11 Aralık 2016 Pazar

TERÖR KİMİN İŞİNE YARIYOR

Yine terör can aldı. İstanbul,  Beşiktaş’da biri bomba yüklü araç, diğeri canlı bomba olarak iki patlama oldu. Şimdilik 38 can yok oldu. Bu ülkede 38 aile ile birlikte yüreği insanca atan tüm insanların ocağına yangın düştü.  Acı oldukça büyük.
Bu tür olaylardan sonra bildik beylik laflar hep sıralanır. Bu laflar kimsenin acısını hafifletmez. Milletin derdine derman olmaz.
Bizlerin elinden bu menfur saldırıyı kınamaktan başka bir şey gelmiyor. Lanet olsun teröre diyoruz. Terörden beslenenleri lanetliyoruz. Ama biz böyle söyleyince terör sona ermiyor.
Terör birilerinin işine yarıyor. Mutlaka birileri terörden çıkar sağlıyor. Biz zavallı kullar bunun farkında olmuyoruz yalnızca. Kimlerin nasıl bir amacı vardı, bu terörden nasıl bir çıkar sağlandı bunu toplum şimdilik bilmiyor. Hatta bunu bilmeden belki bu amacın gerçekleşmesine katkı bile sağlanıyordur.
Bu ülke 12 Eylül 1980 öncesinde terörden çok çekti. Kardeşin kardeşi öldürdüğü günler yaşadık. Öyle bu ülkede yaşayan herkesin kardeş sayıldığı ve bu yüzden kimin kimi öldürse kardeş sayılacağı bir kardeşlikten bahsetmiyoruz. Aynı anne ve babadan olma kardeşlerin birbirini öldürdüğü, kardeş kanının helal sayıldığı günleri yaşadık.
O günlerde ülkede sıkıyönetim denilen OHAL vardı. Yani asker ve polisin her türlü müdahale yetkisi vardı. Terörü tespit etmek ve önlemek askerin göreviydi. Ama asker terörü önlemekte yeterli olmuyordu.
Ama 12 Eylül askeri darbesi olunca, o güne kadar terörü önlemekle görevli olan aynı asker terörü bir günde bitirdi. Sihirli değnek değmiş gibi terör şak diye kesildi.
Halk bunun nedenini, niyesini düşünemedi. Sadece ülkedeki terör bitti diye sevindi. Öyle sevindi, öyle sevindi ki bunun arkasında ne vardı, bu terör niye bu kadar etkili oldu. Bu kadar etkili terör nasıl oldu da bir gecede bitti diye düşünemedi.
Ama şu oldu; o günkü siyasiler zaten darbeciler tarafından tutuklanmıştı ve halkın gözünden düştüler. Günah keçisi oldular. O güne kader oy verdikleri siyasi liderler halkın gözünde suçlu oldular ve hiç destek görmediler.
Ama aynı liderlere daha sonraki yıllarda oy vermeye devam ettiler. Hatta iktidara getirdiler, Demirel’i Cumhurbaşkanı bile seçtiler.
12 Eylül darbesinin yaptığı anayasayı bu halk %92 ile kabul etmişti.
12 Eylülde suçlu ilan edilen hapse atılan ve yıllar sonra tekrar halktan oy alan, iktidar olan liderler, 12 Eylül önce terörden askerleri suçlu saydılar. Askerin darbe yapmak için terörü bizatihi desteklediklerini ilan ettiler.
Ve halk o gün yapılan bu tespite inandı. İnandı ama iş işten geçmişti. İnandığı için de onları tekrar iktidara getirdi. O darbecilerin yaptığı anayasayı halen değiştirme gücü oluşmuyordu. Halk ve yeni siyasi liderler adam gibi demokratik bir anayasa yapmaya yanaşmıyordu. Yanaşmıyordu çünkü her birinin amacı farklıydı. Ülke amacı etrafında, halkın demokratik hakları için tarafsız bir anayasa yapmak birlik için yetmiyor, kişisel amaç ve çıkarlar buna engel oluyordu.
Buğun yine ülkede terör var. Yine ülke nerdeyse ikiye bölünmüş durumda. Halkın yarısı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan etrafında birleşmiş. O ne derse onun doğru olduğuna inanıyor. TBMM’nin ezici çoğunluğu ve halkın en az yarısı öyle düşünüp, buna göre davranıyor.
Halkın diğer yarısı veya buna yakını ise ülkedeki her türlü olumsuzluğu bu lidere bağlıyor. Bunun siyasi hırsı yüzünden ülkede iyi, demokratik hakları içeren bir anayasa yapılamadığını dile getiriyor.
Siyasi iktidar oldukça güçlü gözüküyor. Buna rağmen terör bir türlü bitmiyor, bitirilemiyor. Her terör olayından sonra operasyonlar yapılıyor. “Terörün beli kırılıyor, ses çıkaramaz hale getiriliyor” ama yeni terörler eksik olmuyor.
Devlet yetkilileri, terörde yitirdiğimiz canların çocuklarını kendine emanet sayıyor. Sanki terörde yitirdiklerimiz kendilerine emanet değilmiş gibi. Onları koruyamayan devlet kalanları nasıl koruyacak?
Etrafımızda düşmanlar çoğaldı. İçerde ve dışarda siyasi istikrar yok oldu. “Teröre kimler destek veriyor ”un cevabı oldukça çoğul. Ve yine terör seçimlerde etkileyici, hatta belirleyici oluyor.
Unutmamak gerekir ki terörün bir amacı vardır ve mutlaka birilerinin işine yarıyordur. Terörün kimin işine yaradığına bakmak, kısa veya uzun vadede kime nasıl fayda sağladığını doğru analiz eder ve beklenenin tersini yapabilirsek, terörü etkisiz hale getirmemiz de o kadar kolay olur.
Terörün bitmesi için ülkede demokratik havanın olması gerekir. Ülkede yaşayanlar birbirine saygılı olmalı. Kimse kimseye üstün olmamalı. İnsan haklarının ve hukukun tarafsız uygulanması gerekir. Herkese eşit uygulanan hukuk kuralları geçerli olmalı. Bunların uygulandığı ülkede hiçbir şekilde teröre destek verilmemeli, teröre destek verenler hukuk karşısında mutlaka hesabını vermeli.

Eğer bunu yapmayı beceremezsek terörün kimin işine yaradığının, terörden kimin ne çıkar sağladığının farkına da varamayız. Ve sormaya devam ederiz; 12 Eylül darbesinden sonra nasıl birden bire bitmişti terör. Acaba bugün nasıl biter terör?

