24 Şubat 2011 Perşembe
TECAVÜZE TEŞVİK
Ancak insan, düşünebilen ve gelişebilen bir varlık olarak bunları belli oranlarda aşmıştır. Bu aşma oranları toplumların gelişimine bağlı olarak kendini gösterir. Tam gelişmiş toplumlarda kadın ile erkek arasında bu tür sorunlar çok az olarak kendini gösterir.
Bizim gibi toplumlarda ise kadının namusundan sorumlu olan(!) erkek, maalesef kadını öldürme hakkını kendinde bulabilmektedir.
Bu haksızlığın üzerinde dinin etkisinin de bulunduğu muhakkaktır. Dini kendince yorumlayan bazı kişiler bu davranışa bir dini gerekçe üretiyorlar. Bunun yanında dini bilgileri fazla olan birçok kişi ise kadına baskının dinle, Kuran’la bir ilgisinin olmadığını söylemektedirler.
Zaman zaman işi dini hizmet vermek olan görevliler bile böyle saçmalıklar yapmakta ve bir taraftan kadını aşağılamayı, diğer taraftan kadının bazı haklarının elinden alınması doğrultusunda beyanatta bulunmaktadırlar.
Bir zamanlar da Beylikdüzü Fatih Sultan Mehmet Camisi hocalarından Hasan Hakyemez de benzer bir vaaz vermişti. Bir Cuma namazı öncesinde yaptığı konuşmada ‘’Karınızı çalıştırırsanız, dışarıda birçok kişi ile diyalogda bulanan kadın erkeği aldatır ve erkeğin başını belaya sokar’’ mealinde konuşmuştu. Halkın şikayeti sonrasında bu konuşmanın ‘’Çalışan Kadın aldatır’’ başlığı ile basında geniş şekilde yer almasından sonra Hakyemez hoca ‘’böyle söylemediğini’’ iddia etmiş ise de, diyanet tarafından yapılan soruşturma sonucu görevden alınmıştı.
Bu konuda bu toplumda örnekler oldukça fazladır. Şimdi de bir ilahiyatçı profesör yine kadına yönelik başka bir konuşma yaptı.
Konya Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi ( üstelik bunları öğretiyor) Orhan Çeker’in “Sorunun odağında kadın var. Sen dekolte giyinirsen bu tür olaylarla karşılaşman sürpriz olmaz. Bu suçun işlenmesinde dekolte ve tahrik edici kıyafetler giyen kadının da etkisi küçümsenemez. Dekolte giyen bir kadına erkek tarafından taciz olduğunda burada suç %50 ortaktır.” Yani kadın da erkek kadar suçludur’’ dediğini biliyorsunuz.
Aslında 21. Yüzyılda ülkenin kadın erkek tüm insanlarından bu çağdışı, bu “suça destek veren ve tesettürsüz kadınları hedef tahtası yapan” cümlelere ortak tepki gelmeli ve bir daha hiç kimse böyle saçmalamaya cesaret edememeliydi ama olmadı maalesef. Bu ülkenin insanları da sivil toplum kuruluşları da tepkisiz!
Ama neyse ki Ankara Barosu Başkanlığı Kadın Hakları Merkezi’nin hukukçuları “tecavüz olaylarının kadının kıyafeti ve davranışlarıyla ilgili olduğu” anlamını taşıyan ve tecavüz suçlularını koruyan bu ifadenin “suçu ve suçluyu övme, hakaret, halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama” suçlarını taşıdığını bildirerek Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunmuşlar. Şimdi bu önemli dava için de hükümetten destek gelmesi bekleniyor.
Çocuklara hatta bebeklere bile saldırabilen vahşilerin bulunduğu yerde, toplumun, kadın vatandaşların güvenliğini sağlamak için harekete geçilecek mi, bu dava için de “savcısıyım, avukatıyım” diyenler çıkacak mı bakalım!
Sanırım 2003 yılıydı, Siirt’te 12 yaşındaki bir kız çocuğuna 23 erkek tecavüz etmişti. O sanıklar 5 – 6 şar yıl ceza aldılar. Şimdi mahkeme bu cezaların gerekçesini açıkladı. ‘’Cezaların bu kadar az olmasının sebebi kızın da bu işi kendi isteğiyle yapmış olmasıymış:’’
Şimdi bir düşünün 12 yaşındaki bir kız çocuğu…
Bu çocuk kendi isteğiyle, mahkemenin deyimiyle ‘’fuhuş yapıyor.’’
Bu sizce akla mantığa, dine, insanlığa sığar mı?
12 yaşındaki bir çocuk ‘’kendi isteğiyle fuhuş yapıyor’’ gerekçesiyle; ona tecavüz eden onlarca kişinin cezası hafifletiliyor!
Şimdi günlerdir Orhan Çeker’in sözleri TV’lerde tartışılıyor.
Mahkemesi böyle kararlar verebilen bir toplumun ilahiyatçısı da böyle düşünür.
Siyasetçiler bu konuda konuşmuyor. Tabanlarında bazı kesimleri rahatsız etmekten çekiniyorlar sanırım.
Emi cimi yok. 12 yaşındaki bir kız çocuğuna 23 kişinin tecavüz ettiği ve 5 – 6 yıl ceza aldığı bu toplumda, ilahiyatçıların bu tür beyanatta bulunmaları tecavüze teşviktir.
Ergenekon’a savcı ve avukat olan siyasetçilerin, böyle davalarda sessiz kaldığı toplumlarda bu suçlar azalmaz.
Nusret Yılmazer
yilmazernusret@hotmail.com
23 Şubat 2011 Çarşamba
BUGÜN YAŞANANLARIN MÜSEBBİBİ ORDUDUR
Komutan eşleri, komutanların haksız suçlama ile karşı karşıya kaldıklarına mı üzülüyorlar, yoksa oldukça uzun sürecek, haksız bir yargılama ile karşı karşıya kalacaklarına mı?
Haksız bir suçlama ile karşılaştıklarını düşünüyor iseler geçmişte, eşleri veya eşlerinin bağlı oldukları kurum çok kişiye haksız suçlama yöneltti.
Hatta suçlama yapmakla kalmadılar. İşkence ettiler, astılar. Yıllarca insan hak ve özgürlüklerini gasp ettiler. Kimse de onlardan hesap soramadı. (Hesap sormak için yapılan anayasa değişikliğinin kabulü için yapılan referandum bunu sağladı. Ama bu kez de AKP siyaseti sağlam durmadı.)
Onların olağanüstü iktidarları döneminde çok kişi sorgusuz sualsiz kim vurduya gitti, onların denetiminde öldürüldüler.
Geçenlerde komutanların hanımlarından biri, eşleri içeri alınınca, ‘devrimciler nerede’ diye sormuş.
Devrimciler tutuklanan komutanlara arka çıksın, onların sesi olsun, savunsun diye düşünmüş herhalde.
Birisi de oradan cevap vermiş,
‘Devrimcileri kocalarınız 12 Eylül’de astı, işkenceden geçirdi, yok etti.’
Her nasıl oluyorsa, devrimcilerin darbeci askerleri savunması düşünülmüş.
Bu dünya böyledir işte.
Sap döner, keser döner, bir gün gelir hesap döner.
Kimse bunu akıldan çıkarmamalı.
Bu ülkede darbelerin halk tarafından beğenilme dönemleri sona erdi.
Hatta halk artık darbelerin ülkeye ne kadar zara verdiğinin farkındadır.
Bundan dolayı da 22 Temmuz’da AKP’ye verilen yüzde 47’lik oy da, referandumda çıkan yüzde 58’lik “evet” de darbeye ve darbecilere duyulan nefretin boyutlarını gösteriyor.
Sadece bu da değil. Darbeler ve askeri rejimler bu ülkede yargıya olan güveni de sarstılar.
Bugün ülkede yargı kimseye güven vermiyorsa bunun birinci sorumlusu askeri rejimler ve ordunun siyaset ve yargıya müdahale etmesidir.
