30 Mart 2017 Perşembe

GÜDÜLMEYE GÖNÜLLÜ OLMAK

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan saraydaki bir konuşmasında çobanlık üzerine konuştu ve “kimse çobanlığı küçümsemesin. Çobanlık çok önemli bir meslektir. Bir sürüyü dağa yaymak, onları iyi gütmek ve yönetmek çok önemlidir. Ben iyi bir çobanım” demişti.
Bir ülkenin en üst yöneticisi böyle söyleyince, o ülkedeki insanlar da, bu bakışa göre koyun olur, sürü olur. Çoban bu ülke koyunlarını güdüyor olur.
Oysa bizler koyun değiliz. Biz güdülmüyoruz. Dünyanın hiçbir ülkesinde yöneticiler kendini çoban, ülkede yaşayan insanları da koyun ve sürü görmez. Bir yönetici çıkıp böyle bir konuşma yapsa ülke insanları da buna karşı çıkar, koyun olmadıklarını gösterir.
Hangi ülkelerde bu tür bir idare yöntemine insanlar ses çıkaramaz?
 Birincisi diktatörlüklerde toplum pek ses çıkaramaz. İçlerinden tepki duysa da diktatörle başa çıkamayacağı korkusu toplumu sessizliğe büründür. Ancak ülkemizde toplumun büyük bir kesimi diktatör tarafından yönetildiğimizi düşünmüyor.
Geriye ikinci alternatif kalıyor. O da toplumun büyük bölümü güdülmeyi kabulleniyor. Yani başımızdaki ne derse o. İnsanların bir varlık göstermesi mümkün değil. Her konuda her şeyin en iyisini, en doğrusunu çoban bilir. Hangi yaylada otlanacaksa toplum, çoban onları o yaylaya yönlendirir. Çoban kavalı çalar ve koyunlar arkasından gider.
Burada bile çobanın koyunları kurtlardan koruma görevi vardır. Ama bizim çoban bütün kurtları etrafımıza topluyor. Toplumu bütün kurtların saldırısına açık hale getirdi.
Bana kalırsa bizim toplum ne tam olarak sürüdür ne de tam olarak insandır. Yerine geldiğinde saldırıya geçirilebiliyor. Kalkan olarak kullanılabiliyor. Oysa hiçbir sürü çobana karşı kalkan olarak kullanılamaz. Sürünün olduğu yerde çoban kurtların hedefi olamaz. Kurtların hedefi hep koyunlardır. Ve çoban herhangi bir saldırıda koyunların kendisini korumasını sağlayamaz. Çünkü koyunlar korkar ve kaçarlar. Öyle durup kalkanlık görevi yapamazlar. Hele saldırıya hiç geçmezler.
Çoban hiçbir zaman sürü ile dalga geçmez, Sürünün dalga geçilecek bir aklı olmaz zaten. Sürü her zaman beslenecek ve sütünden etinden faydalanılacak bir varlıktır.
Bizde toplumun aklıyla bizzat yöneticiler dalga geçiyor. Bakın Adalet Bakanı Bekir Bozdağ neler demiş? Konu Cumhurbaşkanının meclisi fesih etmesi. Yani meclisin görevine son vermesi ve bunun sonunda yeni seçimlerin yapılmasını sağlayarak farklı bir meclisin, yeni meclis üyelerinin seçilmesinin sağlanmasıdır. Yani meclis seçimlerinin yenilenmesi demek, mevcut meclis üyelerinin görevine son vermek demektir. Yani o meclisin görevine devam edememesi demektir. Bunun adı da fesihtir. Meclisin kendi iradesi dışında görevine son verilmesi.
Cumhurbaşkanı dedi ki yok, “mevcut değişiklikte Cumhurbaşkanının böyle bir yetkisi yoktur. Bulsunlar Fesih yetkisini ben istifa edeceğim.”
Etrafındaki zevata da bunu savunmak düşüyor ama çok zorlanıyorlar. Başbakan TV’lerde diyor ki Cumhurbaşkanı meclis seçimlerini yeniliyor, fesih etmiyor. Fesihi sadece darbeler yapar. Biz fesih yetkisi vermiyoruz, seçimleri yenileme yetkisi veriyoruz. Madem öyle eski meclis görevine devam mı ediyor. O görevine devam ederken yeni meclis üyeleri de seçilip birlikte mi görev yapıyorlar? Yok, eski meclis üyelerinin görevi sona eriyor. Kim sona erdiriyor? Cumhurbaşkanı. Yani Meclisi fesih etmiş oluyor.
Bekir Bozdağ Twitter’da maddeler haline bunun böyle olmadığını anlatırken komik duruma düşüyor ve hakikaten toplumun aklıyla alay ediyor.
1) “Anayasa değişikliği paketinde Cumhurbaşkanı'nın TBMM'yi fesih yetkisi yoktur; sadece TBMM seçimlerini yenileme yetkisi vardır.
2) "Fesih" ayrı şeydir, "seçimlerin yenilenmesi" ayrı şeydir. "Fesih" ile "seçimlerin yenilenmesini" aynı saymak/göstermek, bu gerçeği değiştirmez.
3) TBMM'nin feshi, TBMM'nin ve TBMM üyelerinin görevini sonlandırır. Yani; feshedilen Parlamentonun ve milletvekillerinin görevi sona erer.
4) Seçimlerinin yenilenmesi, TBMM seçiminin yenilenmesidir. Bu halde TBMM'nin de milletvekillerinin de görevi sona ermez; devam eder.
5) Feshedilen parlamentonun görevi, sona erer. Seçimleri yenilenen parlamento ve vekillerinin görevi ise yenileri seçilene kadar devam eder
6) Bu nedenle Anayasa'da, "fesih" kavramı yerine "seçimlerin yenilenmesi" ibareleri, bilinçli olarak kullanılmıştır.
11) Kemal Kılıçdaroğlu'nun ve ekibinin konuyu çarpıtması, bu hakikati değiştirmez.”
Bekir Bozdağ bile Fesih yoktur derken kaç kez fesih diyor. Bu insan aklıyla alay etmek değil de nedir? Hükümet zam kelimesini de gündemden çıkarmıştı, onun yerine fiyatların güncellemesi diyor. İyi de böyle olunca ekmek fiyatı artmış oluyor mu? Oluyor.
Bu, olsa olsa ağanın lafının üstüne laf söylenmesini istememek demektir. Ağa öyle demişse öyledir. Ağa ne derse odur.

Toplum güdülüyor mu, yönetiliyor mu, bu referandumda ona karar verecek. Bu söylemler bana sadece bunları düşündürüyor. 

28 Mart 2017 Salı

KİM YALAN SÖYLÜYOR?