7 Aralık 2016 Çarşamba

CİN’LİK

Cin olgusu bizim gibi ülkelerde hep var olmuştur. Bu toplumsal kültürümüzün, dini inançlarımızın bir parçasıdır. İnsanların bazı ruhsal sağlık sorunlarının temelinde cinlerin etkisi olduğuna inanılır. Bunun için de cinleri bu insanlardan uzaklaştırmak için etkili kişiler, hocalar devreye girer. Cin çıkarma seansları uygulanır.
Bu uygulamalar etkili olur veya olmaz ama sonunda bu cin çıkarmada etkili olduğu söylenen kişilere karşı inanç sahiplerinin inançları zayıflamaz.
Zira hasta başka etkenlerden dolayı biraz düzelse bile bu başarı zaten Cinci hocaya mal edilir. Yok, cinci hoca başarılı olmasa da bu onun beceriksizliğine veya bu cin olayına bir inançsızlık oluşmaz. Buradaki başarısızlık cinlerin çok etkili olmasına bağlanır.
Hatta daha geçen gün bütün ülke haberlerine yansıdı. Salı günü gazetemİstanbul2un da birinci sayfasında haber olmuştu. Günümüzde Cin çıkarmak için İstanbul’da, Küçükçekmece, İkitelli’de bir hastane bile kurulmuş. Ruhsatsız olduğu gerekçesiyle İl sağlık müdürlüğü tarafından şimdilik kapatılan hastane yarın başka bir ad ve uğraşla ruhsat alınırsa açılacak demektir
Bütün bunlar her ne kadar toplumsal inanç meselesi olsa da, daha çok kişi sağlığını ilgilendiren cinlikler kapsamına girer. Bir de siyasi konularda yaşanılan cinlikler vardır.
Hani bir nevi insanları siyasi olarak ikna etme  sanatı da diyebiliriz buna.
Her siyasetçi siyasi cinlik yapmakta maharetli değildir. Bunun için size inanacak bir kitle, topluluk, taraftar bulmak gerekir. Her siyasi partinin kitlesi kayıtsız şartsız siyasilerine inanmaz, inanamaz. Düşünen, sorgulayan bir toplum kolay kolay siyasi cinliklere prim vermez.
Ama kendi siyasinin her söylediğini kutsal sayan bir kitle var ise bu bir nevi o siyasilerin tebaası konumuna gelmişse, bundan da rahatsızlık duyması beklenemez. Buna en iyi örnek de Aziz Nesin’in Zübük kitabında yazılanlardır. Hani Kemal Sunal’ın başrolünü oynadığı o meşhur film.
Bu tür politikacılara inanmak her ne kadar toplumun eğitim düzeyi ile bağlantılı olsa da günümüzde nice eğitimlileri görüyoruz bu tür durumlara inanan.
Bana bütün bunları düşündüren konu ise 5 Aralık pazartesi günü Türkiye Büyük Millet meclisinde yapılan konuşmalar oldu.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Mecliste bütçe görüşmeleri vesilesiyle konuşma yapıyor. Ekonomideki olumsuzlukları aşmak dövizin çıkışını engellemek için Cumhurbaşkanının başlattığı “dövizini sat ekonomiye kat” kampanyası ile ilgili konuşuyor. Diyor ki; “Sayın Cumhurbaşkanının Al Baraka Türk Bankasında 200.000 doları var. Önce Cumhurbaşkanı bu dolarlarını bozdurmalı. Bozdurduğunu gösteren makbuzu bize gönderirse memnun oluruz.”
Kılıçdaroğlu kürsüden indikten sonra Adalet Bakanı Bekir Bozdağ kürsüye çıkıyor ve elindeki makbuzu kürsüden meclise sallayarak “bakın Cumhurbaşkanımız o dolarları bozdurmuş. Bu makbuz da onun makbuzudur” diyor.
CHP grup sözcüsü diyor ki; “Tamam eğer Cumhurbaşkanımız o dolarlarını bozdurmuş ve ekonomiye katmışsa bu bizi mutlu eder. Ama elinizde gösterdiğiniz makbuzun bir fotokopisini de bize, muhalefet partilerine verin ki biz de o makbuzun buna ait olduğunu görelim, bilelim, inanalım. Yoksa uzaktan bize gösterdiğiniz makbuzun neyin makbuzu olduğunu, neyi ifade ettiğini biz nereden bilelim.”
Adalet Bakanı, buyurun bu fotokopi sizin alın inceleyin demek yerine, “Allah sizi ıslah etsin. Siz neden bize inanmıyorsunuz” diye cevap veriyor.
Şimdi bizler, zavallı halk olarak bunları TV’lerden izliyoruz. Kimimiz kendimizi siyasilerimiz ne dese inanmaya adamışız. Sorun yok, bize yakın siyasiler ne derse inanıyoruz.
Ama bazılarımız da sormadan edemiyoruz. E be kıymetli Adalet bakanımız, madem elinizdeki makbuz o iki yüz bin doların satışıyla ilgili ve bu Cumhurbaşkanımızın kampanyasından sonra yapılmış bir işlemdir. O halde o makbuzun fotokopisini ver soranlara da herkes rahatlasın. İnançsızlık bitsin. Neden konuyu Allaha havale ediyorsun ki?
Ama o makbuz başka bir şeyle ilgili ise o zaman durum değişir tabii. Siz de haklısınız!
Şimdi sizce burada bir siyasi cinlik yok mu?
Burada bir Zübük hikayesi saklı değil mi?                                                
Siyaset böyle bir olaydır.  Bizim gibi az gelişmiş toplumlarda sana inanan güçlü bir kitle varsa istediğini söylersin, sorun olmaz. Bir de sana inanan kitle olmazsa sen dünyanın en doğrularını söylesen bile kendini inandırmakta zorluk çekersin.

Bu da bu toplumların kaderidir herhalde…

5 Aralık 2016 Pazartesi

BELEDİYE MECLİSİNDE TARTIŞMA “ARALIK” VERMEDİ

Beylikdüzü Belediyesi 2016 yılının son meclis toplantısını 5 Aralık Pazartesi günü yaptı. Sanırım en kısa sürede biten meclis toplantısı oldu. Meclis gündeminde görüşülecek olan sadece 6 madde ile 3 komisyon raporu vardı. Buna 4 sözlü önerge ilave edildi.
Gündem görüşmelerine geçmeden önce Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu Adana Aladağ’da yanarak can veren 12 çocuğumuzla ilgili duyduğu acıyı dile getirdi ve rahmet okudu. Devletin bu cinayette sorumluluğu olanları cezalandırması temennisinde bulundu.
Daha sonra söz alan muhalefet (AKP) grup sözcüsü Mücahit Birinci’de bu temennilere katıldı.
Bunların konuşulduğu yer bir belediye meclis salonu olduğuna göre benim aklıma şu takıldı. Acaba bu ilçede de böyle yurtlar, okullar, işyerleri, apartmanlar ve hatta belediye kurumları var mıdır? Bu vesileyle bir denetim yapılmış mıdır?  Yapılmamış ise bunu yapalım ve benzer bir olayı ilçemizde yaşamayalım önerisi kimseden gelmedi. Ne zaman bir sorun olur o gün içimiz yanarak konuşuruz herhalde.
5 Aralık dünya kadın hakları günü olması nedeniyle CHP’li kadın meclis üyesi bir konuşma yaptı ve bu konuşma AKP’li kadın meclis üyesi Ebru Habip tarafından da takdirle karşılandı.
Muhalefetin 3 sözlü önergesi de iktidarın sözlü önergesi de oy birliği ile gündeme alındı.
Muhalefetin ilk sözlü önergesi verilirken sitem de edildi. “Biz önerge veriyoruz, başkanlık makamına havale ediliyor ama bize cevap verilmiyor” diye.
Bu her dönem böyleydi. Geçen dönemde Ak Partili belediye başkanı vardı. Aynı sitemi muhalefet olarak CHP’de yapıyordu. Demek ki sitem de kurgu da aynı, değişen bir şey yok.
Meclis gündeminde iki konu tartışmalı oldu. Biri gündemin 2 ve 3. Maddelerindeki Kavaklı Mahallesi 307 ada 12. ve 13. Parsellerdeki belediye hisselerinin arsa payı karşılığı yapılabilmesi için takas ve arsa payı karşılığı satışının görüşülmesi.
Bu maddeye muhalefetin itirazı vardı. Ebru Habip söz alarak itirazını dile getirdi: “Bu alan 60 dönümlük bir arazidir. Burayı alanlar %50’sini kamuya terk edeceklerini söylemişler. Ama şimdi %26’sını terk ediyorlar. En az %40’ını terk etmeliler. Bu arsada Demir İnşaat kat karşılığı sözleşme yapmış. Bunu komisyonlarda görüşelim” diye öneride bulundu.
Gürkan İzzet Paksoy ise; “siz 100 dönümü verirken borcumuz var dediniz. Ama arsa takası ve satış talebiniz bitmedi. Ha bire bu tür konuları gündeme getiriyorsunuz. Arsa ne oldu diyoruz. Arsayı müteahhite verdik iyi para kazandık dediniz. Para nerede? Para da yok ortada. Belediyenin borcu yüz elli milyon oldu. Demek ki belediye iyi yönetilmiyor. Burada 44 dönümlük bir arsadan bahsediyoruz. Borçları ödeyecekseniz hemen satın. Yoksa bırakın gelecek nesillere kalsın.”
Mülayim Demirtaş söz aldı ve bazı düzeltmeler yapmam lazım dedi: “Burada Demir İnşaat’ın %50 terk ederim sözü yok. Demir inşaat diyor ki ben burada birçok hissedar ile anlaştım. Bize de, belediye gel senin hissenle ilgili de masaya oturalım diyor. Hepsi bundan ibarettir. Henüz masaya oturmadık, oturmak için yetki isteniyor.”
Bu tartışmalardan sonra konu hukuk komisyonuna havale edildi.
Meclis gündeminde en hararetli tartışma ise komisyon raporlarının görüşülmesi maddesindeki “içkili yerlerin tespiti” maddesinde yaşandı. Önce Rukiye Doğruyol söz aldı ve komisyonda bu maddeye koydukları şerhi okudu. Bir diğer AKP’li meclis üyesi, “burada haftada 2 gün Pazar kurulduğunu, çoluk çocuğun rahatsız edilmemesi gerektiğini” söyledi. Sonra Mücahit Birinci söz aldı ve Başkan İmamoğlu’na yüklendi. “Sizin esas derdiniz Anadolu Caddesinde olmayan, ama bu içkili yer maddesi ile aynı kapsama sokmaya çalıştığınız, sizin de ortakları arasında bulunduğunuz, Beylikdüzü’nün bağrına hançer gibi saplanmış olan AVM’yi içkili yerler kapsamına almak istiyorsunuz. Burayı barlar sokağına dönüştürmek istiyorsunuz” dedi.
Buna başkan İmamoğlu karşı çıktı. “Bakınız eleştirilerinize müdahale etmiyoruz. Buradaki ortaklığımı da inkar etmiyorum, ama kendi tahmin ve yorumlarınızı bize mal ederek bize hakaret etmeyin” dedi.
Mücahit Birinci devamla; Kentin orta yerine içkili yerleri sokmamak gerekir. Dünyanın tamamında bu uygulama varken biz niye tersine gidiyoruz.  Burada güvenlik açısından da sakınca yaratacaktır. Sivil inisiyatifi kullanması için vatandaşı davet ediyorum.  Anayasanın hükmüne göre biz gençleri, çocukları korumakla görevliyiz. Bizatihi başkan kendi çıkarı için, Anadolu caddesine dahil olmamasına rağmen burayı içkili bölgeye katmak istiyorlar. Sizi mahşeri vicdana havale ediyorum.”
Mülayim Demirtaş: “Bazı yanlışları düzeltmek istiyorum. Modern toplumlarda olduğu gibi bizde de bunlar yasayla belirlenmiştir. Eğitim kurumlarına, dini kurumlara, parlayıcı, patlayıcı maddelere şu kadar mesafe olacak deniyor. Konut kat maliklerinin rızası alınmadan böyle bir yer açamazsın.  4.900 metre alanı biz içkili bölge olmaktan çıkardık. Bizim teklif çok açık.”
Madde komisyondan geldiği gibi oya sunuldu, oy çokluğu ile kabul edildi.
Son gündem olan CHP’nin sözlü önergesi görüşüldü.  Hükümetin el koyduğu Fetö’ye ait binaların başka vakıflara tahsis edilmesi yerine bu binaların kamu kurumlarına tahsisi için belediyenin bu doğrultuda çalışma yapması önerisi oy çokluğu ile kabul edildi

