. vicdanlarının halini görmesek bile.
Ya on binlerce mağdur? Üstelik görevleri başında olmadıkları için yapacakları kahramanlıkları görme imkanı da yok.
FETÖ hançeri ile bu ülkenin bağrında öyle bir yara açtırıldı ki kolay kolay kapanmaz.

21 Kasım 2017 Salı

GAZETECİYİ VURDURMAK!

Gazeteci Ali Tarakçı’yı ayaklarından vurdular. Sabahın 8.30’unda çocuklarını okullarına bırakırken, cadde ortasında, arkadan bir araç gelip Tarakçı’nın arabasına vuruyor. Ali’nin arabadan inmesini sağlıyor. Araçlarda hasar yok, kaza tutanağı tutmaya bile gerek olmayacak kadar hasarsızlık var. Arkadan vuran arabadaki iki kişi Ali Tarakçı’yı kendi arabalarının yanına getiriyorlar ve arabadan aldıkları silahı doğrultup pat, pat üç dört el ateş ediyorlar.
Hani öyle trafik tartışması, kaza kritiği falan yok. Zaten Ali Tarakçı öyle tartışacak bir insan da değildir. Gençlere,” haydi çocuklar zaten arabalarda pek bir hasar yok. Zaten arkadan vuran da sizsiniz. Onun için tutanak tutmaya da gerek yok” diyor.
Ama o gençlerin derdi kaza, tutanak değildir zaten. Bir iş havalesi almışlar. Bir siparişi yerine getiriyorlar. Hem de arabadaki üç yaşındaki çocuğunun gözü önünde bir babayı, bir gazeteciyi vuruyorlar.
İnsan vurmak hiç bu kadar kolay ve basit olmamalı. Hele bir gazeteciyi vurmak hiç bu kadar basit olmamalı.
Ama bir ülkede kanunlar kuşa dönmüşse, kamu görevi yapan gazeteciler, istenmeyenler hain ve gereksiz kişi olarak görülüyorsa o zaman gazeteci vurmak da bu kadar basit oluyor işte.
Bu işin pek önemli bir cezası da yok zaten. Basit adam yaralamanın cezası 4 aydan, en fazla 4 yıla kadar hapis cezasıdır. Ama bunu trafik kazası tartışmasında yaparsan adam tutuklu da yargılanmıyor. En fazla bir iki bin TL para cezası alıyor.
Mesele o değil. Mesele memleketimizde insana verilen değer. Ve birisinin hoşuna gitmeyen bir yazı yazmanın sonucu, diğerinin onu korkutmak için, onun canına kast etmeyi göze alabilmesi. Bunun ise pek bir cezası yok. Hele sırtını hükümete dayamışsan hiç korkun olmaz.
Biz, elimizdeki tek malzeme olan kalemimizle, yine de bunu yaptıranlara söyleyeceğimiz birkaç şey var. Bunu söylemek bizim tek çabamız. Ve elbette bu kötüleri ve kötülükleri toplumun dikkatine sunmaktır amacımız. Bizim asıl işimiz budur. Güzel işleri ve olumsuz işleri topluma sunmaktır. Toplumsal değişim böyle olur, toplumun bakış açısı böyle değişir diye düşünürüz. Bilmek, haber almak toplumun temel hakkıdır ve bunu sağlamak da gazetecilerin görevidir. Biz başkacada kimsenin gözünü korkutmayız, kimseye gözdağı vermeyiz.
Peki, gazeteciler içerisinde hiç kötülük yapan, mesleğini kendi çıkarı için kullanan, bundan çıkar sağlayan yok mudur? Elbette vardır. Ama biz onların da vurulmalarından yana değiliz.
Gazetecinin yazdığından mağdur olan birinin yapacağı işler bellidir. Birincisi,  gazeteciye doğru bilgileri vermek ve gazetecinin yanlışını anlamasını ve doğruyu yazmasını sağlamaktır. İkincisi, birçok gazeteciyi davet etmek ve yazılanların yanlışlığını tüm kamuoyu ile paylaşmak. Gazeteci kötü niyetli ve verdiği maddi, manevi zarar varsa, bunun hesabını da yargı önünde sormak. Çünkü gazetecilerin dokunulmazlığı yoktur.
Bizim ikinci sözümüz de devletedir. Devlet de bu işlerin böyle rayında, sağlıkla, hukuk içinde yürümesini sağlamakla görevlidir. Devleti yönetenler bu sorumluluklarını yerine getirmiyorsa ki Türkiye’deki durum budur. Hatta bizatihi devlet bu haksızlıkları yapıyorsa o zaman biz ne yapacağız?
Gazetecinin işi yine burada, bu olumsuzluğu halka anlatmaktır. Onun başka bir aracı yoktur. Gazeteci silah kullanmaz.
Derler ki, gazetecinin silahı kalemidir. Ama ben şahsen bu söze katılmam. Çünkü silah kötüdür. Birine zarar vermek için kullanılır. Gazetecinin amacı birine zarar vermek olamaz. Birinin yanlışını, topluma verilen zararı, birilerinin toplum sırtından nasıl çıkar sağladığını yazmaktır, anlatmaktır. Yani birilerinin eylemlerinden toplumun zarar görmesini engellemeye çalışmaktır. Birilerinin haksız çıkar sağlaması toplumun aleyhine bir durumdur. Gazeteci bunu topluma haber verir, bilgilendirir yalnızca.
Gazeteci vurduranlar kendine hiçbir şekilde haklılık payı çıkaramazlar. Eğer haklılık payları var ise, kendilerini savunması için yapmaları gereken hiçbir şeyi yapmamışlardır. En kötü yolu seçmişler, birilerine elli, yüz bin TL verip git ayağına sık demişlerdir.