Hem Cumhurbaşkanı, hem de Başbakan ana muhalefet lideri Kemal Kılıçtaroğlu’nu yalan söylemekle suçluyorlar. Hem de öyle böyle değil.  Hemen her gün birkaç defa yaptıkları konuşmalarda Kılıçdaroğlu’nu saldırıyorlar, Kılıçtaroğlu’na yalan makinesi diyorlar.
Kılıçtaroğlu’nu yalan söylemekle suçladıkları konunun başında anayasa değişiklik metninde Cumhurbaşkanının Meclisi fesih yetkisinin olup olmaması geliyor.
Cumhurbaşkanı istediği kadar yardımcıyı atayıp atamayacağı meselesi var.
Cumhurbaşkanının muhtarları görevden alması, işadamının işyerini kapatma yetkisi vs.
Bunlar getirilmek istenen anayasa değişikliği ile ilgili konular. Bir taraf evet çıksın diye destek isterken kendi tezlerine destek için aşırı beyanlarda bulunurken, diğer taraf da kendi tezinin anlaşılması için bazı abartılı örnekler veriyor.
Bunlar makul bir şekilde söylense belki kabul edilmesi daha kolay olur ama iş hakaret boyutunu geçiyor bile. Böyle olunca da hoş, anlaşılır olmaktan öte, çirkin ve incitici oluyor.
Peki, gerçekte kimler bu süreçte yalan söylüyor, halkı kandırıyor?
Mesela Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan diyor ki; “Meclisten idam yasası geçsin benim önüme gelsin, ben hemen onaylayıp yürürlüğe koyacağım. Çünkü 15 Temmuz darbesinde bizim 250 insanımızı katledenleri affetme yetkimiz yok. Bu konuda Başbakan olumlu bakıyor, Sayın Bahçeli olumlu bakıyor. Peki, Kılıçtaroğlu ne düşünüyor, o da düşüncesini açıklasın.”
Bu söylemde doğru olmayan, halkı aldatmaya yönelik bir içerik var.  Birincisi; bütün hukukçuların açıkladığı gibi,  Sayın Cumhurbaşkanı da biliyor ki, bugün meclisten idam kararı çıksa 15 Temmuz darbecilerine uygulanamaz. Hiçbir kanun geçmişte işlenen suçlara uygulanamaz. Yani 15 Temmuz darbecileri ve FETÖ’ye, çıkacak idam cezası uygulanamaz.  Madem durum böyle Cumhurbaşkanı niçin böyle bir açıklama yapıyor?
Bir başka örnek; Cumhurbaşkanının internette bir konuşma videosu var. Bunu Kılıçtaroğlu meclis grup konuşmasında da yayınladı. Recep Tayyip Erdoğan BeyazTv’de konuşuyor. “Dönem 1970’li yıllar. Yani 1980 öncesi, siyasetin hararetli olduğu yıllar. Biz de siyasi çalışma yapıyoruz. Büyük kızım beni göremiyor, sitem ediyor. ‘Babacığım bir geceni de bize ayır’ diye kapıya not yazmış.”
Kemal Kılıçtaroğlu da diyor ki; “Recep Tayyip Erdoğan’ın büyük kızı 1983 doğumlu. Yani 1980 öncesi dünyada olmayan bir kız çocuğu kapıya not yazmış. Bir Cumhurbaşkanı hiç yalan söylememeli ama hiç değilse çocukları üzerinden yalan söylememeli.”
Recep Tayyip Erdoğan bir şey daha yapıyor. Kemal Kılıçtaroğlu’nu SSK’yı batırmakla suçluyor. Beceriksiz diyor. O günlerde hastane kuyruklarını ilaç kuyruklarını örnek vererek suçlamalarını pekiştiriyor, onu beceriksiz gösterip, küçük düşürmeye çalışıyor.
Birincisi, SSK’daki başarı veya başarısızlık kime aittir? Genel müdüre mi, yoksa siyasi iktidara mı? Eğer genel müdüre aitse; bugün SSK ve hastanelerdeki gelişmelerden siyasetçi olarak niçin kendisine pay çıkarıyor? Yok, eğer sorumluluk bakanların, hükümetin ise,  niçin o günün genel müdürünü, Kılıçtaroğlu’nu suçluyorlar?
İkincisi eğer o dönemde sahiden genel müdür olarak Kılıçtaroğlu suçlu ise, 15 yıllık iktidarlarında niçin bu suçları açığa çıkarıp savcılara vermediler?
Üçüncüsü; Kılıçtaroğlu diyor ki; “gelin bu konuları istediğiniz TV’de tartışalım, konuşalım.” Niçin bu yapılmıyor?
Anayasa referandumunda Cumhurbaşkanı’na meclisi fesih yetkisi ise Ak Parti’nin hazırladığı referandum kitapçığında zaten var. “Fesih yetkisini Cumhurbaşkanı nasıl uygular” diye açıkça yazılmış. Bunun söyleyen ana muhalefet lideri hangi yüzle yalan söylemekle suçlanır onu anlamak basit ama zor. Cumhurbaşkanının meclisin görevine son verip meclisi seçime götürmesinin kelime anlamı nedir? Bu arada Cumhurbaşkanlığı seçiminin de yenilenmesi bunun adını değiştirmez.
Cumhurbaşkanının muhtarları görevden alması veya işadamının işyerini kapatma yetkisine gelince; o daha şimdiden uygulanıyor. Bugün dahi kararname ile birçok şirket kapatılıyor, sahiplerinin de mallarına el konuluyor. Bırakın muhtarı, belediye başkanları görevden alınıyor. Bugün bunları yapan, yarın tam yetkili Cumhurbaşkanı elbette daha fazlasını yapabilir. Yalan bunun neresinde?
Cumhurbaşkanının ne kadar yardımcı atayacağı konusu anayasada belirlenmemiş. O halde ne kadar yardımcı atayacağını kim bilebilir. Bir sınırlama getirilmemiş ise bunu ancak o günün koşullarında ilgili Cumhurbaşkanı bilir ve uygular. Bunları söyleyen ana muhalefet partisi liderini yalancılıkla suçlamak hiç doğru değil.
Cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanlar toplu açılış töreni adı altında, devletin uçaklarıyla, olanakları ile siyasi çalışma yapıyorlar.  Sahiden bunların %90’ında bir açılış falan yok. Mesela 27-3-2017 de Beylikdüzü’nde ne bir açılış vardı, ne de toplusu. Sahiden bu da başka bir yalan ve haksızlık, hukuksuzluk değil mi?
Bir de bu siyasilerin eski konuşmaları ile bugüne kadar yaptıkları konuşmalarını bir dinleyelim bakalım, sahiden hangisi daha çok ve büyük yalanlar söylemiş?
Ve Kılıçtaroğlu diyor ki; “gelin bu referandumu da TV’lerde tartışalım. Ben bilmiyorsam, yalan konuşuyorsam beni mahcup edin, yalancılığımı halkın önünde ispatlayın. Öyle meydanlarda, elinizdeki TV ve gazetelerde tek taraflı karalama yapmayın.”

Sahi, niçin bu siyasiler TV’lerde yüz yüze tartışmaz acaba?