Bu konuda Ak Parti meclis üyelerinin öneriye katılmaması bir eksiklik diye düşünüyorum. Zira bölgemizde birçok Ak Partili vatandaş da bu konudan rahatsızlık duyuyor. Bu konuda bazı sivil toplum örgütleri imza kampanyası başlatmıştır. Kamu kurumlarının bölgemizde çok ihtiyacı olmasına rağmen, birçok kamu kurumu ilçe dışında hizmet veriyorken, öncelikle her meclis üyesinin buna katılması gerekir diye düşünüyorum.

4 Aralık 2016 Pazar

ANAYASA BÖYLE HAZIRLANMAMALI

Türkiye anayasa değişikliği yapıyor,  yönetim şeklini değiştiriyor. Ama toplum nasıl bir anayasa getirileceğini henüz tam olarak bilmiyor. Çünkü anaysa kapalı kapılar ardında yapılıyor. Kamuoyu ve üniversiteler sadece neler getiriliyor diye tahmin yapıyor ve bu tahminler üzerinden tartışmalar yapılıyor.
Halbuki bir ülkenin anayasası yeniden yazılıyorsa, bu bütün topluma açık olmalı. Üniversiteler, barolar ve tüm demokratik kurumlar önerilerini sunmalı. Bu önerilerden yararlanarak yeni anayasa hazırlanmalı ve bu anaysa toplumu mümkün olduğu kadar geniş kapsamalı.
Şimdi Ak Parti ile MHP kafa kafaya vermiş bu olsun, bu olmasın. Burası şöyle olsun diye tartışıyorlar. Onu da iki parti birlikte hazırlamadı. AK partide bir, iki kişi hazırladı, MHP’de bir, iki kişiye sundu. O kişiler arasında konuşuluyor bunlar. Yoksa yapılan anayasayı iki partinin diğer milletvekilleri ve yetkilileri bile bilmiyor.
Allah aşkına bir ülkenin geleceğini, toplumun kaderini tayin edecek anayasa böyle hazırlanabilir mi?
Böyle hazırlanan anayasa ne kadar demokratik olabilir?
Efendim bu anayasa demokratik olacakmış. Çünkü halkın oyuna, referanduma sunulacakmış. Halk en iyisini bilirmiş. Halk ne isterse o olurmuş. Kimse halkın evet dediğine karşı çıkamazmış.
Bu gereğinden fazla halk dalkavukluğu değil de nedir?
Bu halk anayasa hazırlayacak kadar eğitimli, kültürlü ve yetkili midir?
O vakit o üniversitelere ne gerek var. Hukuk fakültelerine ne gerek var. Her şeyi halka soralım olsun bitsin.
Halkın dediği bu kadar önemliyse unutmayalım ki 1980 anayasası da halka sorulmuştu ve % 92 ile kabul edilmişti. Neden şimdi değiştirmek istiyoruz?
Neden o gün böylesine büyük çoğunlukla kabul edilmiş bir anayasayı değiştiriyoruz?
Efendim 'o olağanüstü hal koşullarında halkın onayına sunulmuştu. Darbe anayasasıydı.'
Bugün de olağanüstü hal var. Bugün de ülkemizde kan akıyor, hemen her gün şehit veriyoruz.
Bugün de Cumhurbaşkanı ne diyorsa o oluyor. Mahkemeler onun dediğine göre karar alıyor. Kurumlar yok sayılıyor.
Seçilmiş belediye başkanları, milletvekilleri görevden alınıyor, hapse atılıyor.
Bunlar teröre bulaşmış diye halk ikna edilmiş’ Bağımsız mahkemelerde bunlar yargılansaydı, görevden alınmadan, içeri atılmadan, görevleri başında yargılansaydı, suçlulukları bu mahkemeler tarafından tespit edilip karar verilseydi…
Biz ülkede darbeye kalkışanları, o görevlere getirenleri, hatta usulsüz biçimde görevlere atayanları yargılayamıyoruz. Bunu konuşamıyoruz bile ama halk tarafından seçilenleri görevden alıp hapse tıkıyoruz. Bütün bunları da demokratik bir uygulama olarak sunuyoruz.
Tamam, bu halk tıpkı 12 Eylül darbesinde olduğu gibi şimdi yürütmeden, yönetenlerden yana tercih kullanıyor. Bu da yönetenlerin kendilerine göre bir anayasa yapmasında etkili oluyor.
Ama unutmamak gerekir ki bir ülke kişilere göre hazırlanan anayasalar ile yönetilirse bu halkın menfaatine olamaz. Ve bu kişilerin tercihleri, arzuları her zaman değişebilir. Kişinin değişen arzusuna göre anayasa yapılabilir mi?
Bir kişi ne istiyorsa, şimdilik halkın çoğunluğu destek veriyor. Ya yarınlarda ne olacak? Bu onlarca yıl böyle gider mi?
Zaten yapılan yeni bir anaysa olmasından ziyade, tıpkı Devlet Bahçeli’nin dediği gibi "mevcut durumu yasal hale getirmekten" ibarettir. Yani Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın isteklerini, uygulamalarını yasal hale getirmekten ibarettir.
Yapılan anayasa ülkenin yönetiminde belirleyici olan kurumları belirlemeli. Bu kurumların bağımsızlığını, denetimini sağlamalı.
Yönetenler kişilerdir, kişilerin zaafları her zaman olabilir. O halde yönetenler kanunlar çerçevesinde yetkilerini kullanmalı ve o bağımsız kurumlar tarafından denetlenebilmelidirler.
Bu yapılan anayasa toplumun %65’i tarafından kabul edilse bile 12 Eylül Anayasasından daha zayıf (kabul edilme oranı itibariyle) bir anayasa olacaktır. CHP ve HDP ile diğer kesimin oluşturduğu yaklaşık toplumun %35-40’ını kapsamayan bir anayasa olacaktır. Bu oran otuz milyondan fazla bir topluma tekabül eder.

Sizce böyle bir anayasa Türkiye toplumunu ne kadar temsil edecektir?