Onun için AKP iktidarı döneminde (yanlış yerden başlansa da) darbecilerin yargılanması sırasında ortaya çıkan ve yargılananların aleyhine sahte delil oluşturma çabalarına da halk yeterince tepki göstermiyor.
Şimdi komutanlar ve eşleri ne diyor?
“Bize adaletsizlik yapılıyor. Deliller uyduruluyor. Komploya kurban edilmek isteniyoruz. Suçluyu suçsuz, suçsuzu suçlu gösteren mekanizmaların’’ varlığından şikayet ediyorlar.
Bu konuda haksız da sayılmazlar.
Ancak, eğer 12 Eylül’de yargılamalar evrensel normlara uygun yapılmış olsaydı, eğer 28 Şubat sürecinde ordu, yargı mensuplarını ayağına çağırıp onlara irtica brifingleri vermemiş olsaydı, günümüzde asker kökenli sanıkların adalet taleplerine kamuoyu daha fazla kulak kesilirdi.
Geçen hafta bir tartışma programında ‘’yargıya güveniyor musunuz’’ diye halka sorulmuştu.
‘’Güveniyorum’’ diyen çıkmadı. İşin esas üzücü tarafı da budur.
Sonunda insanı koruyacak, kurtaracak tek merci olan yargıya bu ülkede hiç kimse güvenmiyor. Yargısı bu hale düşmüş iktidara da, ne kadar demokrasiden yana olduğunu söylerse söylesin, toplumun önemli bir bölümü güvenmiyor.
Bu ülkenin iktidarı, başbakanı ‘’bizim siyasetimizde korku yok’’ açıklaması yapmak zorunda kalıyor. Hoş aynı toplum kesimi bu açıklamalara da inanmıyor ama toplumun ne hale geldiğini göstermesi açısından bu yaşananlar ibret vericidir.
Sadece “iddialarla” suçlanan insanlara ‘henüz tek bir kanıtlanmış suç” çıkarılmamasına rağmen aylar, yıllar boyu mahkum gibi cezaevinde tutulduğu bir ülkede yargıya da, hükümete de güven olmaz.
Toplumun ve suçlanan kişilerin “adil bir yargılama olacağına” inanmaları, suçlu değillerse “bunun nasılsa ortaya çıkacağına güvenmeleri” mümkün mü? Şu anda tutuklular arasında tek bir kişinin bu güveni hissedebileceğine inanabilir miyiz? Tutuklama ve “darbeci” etiketi yapıştırma bu kadar kolaysa başka insanların aynı tehlikeyi, korkuyu hissetmemesi mümkün mü?
‘’Piyango reklamı gibi; “size de çıkabilir’’. Çıkarsa sizin için de nasılsa bir neden icat edilebilir.’’
Bu ülkede başta yargıya ve diğer kurumlara güvenin yeniden sağlanması için bu iktidara çok iş düşüyor.
Yargıya da.
Nusret Yılmazer
yilmazernusret@hotmail.com
22 Şubat 2011 Salı
ŞİVAN PERVER’İ SAVUNMAK
Başbakan Erdoğan bazı olayları istediği gibi kullanmayı iyi beceriyor. Bu aynı zamanda AKP’nin bir siyaseti oldu. Kürtlere sahip çıkıyor. Kürt açılımı yapacağım diyor ama bu konuda çok da bir şey yapmıyor. Daha doğrusu işine geldiği ölçüde gündeme taşıdı ama iş bir şeyler yapma aşamasına geldiğinde ses seda çıkmıyor.
Biliyorsunuz 12 Eylül’ün idam ettiği genç insanların mektuplarını almış, basının karşısında duygulanmış, ağlamıştı. 12 Eylül’ün idam ettikleri için gözyaşı dökmüştü. Bunu da referandum sürecinde yaparak kitlelerin duygularına hitap etmişti. İşte o Anayasa referandumundan sonra da bu suçu işleyenler, 12 Eylül’ü yapanlar yargılanacaktı. Bunun sözü verilmişti.
Referandum bitti. Başbakandan etkilenen binlerce vatandaş, 12 Eylülcüler yargılanacak, geç de olsa teselli bulacaklar diye evet dediler.
Peki, ne oldu?
Bir daha ne idam edilen o gencecik insanlardan bahseden var, ne gözyaşı dökülüyor.
Ne de özgürlükleri yok eden o faşist cuntanın yetkilileri yargılanıyor.
AKP bunu ağzına bile almıyor.
Şimdi de Başbakan ve yardımcısı Kürt sanatçı Şivan Perveri diline dolamışlar.
Şivan Perver Kürt halkının dertlerini, sıkıntılarını, acılarını dile getiren bir Kürt sanatçıdır.
Bugüne kadar hiçbir hükümet yetkilisi de bu sanatçıyla ilgilenmedi.
Şimdi yavaş yavaş seçim sürecine giriliyor.
Mart’ta PKK’nin ateşkesi sona erecek. AKP’nin de yeni ‘’Kürt güçlerine ve seçimde kullanacağı yeni Kürt kozlarına’’ ihtiyacı var.
Ne yaptılar, nasıl yaptılar bilmiyorum. Ama Bülent Arınç Almanya’ya gitti. Şivan Perver’le görüştü. Şivan Perver’i ‘’vatansever ilan etti. PKK ile Şivan Perver’in arası açık mıydı, bundan dolayı mı açıktı bilmiyorum. Bülent Arınç birden bire Şivan Perver’i kahraman ilan etti.
Arkası da geldi tabi. Şimdi de Başbakan Erdoğan Şivan Perver’e sahip çıkıyor. Şivan Perver’i vatansever, ona sahip çıkmayanları vatan haini ilan ediyor.
Dün 12 Eylül’de idam edilenlerin mektuplarını kamera karşısında okuyup gözyaşı döken ama bunun gereğini yapıp 12 Eylül’cüleri yargılamaya yanaşmayan Erdoğan, bugün aynı şeyi Şivan Perver için yapıyor.
Bakın AKP genişletilmiş il başkanları toplantısında Başbakan Erdoğan bu konuda neler söyledi;
‘’ Sadece türkü söyleyen, acılarına ağıtlar yakan, barışın, kardeşliğin, özgürlüğün ezgisini dünyaya duyuran, sadece ve sadece insanlık için feryat eden bir sanatçıya, Şivan Perver'e yönelik tehditler bizatihi hıyanet, bizatihi ihanet, bizatihi faşizm değil de nedir? Oysa Şivan Perver, toprağına sesleniyor, vatanına sesleniyor, kardeşlerine sesleniyor ve diyor ki; "İnan ki seni özledim. Barış güvercinine sor, dosta, ahbaba sor, hapishane duvarlarına sor. Onlar sana doğruyu söylesinler. Baharın rengine sor, şu ağaçtaki güle sor, ben seni çok özledim, inan ki seni özledim." Bu dizeleri dile getirecek kadar yüreği yanık, toprağına, vatanına, kardeşlerine bu kadar hasret içinde gönlünün derinliklerinden inan ki seni özledim diye haykıran bir sanatçıyı tehdit etmek Kürtlerin, sadece Kürtlerin değil insanlığın sesini kesmek değil de nedir? ‘’
Adama sormazlar mı? Ey AKP bugüne kadar neredeydiniz?
Seçim sürecine girdiğimiz şu günlerde mi aklınıza Şivan Perver geldi.
Artık Türkiye halkının da bu kullanmayı görmesi gerekir. Keşke Başbakan ve AKP bu kullandıkları kişilerin, kitlelerin demokratik hakları için gereken duyarlılığı gösterseler.
Başbakan veya hükümetin, birilerinin haklarını savunmasından kimse rahatsız olmaz. Ama bunu genel bir tavır değil de işlerine geldiği zaman kullanırlarsa, işleri bitince de bunu hatırlamazlarsa işte bu insanın midesini bulandırıyor. Ve herkesin, vicdanı olan herkesin de bunları görmesi gerekir.