27 Mart 2017 Pazartesi

YENİ VE DEMOKRATİK BİR ANAYASA İSTİYORUM

7 Haziran 2015 seçimlerinde tek parti hükümeti oluşmadı. Cumhurbaşkanı hükümeti kurmak için ikinci partiye görev dahi vermedi. Burada anayasaya uymayan, demokratik geleneği uygulamayan Cumhurbaşkanına kimse bir şey diyemedi.
“Güçlü liderlik!” istikrarı sağlamak için yeniden seçime gitti.  Neden?
“Koalisyon ülke için tehlike demekti, kötü yönetim demekti!” Koalisyon kurulmamalı, yeniden seçime gidilerek, , ne yapılıp edilmeli Ak Parti tek başına hükümeti kurabilmeliydi. Çünkü tek parti iktidarı istikrar demekti”.  Bunun için ne gerektiyse, o yapıldı.
Peki, o günden sonra ne oldu?
Çözüm süreci birden bire sona erdi. Birden bire terör hortladı.  Daha çok gözyaşı, daha çok kan aktı. Ve milliyetçiliği ayaklar altına alanlar, milliyetçiliğe sarıldı.
HDP ile görüşmeleri bitiren hükümet MHP ile yakınlaştı.
Eski siyasi ortak F. Gülen ile ilişkiler bozulmuş, güç paylaşımı kavgası başlamıştı. 15 Temmuz darbe kalkışması yaşandı.
Bütün bunlar gösterdi ki; artık tek parti hükümetinden de öte, tek adam iktidarı yaratmak gerekiyordu. Seçim kazanmış, başbakan olmuş, parti lideri istifa ettiriliyor, yerine daha mülayim biri getiriliyor ama yetmiyor. Çünkü partide, büyük liderden başka bu ilişkileri yönetecek kimse olamazdı.
Bunun için hiç gündemde yokken Devlet Bahçeli aracılığıyla, anayasayı değiştirme gündeme getirtildi. Şimdi MHP ile koalisyon kuruluyor. Eğer halk uygun görürse  “güçlü lider”  dönemi başlayacak. Ve bundan sonraki bütün Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde koalisyon olmazsa olmaz olacak. Çünkü hiçbir zaman bir parti %51 oy almadı, alamaz.
Yani koalisyon kaçınılmaz. Ama onlar buna koalisyon demiyor, uzlaşma diyor.
İyi de 15 yıldır güçlü parti, güçlü liderlik yönetti bu ülkeyi! Tek adam kime, ne uygun gördüyse onu vermişti zaten. Terör bitti mi? Yüzlerce canımız yok oldu, gelecek açısından ülke beka sorunu yaşıyor durumdaymış.
Ekonomi rayında mı? Krizin büyüğünü yaşıyoruz.
İşsizlik bitti mi? Fabrika yapmadık. İnşaat, yol, köprü, tünel yaptık. Onlar bitti, insanlar işsiz. İstikrar sıfır.
Gelir dağılımında eşitlik sıfır.
Gelecek endişesini bütün zamanlardan daha çok yaşıyoruz.
Güçlü ülkenin güçlü parası olur. Bizim paramız pul oldu.
Adalete güvenen var mı? Bizi bırak dünyada inanan kalmadı.
Eğitim, öğretim, bilim gelişti mi? Yüz yıl öncesine gitmek için uğraşıyoruz. Matematik, fen teknoloji yok sayılıyor. Eğitimsiz vatandaş daha çok değerli oldu!
Bütün bunlar olmayınca huzurumuz yok oldu.
Şimdi bize “anayasa değişikliği ile güçlü liderlik gelecek, terör bitecek” diyorlar. Güçlü Türkiye gelecek diyorlar.
“Biz çok geliştik, dünya bizim gelişmemizi istemiyor. Onun için hainler hayır diyor” diyorlar.
Sahiden hangi alanda güçlendik?
Anayasa değişirse güçlü liderlik yukardaki hangi alanda bizi daha iyiye götürür?
Avrupa ülkeleri bakanlarımıza ülkelerinde miting yaptırmıyor diye kızıyoruz, onları faşistlikle suçluyoruz. Ama bizde hayır yönünde çalışma yapanlar gözaltına alıyoruz. Hayır, çalışması yapanlara salon verilmiyor, her türlü engellemeyi yapıyoruz.
Vatandaşımız ülkesinde fikrini açıklayamaz, bu yönde çalışamaz olmuş. Korku var korku, vatandaş devletinden, hükümetinden korkuyor.
Kendinden olmayanı dinlemeyen, hain, terörist ilan eden bir anlayışa, denetlenmeyen bir yetki vereceksin.
Kendinden olup suç işleyeni, ötekine saldıranı suçlu görmeyen, cezalandırmayan bir düzene evet diyeceksin.
4 milyon Suriyeliyi ülkene almışsın. Kendi vatandaşın onların yanında 2. Sınıf yurttaş olmuş, bunu görmeyeceksin. 
Güvenmem için bütün güvenceleri yok ediyorsun, bana güven diyorsun.
İşine geleni değiştire değiştire yamalı bohçaya dönmüş anayasaya yeni ve çirkin bir yama yapıyorsun. Sıfırdan yeni ve demokratik bir anayasa yapmıyorsun. Sadece yönetenleri yargılanmaktan kurtaracak yamalı anayasa ile bana güçlü Türkiye hikayesi anlatıyorsun.

Ben bu sistemden memnun değilim, değişsin istiyorum ama yöneteni değil; seni, beni, onu; herkesin hukukunu koruyan, güvenceye alan yeni bir anayasa. Adil bir anayasa, kurumları ve herkese eşit kuralları olan, yeni bir anayasa istiyorum.