Bilin ki suçunuz büyük. Hiçbir gazeteci vurulduğu için küçülmez, aksine büyür. Ama onu vurduranlar, zaten küçük adamdırlar ama iyice küçülürler.

20 Kasım 2017 Pazartesi

Eğitim, Siyaset Üstü Olmalı

Bu söz çok doğru biz sözdür. Ama sözün doğru olması ne kadar önemliyse, o sözün kimin tarafından söylendiği daha önemlidir. Zira sözlerin önemi söyleyene göre daha bir anlam kazanır veya önemsiz hale gelir.
Bu sözü bilim adamları yıllardır söylüyorlar. Dünyanın gelişmiş bütün ülkeleri eğitim sistemini siyaset üstü tuttukları için başarılı oldular. Bilimde ve teknolojide geliştiler.
BU sözü vatandaş söylerse de doğrudur. Eğitim politikasını belirleyen ve uygulayanları eleştirenler söylüyorsa da doğrudur.
Ancak bu sözü, 15 yıllık iktidarları döneminde eğitimi yaz boz tahtasına çevirmiş bir iktidar partisinin son başbakanı söylüyorsa bu söz fazla anlam kazanmaz. Zira bu kadar uygulamasını gördüğümüz bir siyasi anlayışın son başbakanı söylüyorsa ve önümüzdeki seçimi çok önemsiyorlarsa, bunun tek bir anlamı vardır. O da yine bu halkı kandırmak istiyorlardır.
Siz kalkın, ülkedeki bütün kurumlar gibi eğitimi de bir cemaate peşkeş çekin. Sınav sistemleri hemen her yıl değişsin. Sınav soruları sürekli bir cemaatin mensuplarına önceden aksın. Belli kurumlara sürekli birilerinin kontrolündeki öğrenciler girsin.
Eğitimi bilimsel temellerden uzaklaştırıp dini temellere dayatmaya çalışın. Yine dini duyguları size yakın olan ama eğitim alanında hiç de başarılı olmayan insanları eğitimin başına getirin. Milli eğitim müdürlerini, okul müdürlerini hep aynı kesimden oluşturun.
Eğitimde isim yapmış, her kesimin çocuğunu okutmak istediği, ülkenin en başarılı eğitim kurumlarının müdüründen, öğretmenine kadar bütün kadrolarını dağıtın. Bu okulların başına vasat ve sizin siyasi düşüncenize yakın kişileri getirin.
Başarılı olan eğitim kurumlarını örnek alıp, ülkedeki bütün okulları bu seviyeye çıkarmak yerine siz, bu sayılı birkaç okulu da alt kademeye indirin. Bunlardan hiç rahatsızlık duymayın. Bunları eleştirenleri vatan haini ilan edin.
Teog’u, LYS, YGS’yi, ne kadar sınav sistemi varsa siz durmadan değiştirin. Her bakan değiştiğinde eğitim politikasını değiştirmekte hiçbir sakınca görmeyin. Yapmayın etmeyin çocuklarımıza yazık oluyor diyenleri duymayın. Sesini size duyuranları eğitimden alın, yetmedi onları hapse atın.
İşini geri isteyeni terörist ilan edin. Bu insanlar açlık grevlerinde ölüme yatsın. Hapiste ölmelerini bekleyin.
Eğitimi kimlere teslim ettiğinizi halen görmeyin. Sonra kalkın “eğitimin Türkiye'nin en önemli sorunlarından biri haline geldiğini söyleyin. Konunun siyaset üstü olması gerektiğini” anlatmaya çalışın.
Başbakan Binali Yıldırım, “sorunların çözümü için herkesten destek beklediklerini” belirtmiş. "Eğitim, Türkiye'nin en önemli sorunlarından biri haline geldi. Bu konu siyaset üstü olmalı'' de. Başbakan şu ifadeleri de kullandı:

"Eğitimi günlük tartışmaların ve siyasetin malzemesi haline getirmeye kimsenin hakkı yok. Bilen, bilmeyen herkes konuşuyor. Eleştirel yazıları toplayıp, onlar üzerinden muhalefet yapıyorlar. Kendi düşünceleri yok. İlle de iyi eğitim istiyorsan gel okul yap, burs ver veya bunu yapanlara zorluk çıkarma."
Eğitimi bilen bilmeyen herkes konuşuyor. Eğitim konusunda 15 yıllık tecrübeye sahip bir partinin son başbakanı konuyu bilen olarak herkes konuşmasın diyebiliyor halen. Taraflı uyguladığınız eğitim politikası resmen bitmiştir. Bir öğrenci velisi olarak içimiz kan ağlıyor. Siz eleştirilere kulak vermeyin. “Davanız” uğruna eğitim bitti, ülke batıyor. Siz halen halkı kandırmak peşinde gidiyorsunuz.
Beklediğiniz tek şey size birileri okul yapsın, burs versin. Siz eğitimden bunu anlıyorsanız vay halimize…

Yazık bu ülkeye, Yazık yarınlarımızın güvencesi çocuklarımıza.

19 Kasım 2017 Pazar

HAVAMIZ KİRLENMİŞ

Türk Toraks Derneği tarafından yapılan açıklamaya göre Türkiye’nin havası komple kirliymiş. Havası temiz tek il Rize kalmış. İstanbul’da havası en kirli ilçeler Esenyurt, Göztepe ve Aksaray semtiymiş.
Esenyurt, Beylikdüzü’nün yanı başında olan bir yerleşim bölgesi. Yani biz Beylikdüzü’nde oturanları yakından ilgilendiriyor. Bana ne Esenyurt’tan deme şansımız yok. Esenyurt’ta sigara içilse dumanı Beylikdüzü’ne geliyor. Biz sadece beton kirliliği var sanıyorduk, meğer hava alınamaz duruma gelmiş. O kadar gökdelen yapıldı ki, burada yaşayanların arabalarını bu yollar kaldırmaz. Bunlar yerin üstünde olanlar, bir de yerin altı var tabii. Buranın pisliğini hangi kanalizasyon taşıyacak? Ambarlı arıtma tesisi şimdiden SOS veriyor. Yarın pis kokular bütün bölgeyi saracak.
Kaldı ki bütün Türkiye’nin havası kirlenmiş. Ama bizim toplum bununla pek ilgilenmiyor.
Bir zamanlar İstanbul’un havası çok kirli idi. Henüz doğalgaz kullanımı başlamamıştı. Koca İstanbul kalitesiz kömürle ısınıyordu. Çıkan bol kükürtlü duman havayı solunamaz hale getirirdi. Sonra evlerde ısınma amaçlı doğalgaz yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Sanayi kuruluşları doğalgazı kullandı da bu hava kirliliği azaldı. Bir zamanlar Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan İstanbul’un havasının kendisinin belediye başkanı olmadan çok kirli olduğunu ve kendi döneminde İstanbul’un havasının temizlenmesi ile övünürdü.
O tarihten bu yana Recep Tayyip Erdoğan İstanbul’u ve 2002 den bu yana da tüm Türkiye’yi yönetir oldu. İstanbul’la birlikte bütün ülkenin havası kirlenmiş. Tek temiz il Rize kalmış. Şimdi oranın da havası kirlenecek. Zira zor ulaşılan yaylalara bu hükümet yol yapıyor. Ağaç demiyor, dere demiyor hepsi yok oluyor. Kolay ulaşılamayan yerlere kolay ulaşılır olacak ve insanın kolay ulaştığı her yer kirlenecek. Ağacı doğası yok olan yerin havasının temiz kalması mümkün değildir.
Nedir bu Türk Toraks Derneği? Amacı nedir? Neler yapar da bu konularda ahkam kesiyor? Ve neye dayanarak, neyi ölçüm yaparak bu sonuca varıyor derseniz, kısaca yazalım.