Muhalefet partilerinin yeterince duyarlı olmaması, demokrasiden yana olmaması AKP’yi ve hükümeti kurtarmaz.
Her koyun kendi bacağından asılır ve herkes kendi demokratik anlayışının hesabını verir.
Bugün, muhalefetin bütün olumsuzluklarına rağmen AKP’nin ve hükümetin eleştirilmesinin sebebi budur.
Ayrıca muhalefetin katkısı aransa bile esas mesele hükümetin nasıl baktığı, nasıl davrandığıdır. Hükümet demokrasiyi kendi istediği kadar değil, olması gereken kadar savunmalıdır.
En geniş şekilde demokrasiyi savunan hükümet demokratiktir, demokrasiden yanadır.
Kendisini eleştiren basının haklarını savunan hükümet demokrasiden yanadır.
‘’Beni eleştirenler Silvri’de yatıyor’’ demenin demokrasiyle ilgisi yoktur.
Bazı mağdurları, bazı aydınları, bazı duyarlı sanatçıları, işine geldiği yerde kullanmak, işine gelmediği yerde ‘’ucube demek’’ demokratlık değildir.
Nusret Yılmazer
yilmazernusret@hotmail.com
20 Şubat 2011 Pazar
TÜRKİYE’DE TEK BİR GAZETECİYE BASKI YAPILMAMIŞTIR!
Geçen haftaya damgasını vuran olaylardan biri de Oda TV’ye yapılan baskın ve 4 gazetecinin, önce gözaltına alınması, sonrasında da 3. nün tutuklanması olayıydı.
Buna ana muhalefet sert tepki gösterdi, hükümet ise olayı savundu. Başbakan Erdoğan ise; ‘’bu olayın hükümetle bir ilgisi olmadığını’’ savunarak çok önemli bir söz etti. ‘’Biz bugüne kadar hiçbir yayın organı ve gazeteci üzerinde baskı kurmadık. Bir kişiye bile baskı yapmadık’’ dedi.
Ah keşke bu söylenen doğru olabilseydi. Başbakan dahil birçok hükümet yetkilisinin kendilerini eleştiren yayın organları ve gazeteciler hakkında nasıl konuştuklarını çok iyi biliyoruz. Elbette bu ülkede yaşayan ve aklı eren herkes bunu çok iyi biliyor.
Ancak bu ülkede politikacılar iyi biliyor ki bu toplum balık hafızasına sahiptir. Yani çabuk unutur.
Bir diğer yanımız ise, takım tutar gibi siyasi parti tuttuğumuz için ‘bizim politikacının’ yaptığı yanlışı görmek istemeyiz.
Bu ülkede demokrasiyi evrensel anlamda savunmayan muhalefet ağırlıkta olunca, ortaya yine de en demokratik tavrı hükümet sergiliyor görüntüsü çıkıyor.
Hükümet elbette çoğunlukla ‘kendine Müslüman’ bir tavır sergiliyor. Başbakan dahil hükümetin hemen tüm mensupları eleştiriden hoşlanmıyorlar. Kendini eleştirenlere karşı başta başbakan olmak üzere esip gürleyen bir iktidar var.
Türkiye tarihinde basınla en çok tartışan Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, şimdiye kadar birçok gazeteciyi ve gazeteyi dava etmesinin yanı sıra halkı, gazeteleri boykot etmeye çağırmasıyla da hafızalardaki yerini aldı.
Basın özgürlüğünü savunan açıklamalarından dolayı Uluslararası Basın Enstitüsü'ne (IPI) ve Dünya Basın Konseyleri Birliği'ne (WAPC) karşı ağır eleştirilerde bulunan Erdoğan bu tavrı nedeniyle de Abdülhamit’e bile benzetildi.
‘’AKP iktidarı döneminde birçok gazetenin yayını geçici ya da süresiz olarak durduruldu. Bazı gazeteler toplatıldı, kimi yayın organlarının ise internet siteleri yasaklandı. Gündem, Alternatif ve Gelecek, Kızıl Bayrak, Atılım, Özgür Ülke gibi gazeteler belli sürelerle kapatılırken Birgün Gazetesi’nin 9 Ağustos 2008 tarihli nüshası İstanbul 12. Ceza Mahkemesi'nin kararıyla toplatıldı. Hayat Televizyonu, Roj, 'Nevruz kutlama görüntülerini sağladığı' iddiasıyla Türksat uydusundan çıkarıldı; kanal yetkililerinin girişimleriyle 'hata' üç hafta sonra düzeltildi. Vatan gazetesinin internet sitesi, Türk Telekom üzerinden erişim sağlayan internet kullanıcılarına kapatıldı’’.
Bunların yanı sıra hükümet Kanaltürk'e ciddi bir ekonomik baskı uygulamış ve kanalın satılmasına önayak olmuştu. Bu yayınların hepsinin ortak yanı ise farklı çizgilerde olmalarına karşın iktidarı eleştiriyor olmalarıydı.
Basın hürriyeti bunun neresinde?
Hükümet, Türk Ceza Kanunu (TCK) ve Terörle Mücadele Kanunu (TMK) ile ilgili düzenlemeler yapılırken, meslek örgütlerinin ve hukukçuların uyarılarını dikkate almayıp, "uygulamayı görelim" demişti. Bugün gelinen noktada bu kanunlar gazetecilerin ellerini kollarını bağlıyor.
“Kovulacaklar listesi” veren bir Başbakan
Başbakan Erdoğan ile Doğan Grubu arasında yaşanan ve Erdoğan’ın hoşnut olmadığı yazarların sesinin kesilmesi ile tatlıya bağlanan gerilim, Başbakan’ın basın konusunda ne kadar demokrat olduğunu da göstermişti. Başbakan bir konuşmasında, “Herkes fikrini söylemekte serbesttir ama bu insanlara kalemleri teslim edenler, kusura bakma sana burada yer yok demelidir” demişti. Başbakan Erdoğan’ın, “kimsenin atılması için kimseye baskı yapmadım” demesine rağmen, 16 yıl yazdığı Hürriyet Gazetesi’nden ayrılan Bekir Coşkun, 14 Ekim 2009’da Akşam’dan Deniz Güçer’e verdiği söyleşide ve MediaCat dergisinin Kasım 2009 sayısında yayınlanan Selin Akıncı imzalı söyleşisinde iktidar tarafından Aydın Doğan’a böyle bir liste verildiğini anlattı. Coşkun’un yanı sıra AKP’nin rahatsız olduğu bir çok yazar da bu dönemde arka arkaya Doğan Grubu’ndan ayrıldı.
AKP iktidarında en çok tepki çeken sansür olaylarından biri de bazı Başbakanlık muhabirlerinin akreditasyonlarının keyfi olarak iptal edilmesiydi. Bu olayda önemli bir rol oynayan dönemin Başbakanlık Basın Sözcüsü Akif Beki daha sonra Radikal’deki köşesinde basın etiği ve basın özgürlüğü konusunda yazılar kaleme alabildi.
Erdoğan’ın davalarına en çok muhatap olanlar ise karikatüristler. Bugünlerde “biz de heykelden anlarız” diyen ve “İnsanlık Anıtı”nı ucube olarak tanımlamaktan çekinmeyen Erdoğan, aynı sanatsever tavrını karikatüristlere karşı da göstermeyi ihmal etmemişti.
Tabii daha burada yazmadığım, atladığım çok olay var.
Buna rağmen Başbakan toplumun gözünün içine bakarak ‘’biz bir tek gazeteciye baskı yapmadık’’ diyebiliyor. Ve birileri de bunu savunabiliyor.