2 Aralık 2016 Cuma

ACILARDA BİLE ORTAKLAŞAMAYAN BİR TOPLUMA DÖNÜŞTÜK

Bir toplumun bölünmesinden ne anlıyoruz?
İllahi belli illerin, bölgelerin sınırları ayrılmış bir toplumu mu?
Yoksa kederde, tasada ve sevinçte aynı duyguları yaşayamayan, farklılaşmış bir toplumu mu?
Bence ikincisi daha tehlikeli.
Birincisinde, kabullenilmesi ne kadar zor da olsa bir kez bölünür ve biter.  Sonra birlikte yaşayan toplum hemen her olayda benzer duyguları yaşar. Yani kederde ve tasada ortaklaşır.
Adana’nın Aladağ ilçesinde, içinde genç çocukların kaldığı bir öğrenci yurdunda yangın çıktı. 11 öğrenci ve bir eğitmen yanarak can verdi.
Böyle bir vahim olayın acısını herkes taa yüreğinde hisseder ve mutlaka sorumluların hesap vermesini ister. Normal bir toplumda yaşayan her insan bunu hisseder ve sorumluların cezalandırılmasını istemesi gerekir. Gerekir ki bir daha böyle acılar yaşanmasın.  Eğer ihmali, kusuru olanlar ceza çekmez ve bununla ilgili önlemler alınmaz ise daha nice bedeller öderiz. Çünkü bu çocuklar hepimizin olduğu gibi, yarın da bizim çocuğumuzun başına gelme ihtimali yüksektir.
Bu olaylarda sorumluları ortaya çıkarması gereken yetkililer, siyasiler yeteri kadar duyarlı davranmaz ise onlar da halk tarafından cezalandırılır. Seçilemezler, halkın takdiri azalır ve siyasi itibar kaybederler.
Peki, bizde böyle mi oluyor?
Olaydan hemen sonra olay yerine giden siyasilerin ilk mesajı, “ihmal yok” diye açıklama yaptılar.
Bu açıklamayla suçlulara ‘merak etmeyin biz sizi koruyacağız’ mesajı verildi.
Neden böyle bir mesaj verildi?
Çünkü yanan öğrenci yurdu bir cemaate aitti. Ve bu cemaat muhafazakar hükümetimizin koruması altındaydı.
Çünkü siyasi anlayışımız “anlı secdeye gidenlerden zarar gelmez” düsturu üzerine kuruludur.
Nitekim aynı durumu yanan binadaki yangın kapılarının açık, kilitli durumunda da yaşadık.
Yetkililer “kapılar kilitli değildi” diye açıklama yaptı ama sökülen kapılar incelendiğinde kapıların halen kilitli olduğu üzerinde de kapı kolu ve anahtarı olmadığı görüldü.
Bütün bunların tek amacı olayda sorumlu olanların korunmasına yöneliktir. Bunların başka da bir açıklaması olamaz.
Normal insani duygulara sahip toplumda bütün bunlar ve daha vahim korumalar herkes tarafından görülür ve bunlara ortak tepki verilir.
Bizde olanlar ise bir hayli farklı ve garip.
Toplumumuzun önemli bir kesimi bu yaşananlara kendi gözleriyle bakmıyorlar. Siyasilerin gözleriyle bakıp, onların sözleriyle değerlendiriyorlar.
Çünkü burada gerçekler farklı da olsa, bu kesimin baktığı ilk şey; ‘şimdi buradan da benim iktidarımı yıpratan bir komplo çıkacak’ oluyor. Ve böyle bakınca burada insani acılar arka plana itilmiş oluyor.
Elbette toplumun diğer kesimi de bu olay vesilesiyle siyasi iktidarı yıpratmaya çalışıyor. Ama bu böyle olacak diye  gerçekler değişir mi? Elbette toplum bu alayın sorumlusu olan cemaat eğitimi ve barınma sisteminin eksiklerini, yanlışlarını vurgulayacak. Ve buradan siyasi iktidara eleştiri getirecek. Bu eleştirilerden bazıları amacını aşabilecek.
Bütün bunlar bizim insani duygularımızı kaybetmemize neden olmamalı.
İnsanlık sadece sözde değildir. İnsanlık bu yananları şehit ilan etmekten ibaret değildir.
Şehitlik makamının da ayrıca değerlendirilmesi gerekir diye düşünmemek mümkün değil. Bu toplum işin kolayını bulmuş. Ölümlere ulvi değerler yükleyerek acıları hafifletme yolunu seçmiş.
Bu doğru değil. Bu insanların acılarını kullanma anlamına geliyor.
Bu siyasilerin işine gelir, bunu anladık.
Ama bu toplumun önemli bir kesimi neden bunu görmüyor?
Hangi siyasi olursa olsun, onların yanlışları topluma bedel ödetir.
Bu siyasi iktidarda ise, yani yöneten ise bunların yanlışları daha önemlidir ve daha çok hedef alınmak, eleştirilmek zorundadır.
İktidarın hatasından siz muhalefeti suçlarsanız, “bütün bunlar ülkede iyi bir muhalefet olmadığı için oluyor” derseniz bu doğru olmaz. Bunun aması, fakat ı yoktur. Suçlu, kusurlu kimse onu görmek gerekir.
Bunları görmeyen, kendi siyasinin yanlışını görmeyen toplumlar bölünürler. Sınırlar ayrılmasa da toplumun bölünmesi ve bölünmenin her geçen gün büyümesi toplumları felakete sürükler.

Hiç değilse acılarda ortaklaşalım ve objektif olabilelim.