Türk Toraks Derneği soluduğumuz havayı ölçen bir sivil toplum kuruluşudur. Göğüs ve  Solunum yolu uzmanı doktorların kurduğu bir dernektir. Yani solunum yetmezliğini ölçerler. Nerede rahat nefes alınır, nerede hava kirliliği artmış ve yaşanamaz durumuna gelmiş bunu da araştırırlar. Yani işleri insanın rahat nefes alması ile ilgili.
Bu değerleri de dünya sağlık örgütünün belirlediği verilere dayanarak açıklarlar.
Türk Toraks Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Fuat Kalyoncu, “Dünya Sağlık Örgütü’nün ‘görünmez katil’ olarak tanımladığı ve dünyada her yıl 7 milyondan fazla kişinin ölümüne yol açan bu sorunun tanınmasını ve bu sayede her an soluduğumuz zehirli havanın artık son bulmasını istiyoruz” dedi.
Karadeniz bölgesi Türkiye’nin en yeşil bölgesidir. Havası da en temiz yerlerin başında gelirdi. Ancak gözüken odur ki, oraların da havası büyük ölçüde kirlenmiş. Nasıl kirlenmesin ki biz devlet olarak yeşile, güzel doğaya düşmanca davranıyoruz. Toplum olarak da güzel doğayı çok sevdiğimiz söylenemez.
Devlet, nerede güzellik var orayı zengin birilerine satmaktan, orayı maden arama uğruna talan etmekten çekinmediğini her fırsatta bize göstermekten çekinmedi. Artvin Carettepe’de yapılanlar bunun son örneğidir. O güzelim doğaya dozerler girdi, halkın direnmesine rağmen doğa yağmalanmaktan kurtulamadı.
İnsanımız da doğaya pek duyarlı davranmaz. Millet olarak piknik yapmayı çok severiz. Mangallar yakar yer, içeriz. Ama bütün atıklarımızı orada bırakır geliriz. Poşetlerimiz, yediklerimizden arta kalanları hep orada bırakırız. Kimse çevreye özen göstermez, kendi atığını temizlemez. Temizleyene de çok hoş bakılmaz. Bu millet doğaya alabildiğine hoyrat davranır. Çoğu kez mangal yakayım derken koca ormanı yakar da dönüp bakmaz.
Devlet ve millet bu anlayışta iken bu ülkenin havası nasıl temiz kalır. Havayı temizleyecek orman azaldıkça elbette havamız da kirlenecek.
İstanbul’a ha bire çevre yollar yaparız. Boğaz üzerine 3. Köprü yapmakla övünürüz. Dünyanın en büyük hava limanını yapmakla övünürüz. Ama bu yolların neyi yok ettiği ile pek ilgilenmeyiz. İlgileneni, bu yağmacılığa karşı çıkanları hain ilan ederiz.
Çünkü inşaat yapmayı, yol yapmayı medeniyet sayarız. Ama doğaya sahip çıkmayı hainlik ilan ederiz.
Sonra makamı en büyüğümüz çıkar “biz İstanbul’a ihanet ettik. Bunun sorumlusu da benim” der. Ama bu toplumun gıkı bile çıkamaz.
Oysa bir olumsuzluktan sorumlu olanların hesap vermesi gerekir. Gerekir ki, sonra birileri tekrar benzer olumsuzluklar yaşatmasın topluma.
Ama biz sadece kendi kendimizi kandırmakla meşgulüz. Ne kimse yaptığından pişmandır. Ne de bunu anlayacak bir toplum vardır.
Yarın yaşanmaz hale gelecek bu güzelim ülkede. Nefes alamayacağız. Bütün ülke bizim olsa neye yarar. Çocuklarımız, torunlarımız ne olacak? Onlar nasıl yaşayacak?
Biz çocuklarımızı düşünmeyecek kadar bencil bir toplumuz?