Bunun adı demokrasi, özgürlük…
Nusret Yılmazer
yilmazernusret@hotmail.com
17 Şubat 2011 Perşembe
KAÇAK MAZOT SATIŞINA ‘’KAYMAKAMLIK EMRİ’’
Beylikdüzü Belediye Meclisi’nin 7-01-2011 tarihli oturumunda, CHP’li meclis üyelerinin verdiği bir önerge tartışmalara neden olmuştu. CHP grubunun verdiği önerge biraz uzun da olsa kaçak mazot satılması ile ilgili bölümü şöyleydi;
‘’Yakuplu Mahallesi, Atatürk cad., 90/A- 96/A-114/A-33/A nolu işyerlerinde kaçak mazot satışı yapılmaktadır. Buradan ucuz mazot almak için tırlar bu mahalleye girmektedir. Bu satış esnasında tenekelerle dolum yapıldığından trafik alt üst olmaktadır. Vatandaşlarla bu işi yapanlar arasında ciddi tartışma ve sürtüşmeler yaşanmaktadır. Kötü sonuçların doğmaması için gerekli önlemlerin alınması.
Yakuplu Mahallesine tır girişini engellemek için başlatılan bariyer uygulaması durdurulmuştur. Bariyer uygulamasının acil olarak başlatılarak mahalleye tır girişinin engellenerek vatandaşın mağduriyetinin giderilmesi.’’
Konunun aslı şöyleydi; Belediye madeni yağ satması doğrultusunda bir işyerine ruhsat vermişti. Bu yağ bildiğimiz yağdan biraz farklıydı. 10 numara yağ denen ve bazı dizel araçların mazot olarak kullandığı madeni motor yağıydı.
MHP meclis üyesi Mustafa Erdoğdu’nun verdiği bilgiye göre; ‘’bu işyerini açanlar, Yakuplu eski Belediye Başkanı Şanver Çolak zamanında da yağ satışı ruhsatı almak için belediyeye başvurmuşlar ama Şanver Çolak bunlara ruhsat vermemiş.’’
İşte Mustafa Erdoğdu bundan dolayı Beylikdüzü Belediyesini eleştiriyordu. ‘’Siz bunu bile bile neden bunlara ruhsat verdiniz’’ diyordu.
Ben de 13 -01 -2011 tarihinde bütün bunları anlatan, yani meclisteki tartışmaları kapsayan bir yazı yazmıştım. Yazının başlığına da CHP’li Mülayim Demirtaş’ın ifadelerini kullanarak, ‘’Kaçak mazot satan işyerine belediye ruhsat vermiş’’ diye yazmıştım.
Belediye Basın danışmanlığının gönderdiği cevap yazısını da bir sonraki yazımda yayınlamıştım.
Belediye Basın danışmanlığı mealen ‘’belediye kaçak mazot satan işyerine ruhsat vermedi. Yağ satışı için ruhsat verdi. Burada kaçak mazot satılıyorsa bunu denetlemek belediyenin değil, emniyetin görevidir’’ diyordu.
Ben de şahsen bunu anlamakta zorlandığımı aynı yazımda belirttim. Zira belediye verdiği ruhsata aykırı iş yapan işyerini kapatabilir. Bunun için emniyete havaleye gerek yoktur diye düşünüyordum.
Konunun burada kalmadığını Yerel Kulis Gazetesi’nin 11 Şubat tarihli sayısında yayınlanan bir haberden öğrendim. Tatil dönüşümde gazetenin ilgili nüshasını elime aldığımda ‘’4 numaralı emir’’ başlığı ile birinci sayfadan verilen haber dikkatimi çekti. Haberde, Kaymakam Yusuf Odabaş’ın Beylikdüzü ile ilgili aldığı birtakım kararlardan bahsederek; ‘’Kaymakam yayınladığı talimnamesinde, Beylikdüzü’nde ‘mahalle aralarına işyeri ruhsatı verilmemesi’ 4 numaralı emir olarak yer aldı’’ deniliyordu.
Haberin devamında, ’’Beylikdüzü Kaymakamalığı Resmi Web sitesinde yayınlanan talimnamede; Beylikdüzü Belediyesi’nin alacağı tedbirler 12 maddeden oluşurken, ‘’Mahalle aralarına işyeri ruhsatı verilmemesi’’ 4 numaralı emir olarak yer aldı’’ deniliyordu.
İç sayfada devam eden haberin detayında da, konunun Belediye Meclisi’nde gündeme gelişine yer verilmiş, kaçak ve ucuz mazot satışının Yakuplu’da neden olduğu huzuru bozucu ortamlar yaratılması, trafik ve güvenlikle ilgili sorunların yaşanılmasına değiniliyor.
Haberin sonunda ise; ‘’ Beylikdüzü kaymakamı Yusuf Odabaş tarafından yayınlanan talimatnamede can güvenliği açısından tehlikeli ve ruhsatsız iş yerlerinin tespit edilerek, belediye tarafından kapatılması, mahalle gönüllüleri ile birlikte halkın aydınlatılmasının önemine değiniliyor’’ denilmiş.
Demek ki belediye meclisinde tartışılan bu konuyu bizim basına taşımamız, Kaymakam Yusuf Odabaş’ın konuya el atmasını sağlamış.
Kaymakam’ın konuya eğilmesi emniyetin de konunun üstünde durmasında etkili olacaktır.
Bütün bunlar da Yakuplu’da önemli bir olumsuzluğun önüne geçilmesini sağlayacaktır.
Bizim de varmak istediğimiz yer zaten burasıdır.
Sayın Kaymakam Odabaş’a duyarlılığından dolayı teşekkür ederim.
Nusret Yılmazer
yilmazernusret@hotmail.com
REFERANDUMDAKİ ‘’EVET’’İMİN GEREGİNİ İSTİYORUM
Türkiye değişiyor. Türkiye’de demokrasi değişsin ve gelişsin diye referandumda %58 evet oyu verildi.
Türkiye’de demokrasi gelişsin, devletin anlayışı değişsin diye insanlar AKP’yi tercih ediyor.
AKP bu değişimi ne kadar yapmak istiyor? Ne kadar yapacak?
İşte esas soru budur.
Referandumun önemli söylemlerinden biri de 12 Eylül darbecisi generallerin yargılanmasının yolunun açılmasıydı. Doğrusu AKP bir hayli bunun propagandasını da yaptı.
Referandumun üzerinden önemli bir süre geçti. Hükümet bu konuda tek bir adım atmadı. AKP bu konuda ne düşünüyor bilmiyorum.
Madem yasal olarak onların yargılanmasına bir engel yok, o halde bir an önce gereği yapılmalıdır.
Bu ülkede milyonlarca insan 12 Eylül darbesinden zarar gördü. İdam edilen gencecik insanların yanı sıra, binlerce insan hapishanelerde insanlık dışı işkencelerden geçti.
Yüzlerce faili (belli) meçhul insanımız katledildi.
Peki, özgürlükleri genişletmek için önce özgürlüklerimizi yok eden bu generallerden, neden hesap sorulmuyor?
AKP önce bunun hesabını vermelidir.
İkinci olarak; 28 Nisan muhtırasını veren ve bunu ‘’ben verdim’’ diyen orgeneral hakkında neden soruşturma açılmıyor.
Madem Ergenekon soruşturmasının esas teması bu, askerin kendi işini yapmak yerine siyasi iktidar üzerinde tehdit oluşturması. Ülkenin rejiminin zorla, baskı ile değiştirilmesi, o halde öncelikle bu tehdidi açık açık yapmış, bunu da kamuoyundan saklama gereği duymayan paşadan başlanmalı işe değil mi?
Failleri ve yaptıkları belli, soruşturma bile gerektirmeyecek kadar açık olan bu iki olaydan neden başlanmıyor?
AKP bu iki önemli olayı bırakmış, bu ikisiyle hiç ilgilenmiyor.
Bağımsız yargıçlar, özel yetkili savcılar neden bu generalleri içeri almıyor, sorgulamıyor?