21 Kasım 2016 Pazartesi

TOPLUMUN AMANSIZ HASTALIĞI, ÖTEKİLEŞTİRMEK

Türkiye toplumunun içinde bulunduğu kutuplaşma insanı ürkütüyor. En insani konularda bile bir araya gelemiyor, insanı acıları ve sevinçleri ortak paydada paylaşamıyoruz.
Sosyal medya denilen ortamdaki paylaşımlara baktığınızda gerçekten korkmamak, bu ülkenin bir ferdi olarak karamsarlığa kapılmamak mümkün değil. Toplumun büyük bölümü burada paylaşım yaparken birbirine küfür ediyor, hakaret ediyor. Amaç düşünce belirtmekten öte, kendince karşı taraf dediği kitleye gol atmak, onu aşağılamak. Diğer taraftan kendi taraftarlarına da ‘bakın nasıl gol attım, nasıl hakaret ettim’ deyip hava atmak.
Ülke gerçekten bölünüyor. Toplum hiç bu kadar birbirine yabancılaşmamış, hiç bu kadar birbirinden kopmamıştı. Cinsel istismar gibi toplumsal duyarlılığımızın fazla olması gereken bir konuda bile birbirimizi anlamak yerine, birbirimize hakaret etmeyi yeğliyoruz. Bu konuda yanlış bir şekilde verilen yasa teklifi birbirimizi suçlama malzemesi olmamalı. Bir taraf burada bir yanlış var ve çok kötü sonuçlar doğurur diyor. Bunu önyargısız anlamaya çalışmak bu kadar zor mu olmalı?
Toplumun bu noktaya gelmesinde yönetenlerin çok önemli rolü var. Bugün bu konuyu yazacağım ama elbette endişelerim var. Çünkü ben, yönetenlerden birinin hatasını yazmaya başladım mı, ne yazdığıma, niçin yazdığıma, yazma amacıma, hatta nereye varmak istediğime bakmadan hemen benim hakkında karar veriliyor. Bu adam kötü, bu adam şu taraf, bak benim adamımı karalıyor diye düşünülüyor. Elbette bunlardan çekinip yazmaktan vaz geçmeyeceğim.  Ancak bu ön yargılardan kurtulup yazının tamamı okunsun diye bu tespiti yapmaya çalıştım. Yazıdaki fikirlere katılmayabilirsiniz, yanlış bulursunuz, eleştirirsiniz. Ama bu hakaret etmeyi gerektirmemeli.
Bu ötekileştirme siyasilerin konuşma ve tavırları ile başladı. Ve elbette burada esas sorumlu, her zaman olduğu gibi yönetimde bulunanlardan kaynaklandı. Çünkü toplumu kucaklamaya çalışması gereken esas itibariyle bunların sorumluluğundadır. İktidarın gücü ve etkisi varken toplum muhalefeti pek dikkate almaz. Hele ezici bir çoğunlukla yönetiyorsanız ülkeyi, muhalefetin sesi hiç duyulmaz. İşte son on iki yılda bunlar fazlaca yaşandı ve ülke bu hale geldi.
Ak Parti iktidarına karşı yapılan her protesto eyleminde o günkü başbakanımız, şimdiki Cumhurbaşkanımız, aldığı yüksek oy oranına dayanarak  “benim % ellim” diye konuşmasıyla başladı. Kendinden olmayan seçmeni olarak düşündüğü, annesiyle birlikte kendisine kadar ulaşmış bir vatandaşın şikayet ve talebi karşısında “ananı al da git” demişti. Sanırım hiç kimse unutmadı bunu.  İşte o vakit toplumun bir kesimi kendini itilmiş olarak hissetti.
Sonraları malum; “ben kendi % 50’mi zor tutuyorum” demişti, Gezi olayları sırasında.
Ve kendi siyasi düşüncesine, inancına yakın insanların suçlarına sahip çıkma, üstünü örtme ile devam edip gitti. Ve hatta şimdi ismi FETÖ terör örgütü olan, o zamanlar İslami bir cemaat olarak görülen Gülencilerin bir yerlerde göreve getirilmesine karşı kendisini uyaranlara verdiği cevap herkesin aklında duruyordur. “Alnı secdeye gidenlerden zarar gelmez” demişti.
İşte o anlı secdeye gelenler yaptı 17 – 25 Aralık operasyonunu ve 15 Temmuz darbe girişimini. Buna rağmen vazgeçilmedi kendinden olanın yanlışına sahip çıkmaktan ve kendinden olmayanı ötekileştirmekten.
Gazete ve TV’lere bakıyorsunuz bilindik kim varsa hükümetin uygulamalarını akıl ve edep çerçevesinde eleştiren, bir bir kovduruldu. Yeri geldi direk telefon açılarak talimat verildi, meşhur “alo fatih” misali. Yeri geldi patronlarla bir araya gelindiği kulağı çekildi, ikaz edildi patron.
Çok çok aklı başında, efendi, çalışkan ve sadece işini yapmakla meşgul araştırmacı gazetecilere bile tahammül edilmedi. Gazetelerde kimin yazı yazacağına ve TV’lerde açık oturumlara kimlerin katılacağına onlar karar verdiler.
Son 370 dernek kapatılırken, dernekleri kapatılan Çağdaş Hukukçular Derneğinin temsilcilerini bile, bu konunun tartışılacağı CNN TÜRK programına, programın moderatörü çağırmadı değil, “sizi bu programa alamam. Maalesef durum buna uygun değil” diyebildi.
Bütün bunlar yaşanırken; toplumun iktidardan yana olan kesimi bunları görmezden gelmeye devam ediyor. Bunların büyük bölümü “oh olsun” diyor. Bu ülke sadece bir kesimden ibaretmiş gibi. Farkında olanları ise ses çıkarmıyor.
İşte siz bir kesimi böyle görürseniz, buna göre davranırsanız, toplumun diğer kesimi ( size göre sayısal güçleri daha az olabilir) size hiçbir zaman güvenemez. Onların siyasi temsilcileri sizi başkalarına şikayet edecek noktaya gelebilirler. Bunu yaptıklarında da ‘neden bunu yapıyorlar? Bakın vatan hainliği yapıyorlar’ diyemezsiniz. Çünkü horlanan, ötekileşen kesime başka bir çare bırakılmamaktadır.
İşte bütün bunları önce yönetenler görmelidir. Onların danışmanları, uzmanları bunları anlatmalıdır yönetenlere. Toplum akıl ve bilim ile yönetilirse bütün bunların çözümü de yine buradan bulunabilir. Ama siz yanınızdakileri bile korkutursanız, kimse size doğruları söyleyemez noktaya gelir.
Hani iktidar yanlıları hep derler ya, bu muhalefet düşünmeli “ben niye yeterli oyu alamıyorum diye”.
Muhalefet bunu düşünse bile oy verme kriterleri çok farklı ise toplumun ve muhalefet bunu anlayamıyor veya onu yapmak istemiyorsa çoğunluk oyu alması da imkansızdır.
Bir ülkede muhalefet çoğunluk oyu alamadı, hiç seçim kazanamadı diye ülke bölünmez ve hatta yara almaz. Ama iktidar partisi kendine oy vermeyen toplum kesimini anlamamakta ısrar ederse o toplum yara alır ve hatta bölünür. Onun için ve elbette yöneten o olduğu için esas sorumluluk iktidar partisinindir, yönetenlerindir.

Ülkeyi böldürecek de, böldürmeyecek de yaralayacak olan da iktidardır. Güç ondadır, adalet te, şefkatte onda olmalıdır, olmak zorundadır. Yoksa o idareye kimse demokrasi demez.

20 Kasım 2016 Pazar

DEVLET TECAVÜZCÜYÜ KORUMAKTAN NASIL VAZGEÇER ?

Geçen hafta TBMM’sinde kanun tasarı ve teklifleri görüşülürken gecenin ilerleyen saatlerinde AK Partili altı milletvekili tarafından geçici 1. Maddeye eklenmek üzere bir ek fıkra önerildi. Bu fıkra teklifinden itibaren ülke ayağa kalktı desek yeridir. Özellikle kadın dernekleri çok duyarlı davrandılar. Teklifin kapsamında olmayan iddialar ortaya saçıldı. Toplumda ‘hükümet tecavüzcüleri koruyor’ diye infial oluştu.
Gerçekten hükümet tecavüzcüleri korumak için mi bu teklifi vermişti?
Doğru tespitler yapmak için önce teklifi buraya yazmak gerekir. Teklif tam olarak şöyleydi;
“Cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir neden olmaksızın 16-11-2016 tarihine kadar işlenen cinsel istismar suçunda, mağdurla failin evlenmesi durumunda, ceza mahkemesi kanununun 231. Maddesinin koşullarına bakılmaksızın hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına, hüküm verilmiş ise cezanın infazının ertelenmesine karar verilir.”
Ve “eğer ileride evlilik, failin kusuru nedeniyle sona erer ise cezanın ertelenmesi sona erer ve ceza infaz edilir. Cezanın ertelenmesi durumunda da suça azmettiren ve suçun işlenmesine yardım edenler hakkında açılmış olan dava düşer ve ceza ortadan kalkar” deniliyor.
Kabul etmek gerekir ki; böylesine duyarlı bir konuda, herhangi bir araştırma, çalışma yapılmadan ve başta milletvekilleri olmak üzere, kadın dernekleri ve toplum doğru dürüst bilgilendirilmeden torba yasaya, gece yarısı böyle bir madde eklemeye kalkarsan toplum haklı olarak ayağa kalkar. Gösterilen tepkiler az bile.
Neden az bile?
Çünkü bu toplumda cinsel istismar oldukça yaygındır TUİK’in verilerine göre 2015 yılında 17 yaşın altındaki kız çocuklarının 17.800’ü doğum yapmış. Bu cinsel istismarda resmi rakam. Bir de resmi olmayanları dikkate alsak en az 20.000 cinsel istismar sorunu var demektir. Ve bu sadece bir yılda yaşanan olay sayısıdır. Bırakın komşunun kızına cinsel istismarı, aile içinde cinsel istismar (ensest ilişki) ve yurtlar başta olmak üzere erkek çocuklara cinsel istismar toplumun gündeminden, gazete TV haberlerinden düşmüyor.
Yani cinsel istismar suçlarının bolca işlendiği bir toplumda, cinsel istismar nedeniyle “mağdur olmuş!” 3400 kişinin faydalanacağı teklifi torba yasaya koymak hiçbir doğru aklın işi olamaz.
Hükümet ve Ak Parti yetkililerin savunması şu: Bu 3400 kişi evlenmiş, çocuk çoluğa karışmış, aile mağdur oluyor. O halde biz bu mağduriyeti ortadan kaldıralım. Bu toplumun kanayan yarasıdır, bu yaraya merhem olmak için bu teklif getirildi.
Bir defa bu 3400 kişi cinsel istismar suçu işlemiş. Her suçta olduğu gibi bunlar da işledikleri suçun cezasını çekiyorlar. Sonradan aile olmuş olsalar bile.
Bu cinsel istismar suçunu işleyen erkeğin yaşının büyük olması bu suçun cezasının büyümesine etki etmelidir. Çocuk kız ile genç erkeğin birlikte karar vermiş olmaları da bir şeyi değiştirmemesi gerekir. Zira o kız daha küçük ve kendi geleceği için karar verecek durumda olamaz ve kanuna göre de sayılmamaktadır.
Devletin görevi 3400 kişinin mağduriyetini gidermekten çok, bu tür yeni mağduriyetlerin olmasının önüne geçmek olmalıdır. Bunu da üniversitelerden yardım alarak, Aile ve sosyal politikalar bakanlığı çözmelidir. Elbette bu bir günde çözülecek konu değildir. Ama bu yönde çalışmalar yapılırsa bu sayı her yıl düşer. Siz devlet olarak bunu yapmazsanız, sadece bu konuda bir mağdurun haberi çıkınca Aile bakanlığı olarak gidip o mağdurun yanında yer almakla bu sorunu çözemezsiniz.
Kaldı ki siz bu yasa teklifi ile 3400 “mağdurun” sorununu çözdüğünüzü düşünürken, toplumda bu tür istismarları teşvik edeceğinizi, ettiğinizi de görmeniz gerekir.
Nedir bu teşvik?
Bu tür cinsel istismarların yaşandığı ortamlarda, bu insanlar, ‘nasıl olsa birkaç yılda bir kanun çıkarılıyor ve affediliyor’ diye bu suçların işlenmesine de, bu suçların artmasında da sebep oluyorsunuz.
Bütün bunlardan dolayı devlet bin – iki bin kişiye göre bir kanuni düzenleme yapmamalıdır. Kanunlar bütün topluma göre yapılır ve genel kuralları içerir. Bu tür özel çözümler ilgili mahkemeler tarafından üretilmelidir. Ama elbette ki bütün bunlar evrensel hukuk kuralları çerçevesinde çalışan, etkili ve yetkili kişilerden etkilemeyen bir hukuk sistemi içerisinde olur.
Onun için devlete düşen ilk görev, böyle bir hukuk sistemini sağlamaktır. Toplum buna güvenebilmelidir. Sonra da toplumun çok büyük bir kesimi ile uzlaşı içerisinde yapılan bir anayasa ve kanunlar hazırlamaktır.
Yoksa siz istediğiniz kadar iyi niyet çerçevesinde kanun teklifi, tasarısı sunun, bunun arkasında art niyet aranır. Ve çoğu kez de yaşanan olaylar bu art niyet dediklerinizi haklı çıkarır.