Ben bu yazıyı yazarken Cumhurbaşkanımız Bayburt’ta konuşuyordu; “Bayburt bizi seviyor, biz de Bayburt’u. Bayburt işini bilir. 2019 da Cumhurbaşkanlığı seçimleri için köylere kadar dolaşın ve güçlü şekilde beni seçin. Allah razı olsun” diyordu.

12 Kasım 2017 Pazar

HALK NİÇİN ÇARESİZ

Bir önceki yazımda hükümetin halkın refahını çok düşünmediğini, onların yaşamını nasıl zora soktuğunu, uyguladığı vergi politikalarını örnek göstererek anlatmaya çalışmıştım.
Elektrik faturasındaki vergi miktarını, okuma bedeli adı altında yüksek bedeller aldığını, verginin üstünden ikinci bir vergi aldığını yazdım.  Su faturasında da bakım bedeli adı altında düzenli ve yüksek meblağlar alındığını kendi faturamı örnek göstererek anlatmaya çalışmıştım.
Ve halk bu uygulamaları yapan iktidara halen yüksek düzeyde destek vermeye devam ediyor. 
Burada bir çelişki var. Ya halk bu kadar sıkıntıda değil, ya da halkı çıkmaza sokan bir çaresizlik var.
Halkın büyük bölümünün söylediği gibi burada bir çaresizlik var. Halk bu iktidardan vaz geçsin de hangi alternatifi seçsin?
İktidara en yakın siyasi parti CHP. Peki, CHP AKP’den farklı bir uygulama mı yapacak? CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bunu söylüyor.  Bunu nasıl yapacağıyla ilgili örnekler veriyor ama gel gelelim ki CHPli belediyelerin yönetimde olduğu yerlerde uygulamalar böyle mi?
Bunu da, nasıl kendi elektrik ve su faturamı örnek göstererek yazdım ise burada da benim yaşadığım ilçeyi örnek göstereceğim.
Beylikdüzü’nde yerel yönetimde CHP iktidarda. Son on yıldır Beylikdüzü’nü yöneten AKP’den farklı bir parti, CHP 4 yıla yakındır yönetiyor. Önceki on yılda belediye başkanına gayrimenkul satma yetkisi verilmeyen ilçemizde; belediye mülkleri, bu son dönemde satıldı, kat karşılığı inşaata veridi.
Peki, belediyenin borçları mı azaldı, bütçesinde oldukça yüklü paralar mı var?
50 milyon TL borçla devralınan belediyenin bugün 200 milyon civarında borcu var. Yani ekonomik durumu daha kötüye gitmiş.
Son on yılda iki kez emlak vergileri güncellendi ama emlak vergileri hiç yüzde yüz veya yüzde iki yüz artmadı. Ancak ilk CHP iktidarında yüzde dört yüz artırıldı.
Belediye başkanımız bunu; “gayrimenkulleri gerçek değeri üzerinden vergilendirdik” diye savundu.
CHP’liler de, ‘bu belediye başkanı bu kente değer kattı, emlak çok değerlendi, o halde bu halk da bunun vergisini verecek’ diye savundu.