Bunlar ortada dururken darbe planı mı, bir seminer çalışması mı belli olmayan! konularla ilgili belirsiz, yargılanmaya muhtaç olan olaylardan başlıyorlar, anlamak biraz zor.
Birinde failler belli, net.
Diğerinde failler net değil. Eldeki belgeler üzerinde oynandığı belli.
Emniyet, yapılan bazı eklemeleri yanlışlıkla, sehven yaptığını kabul ediyor. O tarihte var olmayan gemilerden ve oluşumlardan belge diye söz ediliyor.
Olayların boyutu buraya varınca benim gibi bu ülkede askerin siyaset üzerindeki, toplum üzerindeki baskısından şikayetçi birçok insan sormadan edemiyor;
Acaba bu şekilde davranılarak Ergenekon soruşturması ve darbeci generaller kurtarılmak mı isteniyor?
Öyle ya, suçları belli olan insanlarda hesap sormayacaksın, tabiri caiz ise suçüstü yakalanmış olanı bırak, kimin yaptığı belli olmayan, bir şey yapılıp yapılmadığı açık olmayan suçların failleri ile uğraşacaksın.
Bunun anlamı ne olsa diye düşünmeden edemiyor insan.
Ben referandumda evet oyunu niçin verdim?
Devlet şeffaf olacak, ülkenin üzerinde gölge gibi dolaşanlardan, bu ülke insanına demokrasiyi çok görenlerden hesap sorulsun, darbecilerden hesap sorulsun diye evet dedim.
Ben şimdi verdiğim o evetin hesabını istiyorum.
Ben demiyorum ki darbeyi düşünmüş generallerden hesap sorulmasın.
Ben demiyorum ki ülkeyi karıştırmak için çaba sarf etme şüphesi olandan hesap sorulmasın.
Elbette hepsinden hesap sorulsun.
Ama öncelikle şüpheden öte suçları belli olanlardan hesap sorulsun.
Suçu sabit olanlar içeri alınsın, hapse atılsın. İnsanlar bir oh desin.
Sonra da darbeyi planlamış, düşünmüş kim varsa onlardan hesap sorulsun.
Hesap sorulurken de; kim olursa olsun doğru düzgün yargılansın. İnsanların yargıya olan güveni sarsılmasın.
İnsanların güvenini sağlamak için yapılan bu yargılamalar yeni güvensizliklerin nedeni olmasın.
Toplum yeniden ikiye bölünmesin..
AKP bu fırsatı kaçırmamalı. Eğer gerçekten darbecilerden hesap sormak gibi bir istemi varsa bu fırsatı kaçırmamalı, bunu kötüye kullanmamalı. Halka bu güveni verirse 12 Haziran seçimlerinde çok daha güçlü gelebilir.
Yoksa yine belli aralıkta kıvranmaya devam eder. Yasaları da tek başına çıkaracak çoğunluğu sağlayamaz. Bu seçimi kazansa bile bir sonraki seçimde diğer tarihi partiler kervanına katılmaktan kurtulamaz.
Nusret Yılmazer
yilmazernusret@hotmail.com
14 Şubat 2011 Pazartesi
SATMAK
Küresel Kriz bütün dünyayı etkiliyor. ‘Kriz dibe vurdu, bundan daha kötüsü yok. Artık krizin etkileri giderek azalır ve piyasalarda canlanma başlar’ derken yeni bir kriz dalgası dünya ülkelerinin ekonomilerini derinden sarsmaya devam ediyor.
Ucuz işgücü ve sürekli üretimle krizin üstesinden gelmeye çalışan ülkeler ihracatlarını artırarak refaha kavuşmaya çalışıyorlar.
Türkiye’de de ihracatın arttığı söyleniyor. Artan ihracat, dışa bağımlı sanayi kollarında olduğuna göre Türkiye’de gerçek anlamda üretime dayalı bir ekonomi olduğu söylenemez.
Tarım çöküş aşamasında. Ekilen tohumu bile üretemeyen, tohumda dışa (İsrail’e) bağımlı bir ülke konumundadır.
Tarımı yapacak köylünün, çiftçinin durumu hiç de iyi değildir. Çiftçi traktörünü yenileyememekte, mazota para yetiştiremez durumdadır. Ürettiği mamulden elde ettiği gelir sadece bu iki kalemdeki gideri bile karşılayamaz duruma gelmiştir.
Yaptığım son tatilde sırasında köylülerle konuştuğumda, hemen hepsi buna benzer yakınmalarda bulundular.
Hayvancılık dersen zaten çoktan havlu atmış durumda. Yapılan ithalatla et fiyatları düşürülmeye çalışılıyor. Yerli üretim can çekişiyor.
Peki, öyleyse Türkiye ekonomisi bu krizden neden diğer birçok ülke kadar etkilenmedi?
Bunun cevabı; Uluslar arası para Fonu (MF) ve Avrupa merkez bankası (AMB) yetkililerinin Yunanistan için talep ettikleri formülde yatıyor.
Yunanistan ekonomik krizi en ağır şekilde yaşıyor. Bu ülke aynı zamanda AB üyesidir. Onun için hem IMF, hem de AB Merkez Bankası bu ülke için kurtuluş reçeteleri yazıyor. Zira AB ülkeleri Yunanistan’a yardım yapmaktan bıktılar.
Ama önerilen kurtuluş reçeteleri, krizde bunalan Yunanistan hükümetini, basınını ve halkını hiç de tatmin etmiyor. Zira onlara, ‘Ülkenin önemli şirketlerini özelleştir’ deniliyor. ‘Önemli olan kuruluşlarını ve arazilerini sat’ deniliyor. Hükümet ve basın da hep birlikte bu önerilere sert tepki koyuyorlar. ‘’Biz sömürge ülkesi değiliz, bize talimat veremezsiniz’’ diyorlar.
Peki, bizde ne oldu?
Halk, kimin neyi, nasıl satılmasını önerdiğini pek bilmiyor ve önemsemiyor.
Basın ise pek de itiraz etmedi bu özelleştirmelere.
Sattık sattık harcadık.
Onun için Türkiye çok etkilenmemiş gözüküyor bu krizlerden.
Kimi baştan kolay olanı seçip satıyor. Kimi son kerteye kadar dayanmayı tercih ediyor. Bıçak kemiğe dayanmış olsa bile satma kararı onlara daha ağır geliyor.
Elbette bu bir tercih meselesidir.
Türkiye’de özelleştirme furyası hüküm sürdüğünde ben bu satışlara karşı yazılar yazmıştım. Bugün bir başka ülkede bu tavsiyeler gündeme gelince, o hükümetin ve halkın tepkisi beni bu yazıyı yazmaya yöneltti.
Bakın Yunanistan bu tür taleplere ne tepki veriyor? Basına yansıyan düşünceleri sizlerle paylaşmak istedim.
‘’Yunanistan'ın başkenti Atina'da, mali kriz ve önlem reformları ile ilgili incelemelerde bulunan AB-Avrupa Merkez Bankası (AMB)-Uluslararası Para Fonu (IMF) yetkilileri, 2015 yılına kadar 50 milyar euro tutarında özelleştirme yapılmasını öngören yeni reformlar talep etti.
Yetkililerin başkent Atina'da düzenledikleri basın toplantısında dile getirdikleri özelleştirmelerle ilgili önerilerine tepki gösteren Yunanistan Hükümet Sözcüsü Yorgos Petalotis ise, "Yetkililerin Yunanistan’a karşı olan tavrının kabul edilemez olduğunu’’ söyledi. Yunanistan hükümet sözcüsü Yorgos Petalotis, "Müfettişlerin Yunanistan'ı bir sömürge olarak görmeye ve Yunanistan'ın gururu ile oynamaya hakkı yok. Yunan devletine ait mal ve taşınmazların kaderini IMF değil Yunan hükümeti tayin edebilir" diye konuştu. "Yunanistan'ın ihtiyaçları olduğunu ancak, bunun da bir sınırı bulunduğunu" ifade eden Petalotis, "Herkes kendi rolünün farkına varmalıdır. Kimseden iç işlerimize müdahale etmesini istemedik. Gururumuzun sınırlarını kimseyle müzakere etmeyiz. Talimatları sadece Yunan halkından alırız" dedi.