23 Mart 2017 Perşembe

E 5 E SIFIR İNŞAATA KİMSE DUR DİYEMİYOR

Bu yazımız E 5 kenarında, yolun Esenyurt tarafında, bu yola sıfır yapılan bir inşaata kimsenin karşı çıkamaması ile ilgilidir. Ranta dönüştürülemeyen arsaya şimdi cami yapılıyor. Nasılsa kimse karşı çıkamaz diye bir oldu bittiye getirilip, E 5 gibi önemli yolun üzerindeki bu küçük, daracık yeşil alan yok ediliyor. Kenti yaşanmaz hale getirenler, kentleşmeye darbe yapanlar, boylarından büyük laflar ediyor, Cumhuriyet’e darbe diyebiliyor.
Bizim ülkemizde eskiden beri yaygın olan bir yönetim şekli vardı ama bu son yıllarda daha bir yaygınlaştı. Görevlerini kötü icra edenler, büyük laflar ederek taraftarından maşallah alıyorlar, gündemde kalıyorlar. Her nasılsa güçlü olunca sorgulayan, karışan da olmuyor.
Bizde büyük lokma ye, büyük laf söyleme diye atasözü olsa bile bunu dikkate alana pek rastlanmaz. Adam büyük işler yapamayınca büyük laflar ediyor ve kendisinin gündemde kalmasını sağlıyor.
İstanbul’un şehircilik açısından en garabet ilçesi, en hukuk tanımazı, en çok beton yığını olanı, en sorunlu ilçesi hiç kuşku yok ki Esenyurt’tur. Şehircilik açısından tam bir vahamet olan bu ilçenin belediye başkanı Necmi Kadıoğlu geçen gün referandum nedeniyle bir toplantıda konuşurken, Cumhuriyetin kuranların Osmanlı’ya  darbe yaptığını ve bu ülkenin bir darbe sonucunu kurulmuş olduğunu söyledi. Sonradan ben öyle demedim dediyse de video kayıtları gayet net olarak ortadadır.
Bu ve benzeri söylemler Cumhuriyet Türkiye’sini içine sindirememiş olanların zaman zaman dile getirdiği görüşlerdir. Bunlar Osmanlı döneminde olsaydı belki hiçbir şekilde varlık gösteremeyen kişilikler olacaklardı. Ama Cumhuriyet Türkiye’si bunlara makam vermiş, mevki sahibi olmuşlar ama halen Cumhuriyetten haz etmiyorlar, memnun görünmüyorlar.
Bunun önemli bir sebebi kendilerine kayıtsız şartsız biat edecek bir toplum yaratma amacıdır. Malum bunlar için “en kıymetli insan eğitimi az, hatta okuma yazma bilmeyen insanlardır”. Bu lafı söyleyen bir üniversite hocasıydı ve bu lafı ettikten sonra YÖK denetleme kurulu üyeliğine getirildi.
Gelelim Necmi Kadıoğlu’nun belediye başkanlığına. Esenyurt, Gürbüz Çapan döneminde planlı bir kentleşme yoluna girmişti,. Dikey bir kentleşme içermeyen, sitelerden oluşan, alt yapısı hazırlanmış bir kent olma yolunda ilerliyordu.
Oysa günümüzde, Başkan Kadıoğlu’nun deyimiyle “Esenyurt en fazla rant kazandıran kente dönüştü. Arsalar dün kaç paraydı, bugün kaç para?”  Esenyurt’un rant merkezi olması bizatihi başkanın iftiharıdır. “Esenyurt’ta arsa fiyatları yükseldi, Esenyurt halkı kazandı, biz de kazandık” diyor başkan Kadıoğlu. Esenyurt, zemin uygun olmasa bile alabildiğine dikey yapıların, topraktan biter gibi yükseldiği acayip çirkin ve beton yığını görüntüsü bir kent halini aldı. Daracık sokakları, iç içe girmiş binalar, her gün onlarca olayın yaşandığı, en güvensiz kentlerin başında geliyor.
Öyle alt yapı falan düşünülmüyor. Ne kanalizasyon ne de yol sorunu dikkate alınıyor. Nüfusu bir milyona doğru giden, buradaki inşaatlar dolduğunda E 5’in ve diğer yolların taşıyamayacağı kadar yoğun bir insan topluluğu burada yaşıyor olacak. Kentin değeri ;yaşam standardı, geniş caddeleri, büyük meydanları, temiz havası, gürültüsüz ve huzurlu olmasıyla ölçülmüyor. Arsalarının getirdiği rantla ölçülürlür oldu.
İstanbul Kent Şurasında konuşma yaparak İstanbul’un bu hale gelmesinde, müteahhitleri İstanbul’a ihanet etmekle suçlayan Cumhurbaşkanımız, bu toplantıdan bir hafta önce Esenyurt’ta konuşma yapmıştı ama bu şehrin yapılaşması ile ilgili tek bir söz etmemişti.
Şimdi bu Esenyurt belediye başkanı Necmi Kadıoğlu E 5 kenarında, Bahaus’un üst tarafında, Bey kop’un önünde E 5 gibi, kentin ana damarı, hatta ülkenin ana damarı sayılan bu caddeye sıfır bir inşaat yapıyor. İnşaatı bizatihi belediye yapıyor. Öyle büyük bir inşaat değil, küçük bir inşaat.
Aslında alan inşaat yapılacak kadar büyük bir alan değil. E 5 ile Bey kop binaları arasında daracık bir yeşil alandır. Bey kop kooperatifinin yeşil alanı. Ama Necmi Kadıoğlu kafasına koydu, yapacağım dedi ve yapıyor. Kimse de buna dur demiyor, diyemiyor. Çünkü yapılan inşaat bir cami inşaatı. Kim karşı çıksa hemen suçlama hazır, “siz zaten camiye karşısınız”. Herkes bundan çekindiği için kimse bir eleştiri getiremiyor.
Oysa burası E 5 gibi bir ana arter kenarı. Bu ana yol genişleyebilir. Havai hatlı bir sistem gelebilir, kentin depremde toplanma alanına ihtiyaç var. Yarın depremde bu caminin minaresi yıkılsa E 5 kapanabilir. Bunlar kimsenin umurunda değil.
Necmi Kadıoğlu neden buraya Cami yapmayı kafasına koymuş?
Bir dönem Beylikdüzü belediye meclisinde bir konu görüşülmüştü. Ezanların yüksek volümle okunmasından dolayı, ses volümünün ayarlanması gündeme gelmiş ve biri Bizimkent’te oturan, 2 CHP’li meclis üyesi bu konuda konuşmuşlardı.
Kadıoğlu da, “Beylikdüzülüler ve Bizimkentliler ezandan hoşlanmıyor. O halde ben de E 5 kenarına bir cami yapayım, hoparlörlerini de Bizimkent’e çevireyim de onlara ezan dinleteyim” demişti. Bu anlayışla cami yapılınca ortaya da böyle bir durum çıkıyor.
Birincisi; burası cami yapımı için uygun bir alan değil, daracık, küçük bir alan. İkincisi; E 5 kenarında kimlerin bir camiye ihtiyacı var. Zaten E 5’in Beylikdüzü tarafında çok büyük bir cami var. Esenyurt tarafına illahi cami yapacaksan daha uygun bir yere yap.  Bu daracık yeşil alana cami yapmanın ne manası olabilir?
Bir zamanlar buraya başka inşaat yapılacaktı. Sivil toplum örgütleri burada eylem yaptı ve burası birilerine verilemedi. Madem burası ranta dönüştürülemedi, “bu güzel küçük yeşil alana cami yapayım da bakalım ses çıkarabiliyor musunuz” dedi ve bu cami inşaatına başladı.
Haydi, yapıyorsun bari yoldan on metre içeri çek, öyle başlat inşaatı. E 5 kenarında yarım metrelik bir kaldırım var yok, işte bu kaldırıma sıfır inşaat başlamış ve inşaat hızla yükseliyor.

Hiç kimse de buna dur diyemiyor.

