Nusret Yılmazer

13 Kasım 2016 Pazar

SORUN BAŞKANLIK MI ?

Cumhurbaşkanı uzun bir süredir ülkenin başkanlık sistemine geçmesi için ısrarlı davranıyor. İlk başlarda AKP içinde çok önemli bir kesim buna taraf olmadı. Karşı çıktı diyemiyoruz, çünkü bu partide liderin söylediğine karşı çıkma geleneği, özgürlüğü yoktur. Ancak parti içinde ve tabanında önemli bir kesim bunu benimsemiyordu.
Cumhurbaşkanı bu konuda ısrarlıydı ve hemen her gün gündeme taşıdı, konuştu. Konuşa konuşa partiyi de konuşturmaya başladı. İlk engel aşıldı, hedefe biraz daha yaklaşıldı.
Ancak esas hedefe 15 Temmuz askeri kalkışmasıyla yaklaşıldı. Zira bu kalkışma sonrasında yapılan açıklamalar, getirilen OHAL yasası bu kalkışmanın başkanlık için ne kadar önemli bir rol oynadığını açıkça gösteriyor.
Cumhurbaşkanı önüne koyduğu başkanlık hedefi için taşları tek tek ördü ve bugün AKP’nin tamamı, ülkenin önemli bir kesimi artık başkanlığa sıcak bakıyor.
Peki, bu ülkenin başkanlığa geçmesi bu ülke için çok kötü bir sistem midir veya bu kadar önemsendiğine göre başkanlık bu ülke için bu kadar elzem midir?
Burada açıkça söylemek gerekir ki her ikisi de değil. Ne başkanlık bu kadar elzemdir, ne de o kadar kötüdür.
Zaten destekleyen ve karşı çıkanlar için mesele başkanlık değildir. Başkanlık sistemine karşı çıkanlar için mesele, başkanlığı bu kadar çok isteyen kişiye karşı duyulan güvensizliktir. Bu kişinin ülkedeki bütün kurumları kendisine bağlaması, bu kurumların başındaki kişilerin, hemen hemen tamamının bir kişinin ağzından çıkanları kanun kabul edip bu doğrultuda uygulama yapmalarıdır. Yani kurumların ve hukukun yok edilmesidir.
Yani daha başkanlık falan yok. Sözde demokratik bir ülkeyiz. Ama bu ülkede kurumlar ve kurumların bağımsızlığı, özgürlüğü ortadan kalkmış durumdadır. Hukuk işlemiyor, baştaki ne derse o doğrultuda uygulama yapılıyor.
Ortada başkanlık yokken, yani yetkiler bir kişide toplanmamışken o kişi her konuda tek yetkili hale gelmiş. Kanunlarımız henüz değişmemiş, kurumlar halen fiili olarak duruyor gözükmesine rağmen hal böyle iken resmi olarak tek kişinin yetkilendirilmesinden korkuluyor aslında.
Anayasamızda “basın özgürdür, sansür edilemez” diye yazıyor. Ama bu dönemde hiçbir basın özgür değildir. Sadece icraatları alkışlama, bu doğrultuda yazı yazma özgürlüğü vardır.
Peki, o zaman bu eleştiri yazıları nasıl yazılıyor diye sorduğunuzu duyuyorum. İşte bu eleştiri yazıları yazanlar da sırasıyla içeri alınıyor. Kimin sırası geldiğine de yukardan karar veriliyor. Zaten bunların tümü içeri alındığında, artık tek bir eleştiri yazısı yazılamaz hale gelindiğinde iş işten geçmiş olacak. Yazı yazmanın da bir önemi kalmamış olacak. Bu baskıya rağmen bu eleştiri yazıları yazılıyorsa hala umut tükenmemiş demektir.
Ülkenin kurumları bağımsız ve özgürce, hukuk çerçevesinde görevini yapabildiği ortamlarda başkanlık veya parlamenter sistem çok da farklı değildir. Önemli olan özgürlüğü koruyan bir Anayasanın olması, evrensel ölçülerde hukuk kurallarının olmasıdır. Bunlar  var  ve işliyorsa sistemin başındaki çok da önemli olmaz. Ama bunlar yoksa veya hakkıyla işlemiyorsa, tıpkı şimdiki gibi, o zaman ne anlamı var parlamenter sistemin,
Kurumlar teslim alınmış, üniversiteler dahil her kurumu yönetecek yetkiliyi bir kişi belirliyor ve atıyorsa parlamenter sistemin ne önemi kalıyor. Üniversiteye rektör seçimini bile Cumhurbaşkanı, seçime girmemiş, üniversiteden hiç oy almamış birini atıyorsa bu nasıl parlamenter sistem, bu nasıl demokrasi?
Bir muhalefet partisinin kendi iç seçimlerinde bile, mevcut başkanı muhaliflerden, hakimleri, kanun hakkında karar verenleri yöneterek kurtarabiliyorsan, o partide olağanüstü genel kurul yaptırmak engellenebiliyorsa, o muhalefet partisi lideri, gün gelir o güne kadar karşı çıktığı başkanlık sistemi ve o kişinin başkanlığı için “fiili durumu yasal hale getirmek gerekir”  diyebiliyor ve hizaya gelebiliyorsa işte burada herkesin kafasını iki elinin arasına alıp düşünmesi gerekir .
Biz başkanlık veya parlamenter sistem diye düşünmek yerine kurumları ve kuralları olan, liyakat sistemi ile çalışan demokratik bir sitem istemeliyiz. Çünkü önemli olan mesele demokrasidir. Ve bu demokrasiyi kimin, nasıl uygulayacağıdır.
Kişiler mi yönetmeli, kurumlar ve kurallar mı?

Uygulamalar, yapılacakların göstergesidir.

7 Kasım 2016 Pazartesi

BİR BEDEL ÖDEDİK YENİ BEDELLER ÖDEMEK DURUMUNDA KALMAYALIM.