Petalotis, hükümetin, kalkınmaya ve bütçe açığının azaltılmasına katkı olması amacıyla kamuya ait taşınmaz malların şeffaflık içerisinde değerlendirilmesinin bir ihtiyaç olduğunu defalarca dile getirdiğini ve bununla ilgili hükümetin resmi açıklamaları bulunduğunu" belirterek, "Ancak, taşınmaz malların değerlendirilmesi, hiçbir şekilde devlete ait toprakların yok pahasına satılması anlamına gelmeyeceğinin malum olduğu gibi, bununla ilgili karar alma yetkisinin de sadece Yunan hükümetine ait olduğu malumdur" diye konuştu.
Nusret Yılmazer
yilmazernusret@hotmail.com
DİKTATÖRDEN KURTULMAK YETERLİ Mİ?
Okullar yarıyıl tatiline girince kızımı tatile çıkardım. Dolaysıyla bir süredir yazılarıma ara vermek durumunda kaldım. On günlük bir tatilden sonra yine İstanbul’a döndük. Bundan böyle düşüncelerimi sizlerle paylaşmaya devam edeceğim.
Okul sürecinde çocuklar oldukça yoruluyor. Gün içerisinde tam gün eğitim, hemen her gün verilen ödevler çocukları yoruyor. Onun için tatili de hak ediyorlar. İkinci yarıyılda başarılı olmaları için ilk yarıyılın yorgunluğunu atmaları gerekiyor. Zaten ebeveyn olarak siz planlamasınız da çocuklar kendi programlarını yapıyorlar. Size de onu uygulamak kalıyor.
Bu arada dünyada ve Türkiye’de önemli olaylar oldu. Tunus’tan sonra Mısır’da da bir dönem kapandı. Umarım yeni ve daha iyi bir dönem başlar.
Değişimi yapanlar her zaman iyi bir dönem başlatamayabiliyor. Özellikle Ordunun yönetime el koyması gelecek açısından belirsizlik oluşturuyor. Geçiş döneminde kimlerin görev yapacağı ve nasıl bir rejim tercih edecekleri şu anda belirsizlik içeriyor. Hüsnü Mübarek’in yardımcısının iş başında duruyor olması ve Amerika’nın etkili olduğu ordunun belirleyici konumda olması çok da umut vermiyor doğrusu.
Halk hareketlerinin organize olmadığı durumlarda böyle bir tehlike var. Bir iktidarı devirmek ortak paydasında bir araya gelen kitleler, yeni iktidarı oluşturmakta ortak paydayı pek de kolay bulamazlar. Organize bir ya da birkaç toplumsal kitle olmadığı için istenen rejimin kriterlerini belirleme şansları fazla yoktur. Bir kötü yönetimden kurtulmayı başaran halk, daha kötü bir yönetime yakalanabilir.
Mısır’da Mübarek rejiminden kurtulmayı halkın büyük bir çoğunluğu istiyordu ve bunu başardılar. Bunu başarmak için yapmaları gereken tek şey direnmekti.
Ama esas iş ve yapılması gereken yeni başlıyor.
İstenen yeni yönetimin kriterleri ne olacak?
Bu kriterleri kim uygulayacak?
Sadece bir grubun temsilcileri işbaşına gelirse, diğer halk katmanlarının pek de memnun kalmayacakları yeni bir yönetim oluşabilir.
İşte bu yeni yönetimin anayasasını kim yapacak?
Halkın tamamının çıkarları gözetilebilecek mi?
Halk bu oluşuma temsilci verebilecek mi?
Örgütlü ve organize olmayan halk bunu nasıl başaracak?
Yeni dönem bu soruların cevabını veremez ise yeni bir kargaşa başlar mı?
İşte 30 yıldır ülkeyi yöneten Mübarek rejimi, halkın kararlı tutumu sonucu yıkılmış gözüküyor. Ama yoksul Mısır halkı için bu yeterli değildir.
Mübarek rejiminin mağdur ettiği halkın mağduriyetini giderecek, yoksullukları sona erdirecek ve yolsuzlukların hesabını soracak bir iktidara ihtiyaç vardır.
Her şeyden önce şunu tespit etmekte yarar var. Hesap soran bir halk olduğu için yeni iktidarlar daha dikkatli olmak durumundadır.
30 yıllık Mübarek rejimini yıkmayı başaran Mısır Halkının kendine olan güveni artmıştır.
Eksik olan yan ise, yeni bir rejim kurmak için hazır olmayan, ne istediğini bilen ama bunu nasıl yapacağını bilmeyen bir halkın olmasıdır.
Halk ayaklandığında şunun hesabını yapmadı; ‘Mübarek’i devireceğiz ama yerine kim gelecek?’
Ve bundan dolayı Mısır’la ilgili yorum yapan herkesin sorduğu soru; ‘Müslüman Kardeşler Örgütü ne kadar başarılı olacak’?
‘’Liberalleşmiş’’ gözüken bu örgüt İran benzeri bir Cumhuriyetten mi yana olacak; Türkiye gibi ‘ılımlı İslam Cumhuriyet’inden yana mı olacak?
Bunu belirleyecek olan da; yeni iktidar kurulurken, Müslüman Kardeşler dışında kalan kitlelerin ne kadar etkili olacağıdır.
Bunun için Mısır’ın duyarlı kesimlerinin bir an önce örgütlenmesi gerekmektedir.
Mısır’ın aydınlarına çok iş düşmektedir.
Sen ben kavgası yapmadan, tüm toplum katmanlarının çıkarını gözetecek, geniş kapsamlı bir demokrasi ortak payda olmalıdır.
Nusret Yılmazer
Yilmazernusret@hotmail.com
2 Şubat 2011 Çarşamba
KARAAKOLDA TUZAK VAR
Derin devlet bu ülkede çok kişiyi katletti, faili meçhuller yarattı. Çok senaryolar üretti ve uyguladı.
Bugünkü Ergenekon davası diye bilinen dava nedeniyle tutuklu olanlar da, o dönemde ve sonrasında ülkeyi karıştırmak için terör örgütü kurmak ve bazı terör örgütleri ile işbirliği yapmakla suçlanıyorlar.
Yani bu kişiler kanun dışı ilişkiler içindeydiler ve kişilerin haklarına tecavüz ediyorlardı. Düzenledikleri evraklarla bazı kişileri suçlu gösterdikleri gibi, suçlu bildikleri bazı kişileri de ortadan kaldırıyorlardı.
Şimdi bu kişilerin kanun karşısına çıkmalarını sağlayan bu iktidar ve emrindeki savcıların ve polisin, o kişilere, o dönemdeki gibi haksızlıklar yaptığı ortaya çıkıyor. Üstelik Ergenekoncular yaptıklarını kabul etmezken, şimdi polis yaptığını kabul ediyor.
Elbette kendiliğinden kabul etmiyor. Suçüstü yakalandığı için kabul ediyor.
Hal böyle olunca bu iktidarın, o karanlık dönemin hesabını soracağına nasıl inanırsınız.
O dönemde mağdurlar yaratılmıştı. Şimdi iktidar olanlar, hükümet edenler de o dönemin mağdurları arasındaydı.
Şimdi de kendileri suçladıkları kişiler hakkında düzmece belgeler hazırlıyor, onlara tuzak kuruyorlar.
İstanbul Emniyeti, Ergenekon sanığı Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin gözaltında bulunduğu sırada el konulan cep telefonuna, bir Hizb-ut Tahrir üyesinin rehberini eklediklerini itiraf etti. Mahkemenin isteği üzerine hazırlanan tutanakta, “Rehber yanlışlıkla Çelebi’nin telefonuna eklenmiş” ifadesi yer aldı.