Birincisi, bu kentteki gayrimenkuller bu belediye döneminde böyle bir değer kazanmadı. Beylikdüzü her dönem temizdi. Yeşil oranı, yaşam vadisi dışında artmadı. Sadece Beylikdüzü’nde heykeller gözle görünür ölçüde arttı. Halkın ne kadarını ilgilendiren önemli yatırımlar oldu, halkın yaşamı ne kadar değer kazandı bunu Beylikdüzü halkı takdir edecek.
 Bu kentte emekli nüfusu oldukça fazladır. Bunlar da emekli olmadan aldıkları bir iki dairenin kira geliri ile hayatlarını idame ettirmeye çalışıyor. Malum bu ülkede emekli maaşı ile geçinmek hiç de kolay değil.
Emekli kiraya verdiği daireden aldığı kira ile yaşamını sürdürmeye çalışırken bu yerel iktidar dedi ki, ‘hop, sen çok gelir elde ediyorsun. Senin gayrimenkulün emlak değeri düşük, ben gerçek değerine yükselteceğim ve senin gelirinin bir aylık kirasını da şimdi fazladan ben alacağım.’
Neden?
‘Çünkü senin dairenin gerçek değeri 150.000 TL değil. 500.000TL.’
İyi de senden önceki yerel yönetim bana böyle bir ceza kesmedi.
‘Olsun, ben gerçekçi bir yerel yönetimim.  Yaz boyunca size eğlenceler düzenledim. Çok personel çalıştırdım. Masraflarım çoğaldı, borcum yükseldi. Şimdi emlak değerlerinizi yukarıya çekerek gelirimi artıracağım.’
Normalde vatandaşın ne demesi lazım?
Ben de sana oy vermem. Seçimlerde başka birini seçer ve seni bu gelirden mahrum ederim.
 Bu ülkede böyle bir halkın pek bulunmadığını bilen. Bunu defalarca test etmiş  ülke iktidarı devreye girdi ve buradan kendine pay çıkardı.
‘Bakın, sizin kurtarıcınız benim. Bu CHP iktidara gelirse hem ülkenin borçları artar, hem de sizin yaşamınız daha zora girer. Gayrimenkul değerlendirmesinde öyle %400, %1000, %3000 değer artışı olur mu? Bakın biz daha insaflıyız. Allah sizi bunların eline düşürmesin’ dedi ve kanun çıkararak bu halkın emlak değer artışını %50 ile sınırladı.
Allah var, Ak parti öyle %50’nin üzerinde vergi artışı da pek yapmadı.
Bu halk da onun için kendini Ak partiye mecbur hissediyor.
Ne yapsın yani, başka bir ben yaptım oldubitti ci anlayışa, hem de çok insafsız bir oldubitti ci anlayışa mı teslim etseydi.
Peki, bu CHP’de hiç mi bunu düşünecek biri çıkmadı, eleştirmedi de böyle bir yanlışa düşüldü. Çıkmaz. Ülkenin kaderi budur! Reis ne derse o abi. Ülkenin reisi ne derse, ilçenin reisi ne derse o olur.
Hükümet istediği uygulamayı yapıyor. Bazı şirketler oluk gibi para kazanıyor. Halkın cebinden alınıp onlara veriliyor. Halk bütün bunları görüyor, kızıyor, hatta halkın canı burnunda.
Ama yağmurdan kaçarken doluya da tutulmak istemiyor.
Üstelik bu iktidar inancına daha yakın! Allah ve Peygamberi dilinden düşürmüyor.