21 Mart 2017 Salı

İĞNEYİ KENDİNE, ÇIVALDIZI KARŞIDAKİNE BATIR

İĞNEYİ KENDİNE, ÇIVALDIZI KARŞIDAKİNE BATIR
Bu bizim güzel bir atasözümüzdür. Birisine haksızlık yapmadan önce iğneyi kendine batır. Bak acısına dayanabiliyorsan, sonra çuvaldızı karşındakine batır derler.
TDK ise “başkasına zararı dokunacak bir davranışı yapmadan önce iyi düşün, kendi kendini eleştir” anlamında kullanılan bir sözdür. Yani kendisi en küçük bir sıkıntıya katlanamayan kimse, başkalarına çok büyük sıkıntı yaratmamalıdır.
Referandum sürecinde senin ülkende muhalefet yeterli çalışma yapamıyor. Baskılardan dert yanıyor. Toplantı yapacak birçok siyasiye salon verilmiyor. Toplantılar basılıyor, kavga, gürültü gırla gidiyor. Sen hükmet olarak bunlara sessiz kalıyorsun.
Hayır, yönünde çalışma yapanı gözaltına alıyor, içeri tıkıyorsun. Özgürlükleri kısmışsın. OHAL ilan edip yerli yersiz uygulama yapıyorsun. Kimse bana ne diyor diye bir derdin yok. Ama sen hep başkasına ahkam keseceksin, hakaret edeceksin.
Denktaş’ın 2004 de, Kıbrıs’ta sunulan Annan çözüm planını anlatmak için Türkiye’de toplantılar yapmasına izin vermeyen Türkiye, Avrupa’nın kendisine izin vermemesine demediğini bırakmadı. Adamın kendi ülkesi, istediğini konuşturur. Seni konuşturmuyorsa kendi başarısızlığın olarak gör.
Efendim “orada PKK’lılara gösteri izni veriliyor.”
İyi de orada izin alıp gösteri yapan insanlar onların kendi vatandaşları. Bir başka ülke vatandaşı değil ki.
Bizde diplomasi dili yok. Hakaret ve tehdit var. En son söylenecek sözü en başta söylersen olacağı budur.
Vizelerin kaldırılmasını görüşen Türkiye’den, diplomatları, bakanları sınır dışı edilen Türkiye’ye geldik. Gelişmiş ülkelere kafa tutmanın yolu senin onlara muhtaç olmamandan geçer. Herkesin herkese muhtaç olduğu dünyada sen daha çok muhtaçsan, dışa bağımlıysan, o zaman bilimde, sanayide ve teknolojide gelişmek zorundasın.
Sen eğitimini her geçen gün bilimsel temellerden uzaklaştırıyorsun. Dini eğitimi öne çıkaran, geliştiren bir eğitim anlayışın var. Sorgulayan eğitimi tercih etmiyorsun, biat istiyorsun. Okuma yazma  bilmeyeni en makbul vatandaş kabul eden sözde profesörü getirip YÖK denetleme kurulu üyesi yapıyorsun. O zaman nasıl gelişeceksin.
İşsizliğin almış başını gidiyor. 4 milyon işsizin var. Disk e göre 7 milyon. Sanayi yatırımların yok, yeni fabrikalar kurulmuyor. Bütün şirketleri yabancılara sattın. Onlarla da kavga ediyorsun ve onların gelip senin ülkende yatırım yapmasını istiyorsun. Gerçekçi olmamız lazım.  Sen onları tehdit ederek nereye varabilirsin?
Avrupalılar hepten haksız olsa bile ortada bir sorun var demektir ve bu sorunu en az zarla çözmek gerekir. Başta kabadayılık yapıyoruz, sonra bin pişmanlıkla işi kurtarmaya çalışıyoruz.
Türkiye Avrupasız olabilir mi?
Neden İsrail’iz olamadınız?
İsrail’e de demediğini bırakmadın. Adamın yüzüne karşı katil dedin. Siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz” dedin. Bizim de hoşumuza gitti de…
Peki, aynı dönemde ihaleleri İsrail’e vermeyi de ihmal etmedik.
Neydi bu bağırmaların amacı?
Nedir şimdi Avrupa’ya hakaret etmelerin amacı?
Bu milletin gururunu okşayıp iç politikada istediğimizi almak. Bütün mesele bu değil mi?
İç politikada başarılı olmanın kolay yolunu bulmuşuz. İçerde düşman yaratarak kendine güçlü bir taban yaratmayı başarıyorsun. Bunun da zemini bu ülkede var zaten.
Ülkenin yarısını hain ilan ettik, diğer yarısının oylarını garantiledik. Şimdi iç düşmanlar yetmedi, dış ülkelerle kavga ediyoruz, onları düşman ediniyoruz.
Ne için? İçerde referandumu kazanmak için.
Ya kaybettiklerimiz! Etrafımızdakiler, herkes düşman oldu. Ne üreteceğiz, kime satacağız, ihtiyaçlarımızı nasıl karşılayacağız? Güvenliğimizi sağlamak için silahı kimden alacağız?
Sadece gururumuzun okşanması yetmez. Hamasetle ülke idare edilmez. Akıl lazım, bilim lazım, teknoloji lazım. Adil ve demokratik kanunları olan, kurumları olan ülke olmak ve dünyaya güven vermek lazım.
Başarının ve huzurun sırrı buradadır.
“Yurtta barış, cihanda barış”