Vatan Gazetesi’nden Kenan Butakın’ın haberine göre Ergenekon davasının 20 Eylül 2010’daki duruşmasında önemli bir iddia gündeme gelmişti. ‘’13. Ağır Ceza Mahkemesi üyesi Sedat Sami Haşıloğlu, Kara Pilot Teğmen Mehmet Ali Çelebi’ye “Telefonunda eşin ve kaynanan diye kayıtlı kişiler var. Ancak sen bekârsın. Bu numaralar da Hizb-ut Tahrir üyesi Mahmut Oğuz Kazancı’nın telefon rehberi ile aynı. Kazancı ile ilişkin nedir?” diye sordu. Bekar olduğunu, Kazancı ve bu numaralarla bir ilişkisinin olmadığını kaydeden Çelebi’nin net ifadesinin ardından mahkeme heyeti, cep telefonunun sinyal kayıtlarının TİB’den alınması ve telefonun da bilirkişi tarafından incelenmesini kararlaştırdı.
18 Eylül 2008 tarihinde Ergenekon operasyonu dâhilinde arandığını öğrenen Teğmen Çelebi, Ankara’da Merkez Komutanlığı’na teslim olmuştu. Çelebi’nin telefonu incelenmek üzere 19 Eylül’de İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne ulaştı. Telefon, TİB’in sinyal verilerine göre aynı gece 23:52:54 ile 23:54:05 dakikaları arası 1 dakika 23 saniye açıldı ve Emniyetin bulunduğu Vatan Caddesi Fatih Metro İstasyonu’ndan sinyal aldı. Bilirkişi raporuna göre, telefon hafızasının 392 numaralı sırasından başlayarak aynı tarih ve aynı saatte sırasıyla 139 numara kaydedildi.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün Organize Şube Müdürlüğü, 21 Aralık 2010 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdiği tespit tutanağında şu çarpıcı değerlendirme yer aldı: “Çalışmalar sonucunda Mahmut Oğuz Kazancı’nın telefonuna ait rehber bilgilerinin sehven Mehmet Ali Çelebi’nin telefonuna ait rehber dökümlerinin içerisine eklenmiş olabileceği değerlendirilmiştir.”
Çelebi’nin avukatı Celal Ülgen, ‘’emniyetin ekleme yaptığını itiraf ettiğini’’ söyledi.
Mehmet Ali çelebi hangi suçla yargılanıyor?
İkinci Ergenekon İddianamesinde, Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin, Ergenekon terör örgütünün talimatı ile Hizbut Tahrir örgütüne sızdığı ve bu kapsamda çalışmalar gerçekleştirdiği iddia ediliyor. Bunun Ergenekon’un naylon terör örgütleri kurma, mevcut terör örgütlerine sızma, kontrol altında tutma ve amacı doğrultusunda kullanma faaliyetlerine girdiği de belirtiliyor. Çelebi müebbet hapisle yargılanıyor.
Emniyet bunu nasıl belgeliyor?
Polis, Çelebi’nin cep telefonuna, Hizbut Tahrir örgütü mensuplarının telefonunu kayıt yaparak mahkemeye delil olarak sunuyor.
Peki, biz bu Ergenekon davasının adil yürütüldüğüne nasıl inanacağız?
Biz kime güveneceğiz?
Toplum nasıl temizlenecek?
Temiz Toplum nasıl yaratılacak?
Nusret Yılmazer
yilmazernusret@hotmail.com
ÜLKE GÜVEN BUNALIMINDA
Türkiye’de iktidar da muhalefet de güven vermiyor. Elbette iktidar ve muhalefet partilerinin tabanı dışında kalan kitleler için.
Türkiye’de toplumun bir kesimi, buna ana muhalefet partisi ve tabanı dahil iktidara güvenmiyor. İktidarın hep bir arka planı var olduğuna inanıyor.
Ülkenin yaşam biçiminin değişeceğinden endişe ediliyor.
İktidar mensuplarının milli görüş tabanından gelmesi, milli görüşün ise Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyete sıcak bakmadığı biliniyor. Milli görüş lideri Necmettin Erbakan’ın bir dönem, ‘’bu rejim değişecek. Bu değişiklik sert mi olacak, yumuşak mı; kanlı mı olacak, kansız mı, o belli değil’’ dediği henüz hafızalardadır.
Ayrıca yine dini kesimin önderlerinden Fettullah Gülen’in kendi taraftarlarına; ‘’bu rejime sert muhalefet yapmayın. İktidara gelin ve bütün kurumları elinize geçirene kadar sesinizi çıkarmayın’’ dediği de yine basına yansıyan konuşmalardandır.
Başbakan Erdoğan’ın ‘’demokrasi bizim için amaç değil araçtır’’ sözü de yine laik kesimi tedirgin eden, güvensizlik yaratan bir konuşmadır.
Ayrıca zaman zaman bazı AKP’lilerin dile getirdiği, laik yaşam tarzını etkileyecek söylemeler de AKP’de güven bunalımına neden olmaktadır.
Türkiye’de AKP hükümeti iktidar oldu. Ülkede bürokrasi, polis, YÖK, Cumhurbaşkanlığı ve daha pek çok kurum iktidarın elinde, ya da yandaşı. Yargı’yı da bu alana kanalize etmek doğrultusunda çalışmalar devam ediyor. Son günlerde yaşanan siyasi krizin nedeni budur.
Yani demokrasinin üçayağı olan Yürütme AKP’dir. Yasama denilen Meclis, ezici çoğunluktan dolayı AKP’nin elindedir ve muhalefet pek etkili olamoyor. Yargı’da mücadele devam ediyor. Henüz tam olarak AKP hakim değil. ‘Yüksek yetkili Anayasa Mahkemesi’ ile bu hedefleniyor.
Dördüncü kuvvet denilen basın ise teslim olma aşamasında. Etkili muhalefet olan bir Doğan grubu vardı. O da başbakanın etkili baskısı sonucunda yavaş yavaş hükümetin çizgisine yaklaşıyor. Tabiri caiz ise yola geliyor.
Bütün bunların üstüne bir de AKP hükümetinin içki ile ilgili çıkardığı yasayı düşünün. Hükümetin tabiri ile ‘’içkiye erişmeyi zorlaştıran’’ yasa çıkarmak ve Ankara’da polisin yaptığı içkili yerlerdeki denetimler, ailesi ile birlikte çocukların bu yerlerde bulunması üzerine yapılan baskılar…
Bütün bunlar ana muhalefet ve tabanı ile birlikte iktidar gibi düşünmeyen herkesi rahatsız ediyor.
İktidarın oy oranı %50 bile olsa, geri kalan %50 bundan rahatsızlık duyuyor.
Peki, bu oranda bir rahatsızlık varsa neden iktidara gerekli siyasi ders verilemiyor? Seçimlerde muhalefet neden başarılı olamıyor?
Birincisi, geri kalan %50 örgütlü değil ve ana muhalefet partisinin tabanı değildir.
İkincisi, ana muhalefet partisinin de bu kitleleri örgütleyecek parti programı, kadrosu, ve kapasitesi yoktur.
Böyle bir durumda ana muhalefet partisinin çok iyi örgütlenmesi, çok organize çalışması ve geri kalan %50’ye güven vermesi gerekir.
Daha düne kadar, ana muhalefet partisi bu ülkede sık sık darbe yapan orduya sahip çıkıyor, askerlerin sözcülüğünü yapıyordu. Henüz burada tam olarak netleşme de yoktur. Parti içinde bir kanat halen Ergenekon denen oluşuma sahip çıkmaya çalışıyor.
Ana muhalefet partisi yargı mensuplarına kesintisiz sahip çıkıyor. Oysa yargının önemli yanlışları ve eksikleri vardır. Ana muhalefet bu eksiklik ve yanlışlıkları sıralayacak, eleştirecek ve bağımsız bir yargının oluşmasını bundan sonra isteyecektir.