Beylikdüzü Belediyesi’nin  Kasım ayı ilk toplantısı 7-11-2016 tarihinde yapıldı. Toplantı Saat 10’da başladı ama gündem maddelerinin görüşülmeye başlaması için tam bir saat beş dakika geçti.  AKP grubunun 5 sözlü önergesi vardı. Bir de CHP grubunun önergesi oldu. Ama bir saati aşkın süre bu önergelerle ilgili geçmedi.  Gündem dışı konuşmalar çok uzadı. Bu konuşmaların önemli bir bölümünü Ensar vakfı aldı.
Geçtiğimiz hafta Beylikdüzü CHP örgütü bu konuyla ilgili bir protesto yaparak basın açıklaması yaptı.
Beylikdüzü’nde Fetö’ye ait iki adet bina vardı. Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi bu iki bina da kamulaştırıldı. Adı üstünde kamulaştırıldı, yani devletin malı oldu. İşte bu hükümet kamunun malını kamuda, devlette tutmuyor. Ne yapıyor, siyasi olarak kendisine yakın olan cemaatlere veriyor. Beylikdüzü’ndeki  bu iki binayı da devlet Ensar vakfına verdi.
Hükümetin ve AKP’li belediyelerin gayrimenkul tahsis ettiği vakıfların bazılarının başında siyasilerin yakınları bulunuyor. Bazıları ise AKP’ye arka bahçelik yapıyor. Hükümet bu vakıflara bazen ‘alınları secdeye gittiği’ için, bazen kendisine oy devşirdiği için, bazen de bu vakıfların yönetimlerinde kendi adamları olduğu için ha bire gayrimenkul tahsis ediyor.
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği bu ülkede Atatürkçü, laik bir gençlik yetiştiriyor. Çocukları okutuyor, barındırıyor. Hükümet bu vakfa hiçbir yer bağışlamıyor. Tam tersine bu dernek 37 adet yurt binası yapmış ve devlete bağışlamış.  Bir protokol yapılmış ve bu vakıfta çocuklarımız devletin kontrolünde yetiştirilsin diye devlete devir ve teslim edilmiş.  Bir şart konulmuş, o da bu binalarda Çağdaş yaşam ismi yer alacak. (CHP’nin Beylikdüzü’ndeki protestolu basın açıklamasında ÇYDD genel başkan yardımcısı açıkladı)
Peki devlet ne yapmış?
Bu protokole rağmen bu binalarda Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ismini barındırmamış. Niçin? Çünkü binalar imam hatiplere tahsis edilmiş.
Bir taraftan böyle bir durum varken, diğer taraftan, adı çocuk tecavüzcüsüne çıkmış, bu da yaşanmış vaka ile tescil edilmiş bir vakfa devlet ha bire gayrimenkul tahsis ediyor.
Bir zamanlar da aynı tahsisler Feto’ya yapılıyordu. Ve AKP’nin her kademesindeki kişisi buna methiyeler diziyordu, her alanda destek oluyordu. Bunun için Sayın Cumhurbaşkanı  “Halkımız ve Allah bizi affetsin” dedi.
Hakikaten elinizi vicdanınıza koyup bir düşünün bu hangi düşünceye, hangi inanca sığar?
Böyle bir devlet ülkede yaşayan bütün halkı temsil ediyor mudur? Milli irade dedikleri böyle bir iktidar mıdır?
Bu devlet ülkedeki bütün vatandaşları kucak açıyor, eşit davranıyor denilebilir mi?
Diyebilirsiniz ki “yıllardır muhafazakar kesim mağdur oluyordu, şimdi de bunar faydalanıyor.”
Bugüne kadar birileri yanlış yapmış diye yeni gelen de başka, benzer bir yanlışı yapmak zorunda mıdır?
Hep böyle gidecekse bu ülkede birlik beraberlik nasıl sağlanacak? Birlik beraberlik lafla sağlanmıyor, icraatla sağlanıyor. Bütünlük olmayan ülkeye “yabancı güçler” daha çok nüfuz etmez mi?
Böyle bir ülke sevgisi olur mu?
Çıkıp Belediye meclisinde, TBMM’sinde Ensar Vakfını savunmanın bir anlamı var mı?
Ülkede yaşanan tek haksızlık olsa neyse, ama o kadar çok haksızlık yaşanıyor ki saymakla bir çırpıda anlatılacak gibi değil.
Beylikdüzü özeline geri dönersek; Beylikdüzü’nde birçok kamu kurumuna ihtiyaç var ve bina yok. Beylikdüzü Vergi dairesi Avcılar’da, başka bir ilçedeki binada hizmet veriyor. Emniyet Müdürlüğü binası yok ve yıllardır yer aranıyor. Yakuplu bölgesinde hastaneye ihtiyaç var vs.
Tek tek saymayalım ama gerçekten ihtiyaç çok. Hal böyle iken devlet olarak sen kalk burada, 14 yıldır desteklediğin, her istediğini verdiğin, her talebini emir saydığın, devletten ha bire tahsisler yaptığın bir İslami cemaatten zarar görüp de ondan geri aldığın binaları başka bir İslami cemaate, vakfa ver.
Yarın bu cemaatten de bir kötülük görürsen, bir kazık yersen ne diyeceksin?
‘Eyvah halkım bizi bağışlayın, yine yanıldık’ mı diyeceksin.
Devlet adil olmalı ve devletin kurumları, organları olmalı. Devlet bir kişinin ve bir partinin istediği gibi yönetilmemeli. Kurumları olmayan bir topluluk devlet olamaz. Kurumları göstermelik hale getirmek devletin sonunu getirir. Hızla da buraya doğru gidiyoruz.
Artık aklımızı başımıza alalım. İş işten geçmeden liyakat sistemi ile çalışan, hukuk kurallarının geçerli olduğu, kurumlarına güven duyulan ve vatandaşlarına eşit bakan, davranan adil bir devlet düzenimiz olmalı.

Başka yanlışları gerekçe göstererek, yeni nesilleri kinle besleyerek bir devlet yaratmayalım. Bedelini hep birlikte öderiz.

31 Ekim 2016 Pazartesi

CUMHURİYET GAZETESİ’NE SORUŞTURMA BASKIDA GELİNEN SON NOKTADIR

29 Ekim Cumhuriyet Bayramını kutladığımız günün ertesinde yazdığım yazıda toplumuzun önemli bir kesiminin içinde bulunduğu karamsar ruh halini yazmıştım. Yazımın yayınlandığı gün, polisin Cumhuriyet Gazetesine yaptığı operasyona tanık olduk.  Cumhuriyet Gazetesine baskın yapılması, yazarlarının ve yöneticilerinin gözaltına alınması, devlet baskısında gelinen son nokta olmuştur.
Bunun hemen öncesinde Diyarbakır eş belediye başkanlarının tutuklanmasına toplum sessiz kaldı. “Nasılsa bunlar Kürt partisi PKK’ya yardım etmiştir” diye düşünüyor bu toplum. Düne kadar bu hükümetin PKK ile görüştüğünü, Kürt sorununu barışçı yöntemlerle çözmek için herkesle görüşecekleri söylemini, bu devletin en tepesindeki kişiden duyduğunu unuttu bu toplum. Hatta PKK’nin hapisteki lideri Abdullah Öcalan ile hem devlet yetkilileri, hem de  HDP yetkilileri toplumun gözü önünde görüşüyordu. O gün bir sorun olduğunu ve çözülmesi gerektiğini düşünen siyasi iktidar bugün Kürtleri ve onun yasal temsilcisi olan, ama kendisine muhalefet etmekte kararlı olan HDP’yi bitirme kararı almış ve bunu adım adım uygulamaktadır.
Cumhuriyet bu ülkenin kurucu lideri tarafından isimlendirilmiş bir gazetedir. Bugüne kadar bütün yayın politikası Cumhuriyetin çağdaş yaşam değerlerine sahip çıkmak olmuştur. Atatürk ilke ve devrimlerinin yılmaz savunucusu olmuştur. Bu uğurda birçok yazarını şehit vermiş bir gazetedir. Ve bu gazete gerici FETÖ örgütüne, onun yapmaya kalkıştığı darbeye destekle suçlanıyor. Yani bu sözün bittiği yerdir. Baskının hangi boyuta geldiğinin göstergesidir.
Hükümet 15 Temmuz kalkışmasını gerekçe göstererek açıkça toplumun tüm muhalif kesimlerini susturmak istiyor. Gözünü karartmış ve kendini belli hedeflere kilitlemiş bu siyaset anlayışından her şey beklenir.
OHAL uygulandığından bu yana bu ülkede kapatılan gazete, dergi, tv ve ajans sayısı 170’e ulaşmıştır.  Sürekli ve sarı basın kartı iptal edilen gazeteci sayısı 777’ye çıkmıştır. Şu anda cezaevinde 105 gazeteci tutuklu bulunmaktadır. 15 Temmuz’dan sonra kapatılan yayın organları nedeniyle 2500’ün üzerinde gazeteci işsiz kalmıştır. Toplamda son yıllarda işsiz kalan gazeteci sayısı 10 bini aşmıştır. Türk basınında her üç gazeteciden birinin işsiz olduğu bir karanlık tablo ortaya çıkmıştır.
Siyasi iktidar kendine muhalif bütün kesimleri susturmak, onlar üzerinde baskı kurmak, toplumun bu kesini sindirmek istemektedir. Geçmiş baskıcı devlet uygulamalarında örnekleri olan bir yola girmiştir.
İşte önceki yazımda sözünü ettiğim karamsarlık bundan dolayı oluşmuştur. Bir taraftan eğitim laik, çağdaş, bilimsel olmaktan uzaklaşmış. Toplumun önemli bir kesimi için bu ülke, çocuğunun bilimsel temellere dayalı, özgürce eğitim alabildiği ve özgürce yaşayabileceği bir ülke olmaktan hızla uzaklaşmıştır. Diğer taraftan muhalif kesimlere yapılan baskılar dayanılmaz boyuta ulaşmıştır. Toplum uzun bir süredir mezhepler üzerinden yönetilmeye çalışılıyor. İç ve dış politika bunun üzerine oturtulmuş.
Ve MHP’yi saymasak bile ülkenin en az %40’ı bu gidişattan memnun değil. (MHP’yi saymasak bile dememin gerekçesi; MHP’nin önemli bir kesimi bu hükümetin, bu uygulamalarından memnun ve bu politikaları destekliyor diye düşündüğümdendir.) Ama bu kesimin asgari müşterekte birleşip tek ses olamaması bu siyasi iktidara cesaret veriyor. Hükümet şunu unutuyor gibi; bu kesim gün gelir birlik olur ve toplu muhalefet yapmayı becerir. Haklarına sahip çıkmak için demokratik birliktelikler oluşturup tepki koyabilir.