19 Mart 2017 Pazar

BİR ÜLKE DÜŞÜNÜN

Bir ülke düşünün, 15 yıldır büyük çoğunluğa sahip meclis gücüyle ülkeyi yöneten bir iktidar var. Kendi çıkardığı kanunları bile dikkate almayan, onları çiğneyen bir iktidara sahip.
Bir ülke düşünün, iktidara geldiğinden beri halkı sürekli bizimkiler ve ötekiler diye ülkeyi ayrıştırıyor ve iktidar olmayı başarıyor.
Bir ülke düşünün, iktidarın başındaki zat herkesi aşağılıyor, hakaret ediyor. Ana muhalefet parti liderine söylemediği kötü söz kalmıyor. Ama kendisi sürekli, kendisine seviyeli ve kibar davranılmasını istiyor. Ülkesinde halkın çoğunluğu bunu hiç garipsemiyor, bu davranışı onun hakkı olarak görüyor.
Bir ülke düşünün, 15 yıllık iktidar döneminde neredeyse satılmayan, özelleştirilmeyen kurumu kalmamış. Özelleştirilen, satılan kurumların parasının ne olduğunu bilen yok. Devlet fakirleşmiş ama her nasılsa vatandaşa ülkenin kalkındığı, geliştiği anlatılabiliyor.
Bir ülke düşünün, devleti yönetenler en çok yol, köprü, tünel, havaalanı yapmakla övünsün. Bu yatırımların büyük çoğunluğu yap, işlet devret yöntemiyle yapılsın. Ama yapılan köprüler kullanılmaya başlayınca, bu köprülerden geçen de geçmeyen de para ödesin. Devlet köprüden geçmeyen araç başına o köprüyü yapan firmaya servet değerinde para ödesin. Bunları yapan firmalar ceplerinden hiç para koymadan, banaklardan aldıkları kredilerle bu işleri yapsınlar ve devletten aldıkları paralarla da bu kredileri geri ödesinler. Haksız kazançlar elde etsinler. Ama o ülke halkı devletinin bu yaptığından gurur duysun,  hükümetine desteğini sürekli artırsın.
Bir ülke düşünün, 15 yıllık sürede eğitimi bilimden uzaklaşsın. Bilim okullarını, dini ağırlıklı eğitime, okullara dönüştürsün. Bilim gerilesin, okuma yazma gerilesin. Kendi dilinde okuduğunu anlama oranı dünyada en gerilere düşen ülkelerden biri olsun.
Bir ülke düşünün, 15 yıllık iktidar döneminde inşaattan başka alana yatırım yapmasın. Vatandaşın alım gücü kalmayınca, daire alımında kredi süresini 20 yıla çıkarsın. Ama İnşaat kilitlenince de işsizlik artsın, ekonomi durma noktasına gelsin.
Bir ülke düşünün, işsizlik oranı 4 milyonu bulmuş. Geniş tabanlı işsizlik 7 milyona ulaşmış. Yüz kişinin alınacağı işe on binlerce kişi başvuruyor. Ülkedeki her dört gençten biri işsiz, Emeklileri ikinci üçüncü bir işte çalışmadan geçinemiyor. Yaşamak için ölene kadar çalışmak zorunda.
Bir ülke düşünün, Bir kişi çalıştığında 1.400 TL asgari ücretle geçinmek zorunda. Emekli vatandaşının çoğunluğu 1.000 – 1.400TL maaş alıyor. Ama bu ülkede açlık sınırı bunun iki katı, yoksulluk sınırı bunun 4 katına çıkmış.
Bir ülke düşünün, 15 yıllık iktidar döneminde kavga edilmemiş ülke kalmamış. Komşu ülkelerin devlet adamları aşağılanmış.  Hakaretler edilmiş. “Sen kimsin ki benim muhatabım olasın, haddini bil” bile denilmiş. O ülkenin kurucusunun şiarı olan “Yurtta barış, cihanda barış”  politikası terk edilmiş. Hemen bütün ülke yönetimleri ile kötü olunmuş. 15 yıllık yönetimin sonucunda liderlerinin gideceği komşu ülke kalmamış, ancak en uzak fakir ülkelere gidilebiliyor olmuş.
Bir ülke düşünün, 15 yıllık iktidarının sonunda ülkesine çağ atlatacak tek bir yatırım yapmamış, teknolojide ve sanayide gelişmemiş, ülkesindeki halk yoksullaşmış ama o ülkenin 15 yıllık iktidardaki lideri kendisini asrın lideri saydırabilmiş.
Bir ülke düşünün, 15 yıllık iktidarın lideri, ülkeye barış getireceğim, terörü bitireceğim ve ülkeye huzur getireceğim diye 3 yıl süren barış süreci, çözüm süreci yaşatmış. Bu sürecin sonunda canı sıkılmış ve barış sürecinden vaz geçmiş. Ülkenin bir bölümünde iç savaş yaşanmış, bu savaşta yüzlerce insanını kaybetmiş. Oralar yaşanmaz hale gelmiş. Ve o lider sonunda “terör örgütü sözünde durmadı, bizi kandırdı” diyebilmiş.
Bir ülke düşünün, 15 yıllık iktidar boyunca bir cemaatle iç içe, kol kola yaşamış. O cemaatin uygun gördüğü kişileri, liyakat aramadan, kanun kural dinlemeden ülkenin en kritik noktalarındaki görevlere getirmiş. “Onlar ne istediyse vermiş.” Ve o cemaat resmen darbe yapmaya kalkışıp 250 canını alıp da ülkeyi taru mar edince da milletine dönüp, “Allah ve milletim bizi affetsin, kandırıldık” deyip iktidarda kalmaya devam etsin. OHAL ilen edip darbecileri yakalayacağım diyerek binlerce kişiyi hapse atsın, işinden çıkarsın, özgürlükleri kısıtlayabilsin.
Ve bir ülke düşünün, bütün bunlardan sonra o ülkenin lideri, “bu anayasal düzen bana dar geliyor, daha hızlı kararlar almam ve uygulamam gerekiyor” diyebilsin. 15 yıllık kesintisiz ve güçlü iktidarından sonra, ülke beka sorunu yaşıyor gerekçesiyle OHAL kapsamında ülkeyi yönetmek için bütün kurumları tek bir lidere bağlayan, bütün yetkileri tek bir kişiye veren anaysa değişikliği teklifi getirebilsin. Bu değişiklikle yöneten kişi ve kişilerin ömür boyu yargılanmasını önlemek isteyebilsin. Ülkesindeki halkın çok önemli bir bölümü de buna destek versin.

VAH ÜLKEM VAH.