Yani halka da başka bir seçenek pek kalmıyor gibi.

10 Kasım 2017 Cuma

DEVLET VATANDAŞI SOYUYOR, VATANDAŞ ÇARESİZ

Dışarıya karşı halkın menfaatini korumak, içeride refahını sağlamak, güvenliği korumak devletin vazifesidir.
Diktatörlükle yönetilen rejimlerde halkın yönetenlere karşı  sesi pek çıkamaz. Bu rejimlerde halkın örgütlenmesi oldukça zor ve sıkıntılıdır.
Ama yeterince demokratik olmasa da, birçok haksızlık ve hukuksuzluk olsa bile, hükümetlerin seçimle belirlendikleri sistemlerde halk, kendisini sıkıntıya sokan uygulamalara tepki gösterir,  bunu uygulayan hükümetlere, yönetenlere karşı tepki koyar. Yani seçimlerde bunu gereğini yapar, verdiği oylarla hükümetleri mükâfatlandırabilir veya cezalandırabilir.
Ülkemizde halk, Ak Parti’nin uygulamalarından memnun ki 15 yıldır oylarıyla iktidarda tutuyor.
Peki, halk gerçekten memnun mu?
Sürekli önemli oranda oy verdiğine göre, memnun.
Ancak sokakta vatandaşla konuştuğunuzda, vergi politikalarını, fiyatları konuştuğunuzda halkın şikâyetçi olduğunu da görüyorsunuz.
Mesela benzin fiyatlarının bu kadar yüksek olmasından halk memnun mu? Beş buçuk liranın üzerine çıkmış benzinin sadece yaklaşık iki TL’si benzinin ücreti, gerisi vergi. Araba fiyatlarındaki vergi oranları da benzindekinden çok farklı değil.
Çiftçi mazotu beş TL’ye alır oldu. Vergi oranı benzindeki gibi anormal ama yatlar mazotu 2 TL’den alabiliyorlar. Ve bu ülkede çiftçi çoğunlukla halen bu hükümete oylarıyla destek veriyor.
Bütün halkın tükettiği elektrik ücretlerine bakalım. Ben kendi evimin elektrik faturasından örnek vereyim. Son ödemesi 19.9.2017 olan elektrik faturamda Tüm enerji bedeli 101 TL olarak gözüküyor.  Sadece Dağıtım bedeli olarak gözüken 56.31 TL. ilk gözüken vergiler toplamı 64.42 TL.  100TL’lik fatura bu ilk vergilerle 165,75 TL’ye çıkıyor. Sonra bu tüketim bedeline ve vergilere bir vergi daha geliyor, KDV. Bu da 29.83TL. Yani 100 liralık elektrik tüketimi için benim ödeyeceğim meblağ 195,50 TL’ye çıkıyor.
Vergiye vergi uygulayan tek ülke biz olmalıyız. Yukarıda yazdığım faturada 64.42 TL vergiler var. Ve sonunda buna ayrıca katma değer vergisi uygulayarak vergi miktarını 95TL’ye yükselten bir ülke Türkiye.
Sadece elektrikte mi böyle?
Elbette değil. Halkın yaşamında çok önemli rolü olan elektriğin yanında su faturasına da bakalım.
Yine aynı dönemdeki kendi evimin su faturasını örnek vereceğim.  Son ödeme tarihi 20.9.2017. Biz bu ayda şehir dışında olduğumuz için pek su kullanmamışız. Kullandığımız su miktarı bir m3. Dolaysıyla kullanılan bir m3 suyun ücreti faturada 4.45 TL olarak gözüküyor.  Bu faturada 5.04 TL bakım bedeli konulmuş. KDV’si ÇTV’si  (Çevre Temizlik Vergisi) toplam 10.09 TL olmuş.
Sormak gerekmez mi ; her ay yüzde yüze yakın bakım bedelini ne için alıyorsunuz? Bu faturada bakım bedeli yüzde yüzden fazladır. Yani su tüketimi azaldıkça bakım bedeli artıyor. Çünkü su tüketiminin 8m3 e çıktığı sonraki faturada bakım bedeli 4.50 TL’ye düşmüş. Orda da ÇTV ve KDV arttığı için ödediğim vergi hep yüksek. Yüksek miktarda su kullansan vergin yüksek, az kullansan, adı değişse de ödediğin vergi daha yüksek.
Elektrik faturalarındaki yüksek meblağlı dağıtım bedellerine ne demeli. Üstelik her faturada ayrı meblağlar alınıyor. Bir faturada 35TL, bir diğerinde 56.50TL. Bu nasıl bir keyfi uygulamadır?
Bazı şirketler oldukça torpilli. Hükümete yakın iş adamlarının şirketleri her türlü uygulamayı yapabiliyor. CLK bunların başında geliyor.
Hal böyle iken ve bütün halk bunu yaşarken buna bir tepki göstermiyor.
Ve bu ülkede her şeyin yolunda gittiğini savunan, halkı çok düşündüğünü, halk için doğru uygulamalar yaptığını söyleyen ve halkı da buna inandıran bir iktidar var.
“Bunu da sadece önceki iktidarlar daha kötüydü” gerekçesiyle yapabiliyor.
Bu ülkede asgari ücret 1.400TL, Emekli maaşlarının çoğunluğu bu civarda. Hayatını idame ettirmek oldukça zor.  Çalışana, emekliye yüzde 3 – 5 zam gelir, milletvekiline yüzde 20. Enflasyon yüzde 10’un üzerinde ama halkın iktidar partisine desteği büyük çoğunlukla devam ediyor.

Bir sonraki yazımda halkı bu cendereye sokan anlayışın sebebini açıklamaya çalışacağım.