Bu ülkede kendisine güvenli bir gelecek göremeyen toplum, bu baskılara karşı olan kesimlerin bir an önce birlik olması gerekir. Toplumun kanaat önderlerine ve hatta herkese bu konuda önemli görevler düşmektedir. Hükümetin de; toplumun bu muhalif kesimini rahatlatan uygulamalara bir an önce geçmesi gerekir. Unutmamak gerekir ki hepimiz aynı gemideyiz. Bu gemi su alıyor. Bu gemiyi kurtarmak hepimizin görevidir.

30 Ekim 2016 Pazar

CUMHURİYETİN 93. YILINI KUTLAYAN TOPLUMUN RUH HALİ

Bir 29 Ekim’i daha kutladık. Toplumun bir kesimi sokaklarda “Yaşasın Cumhuriyet” diye bağırdı özgürce!
Toplumun bir kesimi Yaşasın Cumhuriyet diye slogan attı, kısmen rahatladı ama daha da karamsarlığa gömüldü. Yanındaki yüzlerce, binlerce, ülkedeki on binlerce insanı gördükçe kendi gibi çırpınan, kendini güçlü hissetmeye çalıştı ama yüreği daralmaya devam etti.
Kalabalıktan çıkıp evine gittiğinde yine ülkede olanlar onu derin düşüncelere sevk etti.
Çünkü Cumhuriyeti kuranlar, ülkeyi muasır medeniyete, çağdaş uygarlığa kavuşturmak istiyordu.
Bu uygarlığa erişmek için çağdaş, bilimsel eğitimi kurmak temel esastı. Yeni nesiller bilimi temel almalıydı. Bilim ile aydınlanacak, sanayi gelişecek, her alanda ülkenin kendi üretimi olacak, kendi kendine yeten, dünyaya mal ve hizmet satan bir ülke olunacaktı.
Uygulanacak eğitim politikasıyla soran, sorgulayan, uygulayarak öğrenen, deneyerek geliştiren bir nesil yetiştirilecekti. Her söyleneni kabul etmeyen, kendinden önceki nesile saygı duyan, öğrendikleri ve uyguladıkları ile önceki nesilden saygı gören yeni bir toplum yaratılacaktı.
Köy enstitüleri bu amaçla kurulmuştu. Yeni nesiller öğrenirken, öğrendiklerini toplumla uygulayan bir eğitim yapılıyordu. Bunun sonucunda toplumun tamamı aydınlanacak ve dünyayı tanımanın yanında dünyaya katkı sunan, kimsenin oyununa da gelmeyen bir toplum yaratılacaktı. Böylece dünyanın cirit atabildiği bir ülke olmayacaktık. Dünya bizi karıştıramayacaktı.
Bilimsel bilgilerle donanmış yeni toplum, her şeyi sorgulayan yeni nesil, olan biteni daha doğru yorumlayacaktı.
Halbuki şimdi, yani Cumhuriyetin kuruluşundan, bu hedeflere yönelişin üzerinden tam 93 yıl geçmişti. Ülkenin bilimsel eğitim veren, soran, sorgulayan öğrenci yetiştiren eğitim kurumları; ülkenin en iyi sayılan, her ailenin çocuğunun o okulları kazanması için çırpındığı eğitim kurumları bizatihi eğitim bakanlığı tarafından yok ediliyordu. Buradaki başarılı öğretmenler ve yöneticiler, “ bu başarıları başka okullarda da yaşatsınlar!” gerekçesi ile dağıtılıyor başka başka okullara gönderiliyordu.
Bu başarılı okullara da İmam hatip okullarından yeni öğretmenler ve yöneticiler atanıyordu.
Zaten ülkedeki tüm okulları İmam Hatip yapmak amacı olan siyasi iktidar adım adım projesini uyguluyor, İdeolojik sistemini her geçen gün biraz daha kalıcı hale getiriyor. Çıkarılan kanunlarla güçlü bir polis devleti konumuna gelen ülkede ses çıkarabilenlerin sayısı ise her geçen gün azalıyor.
Elbette bu siyasi ekibin bir amacı var. Daha az sorgulayan, tepeden söyleneni kabul eden nesiller yetiştirilmek isteniyor. Böylece toplum daha kolay yönetiliyor olacak.
İtiraz edene polis engel olacak, içeri tıkılacak, gazete ve dergiler kapanacak.
Özellikle son aylarda yapılan uygulamalar, kapanan TV ve gazeteler bunun göstergesidir.
İşte Cumhuriyetin 93. Yılını kutladığımız bu günde, bütün bunların farkında olan vatandaş sokakta yaşasın Cumhuriyet diye bağırırken, yanındakilerle kendini güçlü hissetmeye çalışırken eve geldiğinde bütün bunları düşünüyor ve karamsar oluyor.
Bu çaresizlik içinde sokaklarda Cumhuriyet kutlamalarına katılan vatandaş sayısı her geçen yıl artarken, karamsarlık yaşayan vatandaş sayısı da aynı oranda artmaktadır.
Çocuğuna iyi bir gelecek hazırlayamayan vatandaş, çocuğuna bilimsel eğitim veremeyen vatandaş ülkesinin geleceğini de parlak göremiyor. Çocuklarını bekleyen ülkenin geleceğinden endişesi her geçen gün artıyor.
Sanayide gelişemeyen, dünyada sayılı tarım ülkeleri arasında olmasına rağmen ülkedeki emtia fiyatlarının artmasını önlemek için üretimi artırmayı düşünmeyip sadece, “bak bu malın ithalatını serbest bırakırım” diye satıcıları tehdit eden bir yönetime sahip olmanın çaresizliğini yaşayan vatandaş karamsarlığa kapılıyor.
Kendisi gibi düşünenlerin sayısının artmasını, ülkesinin geleceğini görüp de doğru yolda olmadıklarını anlayan insanların çoğalmasını beklemekten başka çaresi olmayan vatandaş karamsar oluyor.

Yaşasın Cumhuriyet, yaşasın özgürlük, yaşasın bilimsel eğitim ve elbette yaşasın soran, sorgulayan eğitim ve bu eğitimle yetişecek yeni nesillerin kuracağı, ayırımsız bütün insanların kendini mutlu, huzurlu hissedebileceği Çağdaş, Laik, demokratik Cumhuriyet.