15 Mart 2017 Çarşamba

DIŞ POLİTİKAMIZI İÇ POLİTİKAYA KURBAN ETMEYELİM

Türkiye’nin son on beş yılda izlediği dış politika sonucunda, neredeyse etrafında iyi ilişki kurabildiği ülke kalmadı. Sonunda yıllardır birliğine girmek için canla başla çalıştığımız, insanlarımıza vizesiz girme hakkı getirilsin diye çabaladığımız Avrupa ülkeleri ile de düşman olduk.
Dünyada hiçbir ülke komşularıyla, bir başka ülkeyle bağıra çağıra, ona hakaret ederek ilişki yürütmez, yürütemez. Yürütmeye kalkarsa da bundan hiçbir şekilde fayda görmez.
Komşu komşunun külüne muhtaçtır diye atasözümüz var. Bu sadece mahalle komşularımız için geçerli değil. Küresel bir köy olan komşu ülkeler için de geçerlidir.
Bugün Hollanda ile yaşanan kriz nedeniyle başta Cumhurbaşkanımız ve bakanlarımız Hollanda, Almanya ve hatta bütün Avrupa ülkeleri liderlerine bağırıp çağırıyorlar, hakaret ediyorlar, aşağılıyorlar. Bu da belki yıllardır eziklik içinde yaşayan bu milletin çoğunluğunun hoşuna gidiyor, gururunu okşuyor.
Bu ilişkide Türkiye’nin dış politikasını eleştiren herkes, neden kendi ülkenin yanında yer almıyorsun diye ötekileştiriliyor, horlanıyor. Ancak toplumun da bu ülkeyi yönetenlerin de anlaması gereken önemli gerçekler var. Biz bu dünya ülkeleri ile kavga ederek gelişemeyiz, refaha ulaşamayız, barış içinde yaşayamayız.
Kavga ederek kimseye mal satamayız.
Kavga ederek kimseden turist bekleyemeyiz.
Kavga ederek yabancı ülkelerdeki yurttaşlarımızın can güvenliğini sağlayamayız.
Kavga ederek iş adamlarımıza ve halkımıza iyilik yapmış olmayız.
Dış politikamızdaki bu kavgacı üslup milletin hoşuna gitse de uluslararası ilişkilerde onarılmaz yaralar açıyor. Her ne kadar bir süre sonra bu ilişkiler düzeliyor gibi olsa da bu ülkeler bize olan güvenlerini kaybetmişlerdir. O kavga edilirken söylediğimiz sözlerin onlarda açtığı yara bu ilişkiyi sürekli güvensiz kılacaktır. Üstelik Avrupa ülkelerinde milyonlarca yurttaşımız var. Onlar bu kavgadan önemli ölçüde zarar görür
Dünyada dış ilişkilerini böyle, bizim son yıllarda yaptığımız gibi bağıra çağıra, hakaretler, kavgalarla yürüten hiçbir ülke yoktur.
Bir zamanlar İsrail’e “siz adam öldürmeyi çok iyi biliyorsunuz” diyen ve Davos’ta İsrail lideri ile dünyanın gözü önünde kavga eden Cumhurbaşkanımız hepimizin gururunu okşamıştı. Hepimiz, ‘iyi oldu, nihayet dünyanın aymaz çocuğu İsrail’e ağzının payını veren biri çıktı’ diye, hele de bu bizim liderimiz diye çok sevinmiştik. Hani meşhur “One Minute” krizi.
Peki, bunun sonucunda ne oldu? Filistin için kavga ettiysek, Filistin, Gazze bu kavgadan hiçbir şey kazanmadı. Biz bu gergin ilişkiyi sürdürerek devam ettirdik. ilişkileri sonunda bizim devlet yetkililerinin bizatihi uğurladığı Mavi Marmara gemisinde 9 insanımızın İsrail devleti tarafından öldürülmesine kadar getirdik.
Sonrasında İsrail ile ilişkimiz kesildi mi? Hayır. Zaten günümüzde bu ilişkiler kesilmez de. O İsrail ile ilişkileri yeniden rayına oturtmak için kırk takla attık. Adamlar bir miktar para verdiler bize ve bizde, mahkemelerimizde açılan davalar bile düştü.
Biz ne duruma geldik? Tükürdüklerini yalayan bir ülke durumuna geldik. Madem ilişki yeniden buraya gelecekti neden bu krizi yaşadık? Ve ne kazandık?
İçerdeki yurttaşlarımızı kısa bir süreliğine mutlu etmek için mi?
Suriye ile ilişkilerimiz iyiydi. Hatta iyinin de iyisiydi. Suriye’nin iç ilişkileri kötü, orayı bir diktatör yönetiyor bahanesiyle Suriye hükümetinin yıkılması için gayret gösterdik. Suriye bir iç savaşa sürüklendi, tarumar oldu. Suriye’deki hesaplarımız tutmadı ve belki yarın tekrar iyi ilişki kurmak durumunda kalacağız. 4 milyon Suriyeliye biz bakıyoruz. 80 gencimiz Suriye’de öldü. Ne için?
Sadece bu nu? Suriye krizi nedeniyle Rusya ile ilişkilerimiz bozuldu. Rus uçağını düşürdük. Başbakanımız “emri ben verdim, uçağı biz düşürdük, sınır ihlali olursa yine düşürürüz” diye naralar attı. Peki ne oldu?
Yine hepimizin gururu okşandı. Hepimizin hoşuna gitti. ‘Bak artık Rusya gibi bir devlete kafa tutuyoruz, uçağını düşürebiliyoruz’ diye övündük, sevindik, gurur duyduk!
Peki ya sonrası! Ekonomi perişan oldu. Turist gelemdi, ürünlerimizi satamadık. Uluslararası ilişkilerde ABD’nin ve Avrupa’nın şemsiyesi altına sığındık. Sonra baktık böylesi de kötü bu kez bin bir pişmanlıkla ilişkilerimizi yeniden düzeltmeye çalıştık, çalışmaya devam ediyoruz.
Şimdi Hollanda veya Almanya’ya ateş püskürüyoruz. Onların tavırları kötü ve biz çok haklı olsak bile takındığımız tavır sağlıklı, doğru bir uluslararası ilişki tavrı değildir. Uluslararası ilişki yürütmenin kuralları vardır. Hani biz onlara yüklenip duruyoruz ya, onlar ve dünya da görüyor ki böyle bağırıp çağırmakla uluslararası alanda hiçbir sorun çözülmez. Tam tersine gerginlikler artar. Biz bağırarak sorun çözüldüğünü nerede gördük?
Dış ilişki usturuplu tavırlar gerektirir. Karşımızdakiler saygısız davranıyor olsa bile, bize bağırıp çağırmıyor. Ülkesinde miting üstüne miting düzenleyip bize bağırıp çağırmıyorlar, hakarete devam etmiyorlar. Yapılan yanlış neyse orada duruyor. Kendilerini savunuyor ve bizim bağırmalarımızdan, hakaretlerimizden kendi haklılıklarını oluşturmaya, anlatmaya çalışıyorlar.
Haklı olsak bile; birilerine hakaret ederek, aşağılayarak haklılığımızı nasıl ispatlayabiliriz.
Hollanda son yıllarda Türkiye’ye yatırım yapan ülkelerin başında geliyor. Türkiye’de 3 binin üzerinde Hollanda kökenli firma faaliyet gösteriyor. İhracatımızın büyük bölümünü Hollanda, Almanya gibi Avrupa ülkelerine yapıyoruz. Oralarda milyonlarca yurttaşımız var.
Hem ekonomimizi zora sokacak, hem oralardaki yurttaşlarımızın yaşamını zora sokacak bu davranışlar bize, ülkemize ve insanımıza ne kazandırır, kaybettirmekten başka.
O halde iç politikada kazançlı çıkmak için, içerdeki yurttaşlarımızın gururunu okşamak için dış politikayı iç politikaya kurban etmeyelim.
Duygularımızın ve iç politikanın esiri olmayalım.
Hem dünyaya rezil oluyoruz ve yalnızlaşıyoruz. Hem de bunu düzeltmek için atmadığımız takla, vermediğimiz taviz  kalmıyor.

Kendini dünyaya bu tavırlarla kabullendirmiş tek bir dünya ülkesi yoktur.