Ana muhalefet bunu yapmayınca kitlelere güven veremiyor, kendi söylemleri de inandırıcı olmuyor.
İktidar da muhalefetin bu yanlışlarını dile getirerek toplumda haklılık kazanıyor, destek buluyor.
Bir diğer eksik; ana muhalefet partisinde yönetim değişikliği oldu, söylemler değişti ama disiplinli ve organize bir parti görünümü yok.
Tabiri caiz ise her kafadan bir ses çıkıyor ve bu sesleri toparlayacak bir üst ses yok. Tüm seslere destek veren ama içi boş söylemeler dile getiriliyor.
Ana muhalefet dersine iyi çalışmamış bir öğrenci konumunda. Sürekli bir şeyler söylemek yerine; ne söylenmeli, nasıl söylenmeli, kimler söylemeli üzerine çalışılmalı. Bir konu dile getiriliyorsa o konu üzerinde partinin yetkili birimleri çalışmış olmalı.
Sırf muhalefet yapmış olmak için konuşmak yerine, her konu ve konuşma özenle seçilmelidir. Çok laf etmekle iyi bir muhalefet yapılmış olmaz. Halk üzerinde etkili olmanın yolları ve yöntemleri vardır. Bu konuda onlarca kitap yazılmıştır. Muhalefet bu kitaplardan ve konunun uzmanlarından yararlanmalıdır.
Ana muhalefet acemi politikacı görüntüsü vermekten acilen kurtulmalıdır.
İktidarın bu kadar yanlışına rağmen muhalefet etkili olamıyorsa kendi eksiklerini görmelidir. Yeni kadrolar oluşturulurken buna dikkat etmek gerekirdi.
Yarın seçimlere giderken, kitlelerin karşısına çıkarılacak milletvekili adaylarında da aynı zaafın görüneceği kuvvetle muhtemeldir.
Bu anlayışla seçim kazanmak mümkün olmaz.
Bu ülke bizim, çocuklarımızındır. Gelecek adına üzülüyoruz.
İktidar da muhalefet de kendi yanlışlarını ve eksiklerini görmek istemiyor.
Nusret Yılmazer
yilmazernusret@hotmail.com
EŞKİYALIK
Türkiye’de siyaset bir türlü rayında gitmiyor. Güçlü iktidar dönemlerinde, muhalefetin yetersiz kaldığı zamanlarda iktidarların demokrasi anlayışının yok olduğunu, kendisi gibi düşünmeyen herkesi demokrasi dışı gördüğü hep görülmüştür.
İktidarlar mecliste çoğunlu elinde bulundurmakla her şeyi yapabileceklerini düşünmekteler. Kendisine yarattığı ‘’yandaş medya’’ ve ‘’yandaş sivil toplum örgütlerini’’ kullanarak, ‘bakın medya ve sivil toplum örgütlerini dikkate alıyoruz, onlara danışıyoruz’ diyerek halkı yanılttığı da görülmektedir.
Elbette her ülkede iktidarın yaptıklarını doğru bulan, destekleyen basın ve sivil toplum örgütleri olacaktır. Hele belli bir çoğunlukla iktidara gelmiş ise, iktidarın yandaşının fazla olması da doğaldır.
Buna rağmen demokrasilerde olması gereken, iktidar gibi düşünmeyenlerin düşüncesini almak, bu toplum kesiminin taleplerini de dikkate almak, onların ihtiyaçlarını karşılamaktır.
Yoksa ‘ben yaptım oldu, bakın toplumun çoğunluğu tarafından da destek görüyorum’ demek demokrasi değildir.
Bunun için demokrasi, çoğunluğun isteklerinin olduğu değil, azınlığın haklarının korunduğu rejimin adıdır.
Türkiye’de son bir hattadır yine ortalık karıştı. Meclis Anayasa Komisyonu’nda CHP’li üyelerin konuşturulmamsı üzerine gerginlik yaşandı. CHP’li üyeler komisyondan istifa etti.
Hükümet, (yani komisyon başkanı) tek bir önerge verme ve tek bir konuşma hakkı kısıtlaması getirdi. O da beş dakika ile sınırlandırıldı.
Daha önce bir madde üzerindeki görüşmeler altı saat sürmüş, sonraki maddelerin de bu kadar uzun sürmemesi için iktidar böyle bir tedbir getirmiş görünüyor.
Yine bizdeki uygulama, daha çok iktidara iş yaptırmama, geciktirme anlayışı üzerinden muhalefet yapıldığından, iktidar da bu yollara başvurmaktadır.
Muhalefet daha çok önerge vererek, konu üzerinde daha çok konuşarak zamanı uzatır. İktidar ise bir an önce bu tasarı geçsin ister.
Burada her iki tarafın uygulaması da yanlıştır.
Muhalefet yanlış bulduğu konularda elbette eleştiri getirecektir. Konuyu ne kadar önemli görüyorsa o oranda konuşacak, önerge verecek ve tepki gösterecektir. Elbette bu konuda nelerin getirilip, nelerin yok olduğunu, ülkeyi bekleyen tehlikeleri işaret edecek ve bu konuda toplumu uyaracaktır. Muhalefetin görevi iktidarın ülkeye zarar vermesini önlemek, bir nevi iktidara yanlış yaptırmamaktır.
Muhalefetin bu amaçla yaptığı her çalışma kuşkusuz doğrudur. Ama bu her konuda, aynı derece tepki vererek yapılmaz. Konuların ve gündemlerin önemine göre tepkiler verilir. Sadece geciktirmek amaçlı da davranılmamalı, konunun önemi üzerinde durulmalıdır. Aksi takdirde muhalefetin konuşması da uzatma talebi de amacının tersine toplumda karşılık bulmaz. Toplum ‘zaten bunlar önemli bir şey konuşmaktan ziyade, bir şeyler konuşmuş olmak, sırf muhalefet olsun diye davranıyorlar’ diye düşünür.
Muhalefet bir konu üzerindeki görüşmelrei ne akdar uzatırsa zatsın, gerek mecliste ve gerekse komisyonlarda iktidarın ezici çoğunluğu olduğundan, her madde zaten geçecektir. Bu anlamda iktidarın muhalefete hoşgörülü davranmaması da doğru değildir.
Muhalefet Adalet Komisyonu’ndan istifa edince; ‘’bizi burada konuşturmuyorsunuz, bizim de mahalle mahalle, sokak sokak direnme hakkımız doğuyor’’ mealinde sözler etmeye başladı.
İşte kızılca kıyamet de buradan koptu.
Başbakan, ‘’siz eşkıya mısınız’’ diye sorgulamaya başladı.
Muhalefetin bir derdi var. Her ne kadar kendi derdini yeterince anlatamıyorsa da bir sorun yaşıyor ve konunun kendince çok önemli olduğunu biliyor, bunu kamuoyuna anlatamıyor. Anlatabilmek için istifa ediyor.
İktidar tınmıyor, kendi üyeleri ile komisyondan geçiriyor ve meclis genel kuruluna gidecek. Orada da iktidarın çoğunluğu olduğundan kanunlaşacak.
Muhalefet aciz içinde bu sözleri söylüyor.
Muhalefetin bu sözleri söylemesi ne kadar elzemdir, gereklidir bu tartışılır. Ancak hükümetin başkanının da bu üslupla konuşması çok gerekli ve elzem değildir.
Muhalefet iktidara ‘ülkeyi satıyorsun, rejimi değiştiriyorsun’ diyor. İktidar ise muhalefete ‘siz darbecisiniz, statükocusunuz, eşkıyasınız’ diyor.
Yanlışlar birbirini tetikliyor. İktidar ile muhalefet ciddi güven sorunu yaşıyor.
Güvensizliğin nedenlerini ve örneklerini bir sonraki yazımızda ele alalım.
Nusret Yılmazer
yilmazernusret@hotmail.com