MAĞDURLAR ÜLKESİ OLDUK

Ülkemizde nerdeyse her alanda mağduriyetler yaşanıyor. Devlet yönetimi olarak hiçbir işi doğru düzgün yapamaz olduk. Yıllardır yapılagelen işleri bile doğru düzgün yapamıyoruz ve bu işlerden bile mağdurlar yaratıyoruz.
Neden mi oluyor bunlar; çünkü göreve getirilirken liyakate önem verilmiyor. İlgili ilgisiz herkes, benim adamım mantığıyla kurumların başına getiriliyor. Kurumların, kurallar çerçevesinde bağımsız çalışmasından rahatsızlık duyuluyor. Efendim böyle olunca hükümetin hızı düşüyor devlet yavaş işliyormuş.
Mümkün ise bütün işlerin tek bir kişi tarafından yapılmasını istiyoruz.
Görevini iyi yapmayanlara herhangi bir yaptırım uygulanmıyor. Yani her alanda yetkiler veriliyor ama sorumluluk istenmiyor, aranmıyor. Böyle olunca da devletin uygulamaları deneme tahtasına dönüyor. Görev veren ne istediğini iyi anlatamıyor.
Görevi uygulayan tam olarak ne yapacağını bilmiyor. Ortaya garabet bir uygulama çıkıyor. Ve birçok kişi bu uygulamalardan zarar görüyor.
Olsun ne gam!
Zarar gören gidip hakkını mahkemede arasın diyoruz. Mağdur olduğunu ispatlasın diyoruz.
Ve nasıl olsa çoğunluk da gidip hakkını aramıyor, arayamıyor. Kimi mağduriyetine rağmen hükümete zarar gelmesinden endişe ediyor, kimisi de haklılığını ispatlayana kadar postu mezat a çıkıyor.
Ülkemizde yaşanan mağduriyetlere şöyle bir bakalım.
En son geçtiğimiz Pazar günü yapılan üniversite sınavlarında (YGS) saat 10’da başlaması gereken sınava 15 dakika kala kapılar kapandı ve yüzlerce, belki binlerce çocuğumuz sınava alınmadı. Sınav yapılan okulların önünde ağlayan genç çocukların görüntüsü yüreklerimizi sızlattı.
YÖK başkanı açıklama yapıyor; “ben günler öncesinden, kapıların 9.45’de kapanacağını açıkladım” diyor.
E be YÖK başkanı yıllardır yapılan sınav saat 10’da yapılıyordu ve saat 10’a kadar gelen her öğrenci içeri alınıyordu. Gençlerin geleceğini belirleyecek olan böylesine önemli bir sınavda son dakikada kural değiştirilir mi?
Öncelikle sormak gerekir ki;  kapıları on beş dakika önceden kapatmak kuralı nereden, niçin, hangi mantıkla uygulandı. Çocuklar her yıl olduğu gibi zamanında girebilseydi sınava ne olurdu?
15 dakika önce kapıları kapatmakta ne tür fayda gördünüz? Veya ne zararı vardı sınava tam zamanında girmenin?
Diyelim ki çok önemli bir nedeniniz vardı ve madem uygulamada böyle bir değişikliğe gidecektiniz neden bunun kararını zamanında almadınız?
Öğrenci başvuru sırasında bu durumu bilseydi, sınav giriş belgesinde sınav saati 10 değil de 9.45 yazılsaydı, o binlerce öğrenci geç kalmayacaktı ve mağduriyet yaşanmayacaktı.
Ama bu tür önemli kararlar bir kişiye bırakılırsa bu denli önemli kazalar da kaçınılmaz olur. Onun için kurumsal yapılar önemlidir. Kurumsal yapıların kuralları olur. Öyle bir kişinin bir hafta önce karar vermesiyle uygulama değiştirilemez.
Kişilerin bu yetkileri ellerinden alınmalı, bu yanlışları yapanlar bunun bedellerini ödemeleri gerekmektedir. Kişiler birileri tarafından korununca ortaya böyle mağduriyetler çıkıyor.
Zaten devlet olmanın gereği de budur. Ama biz devleti kurum ve kurallarından koparıp kişilerin şahsi kararlarına bağlarsak o zaman da devlet dediğiniz şey aşiret gibi yönetiliyor. Kişi hakları ve özgürlükleri böyle çiğneniyor.
Bir tek bu mudur mağduriyet yaşadığımız konu? Elbette değil.
Karamanda tarikat yurtlarında çocuklar cinsel tacize uğradı. Kimse bu kaçak yurtlarda nasıl eğitim veriliyor sorgulayamadı. Tacizi n yaşandığı tarikat zarar görmesin diye bizatihi korundu. Burada cinsel taciz mağdurları çıktı ve yaşadıkları ile kaldılar.
Ergenekon, Balyoz, askeri casusluk ve bir sürü kumpas davalarında yüzlerce kişi mağdur oldu. Yıllarca hapis yatan insanlar yaşadıkları ile kaldılar. Sadece “affedersiniz biz paralelin oyununa gelmişiz” dediler.
15 Temmuz’da darbe kalkışması oldu. Bu vesileyle on binlerce kişi görevinden uzaklaştırıldı, hapse atıldı. Bunların içinde binlerce mağdur var. 28 Şubat’ta Fetöcülerin yarattığı mağduriyetler. Bu Fetöcülerin polis okullarına yerleşmesi sırasında bu okullarda yaşanan mağduriyetler. Bunların göreve gelmesiyle emniyette yaşattığı mağduriyetler.
Fetöcülerle mücadele sırasında devletin resmi izinli bankasında hesap açmış, buradan havale yapmış vs. diye, resmi izinli okullarında çocuklarını okuttuğu için yaşanan mağduriyetler.
Elektronik radarların yarattığı mağdurların sayısı çığ gibi yükseldi.
Mağduriyetlerin çeşitliliği ve sayısı saymakla bitmez. Bu kadar sorumsuzluk hangi ülkede yaşanır? Bu kadar mağduriyetin bizatihi devlet tarafından yaşandığı yerlerde devlete kim nasıl güven duyar.
Ve bu kadar mağduriyetin yaşandığı ülke haala ayakta duruyorsa bu da bir mucize sayılmalı.

Ülke mağdurlar enkazına dönmüş, siz hiç mi iğneyi kendinize batırmazsınız.

12 Mart 2017 Pazar

İKTİDARLAR KAZANDI, HALKLAR KAYBETTİ

Yazımız; Türkiye ile Avrupa ülkeleri arasında yaşanan gerginlik ve yaşanan olumsuzlukları değerlendirme üzerinedir. Bu süreç nasıl oluştu ve neden bunlar yaşandı sorularının cevabını arayacağız.
Türkiye’de;16 Nisan’da yapılacak referandumda işler pek iyi gitmiyordu. Yani evet cephesi pek umduğunu alacak gibi değildi.
Evetleri artırmak için hemen her yola başvuruldu.
Devlet bir rejim ya da sistem (adının önemi yok. İşlevi ise çok önemli) değişikliğine gidecek. Bunu Ak Parti tek başına millete sunma imkanı bulmayınca Devlet Bahçeli devreye girdi ve bu süreç birçok hukuksuzluk içinde meclisten geçti.
Sıra milleti ikna etmeye geldi. Devlet bunu vatandaşına sunarken halkın önüne iki seçenek koydu. Vatandaşların bir kısmı evet diyerek bu değişikliğe destek verirken, diğer kesimi ise hayır diyecek ve bu değişikliğe izin vermeyecekti. Yani her iki seçenek de bu ülke insanına sunuluyor ve her vatandaş kesimi de kendi düşüncesini özgürce yansıtmalıydı.
Gel gör ki bu değişikliğe hayır diyecek vatandaşlar ve bu görüşü savunan siyasetçiler birden bire terörist sayıldılar, aşağılık yaratık, vatan haini ve son olarak da çukur ilan edildiler.
Hayır yönünde çalışma yapan bir çok kişi taciz edildi, gözaltına alındı, suçlu ilan edildi. Saldırıya uğradı. Salonları, toplantıları iptal etti. Elektrikler kesildi, fiili saldırılar ve açık tehditler yaşanır oldu.
İki seçenek sunan devlet kendi yurttaşlarını tek yönlü tercih yapsın diye zorluyor, baskı altına alıyor, korkutuyordu.
Yani Türkiye’de demokratik bir ortam kalmamıştı. Demokrasi diyenlere karşı baskı, gözaltı ve hapislik vardı.
Buna rağmen evet desteği beklenen yükselişi göstermiyordu.
Bu kez Avrupa’daki yurttaşlarımıza çalışma yapmak için iktidarın bakanları gezi yarışına çıktı. Her biri bir Avrupa ülkesine gitmeye başladı.
Avrupa ülkelerinin birçoğunda seçimler var. Ve Avrupa’da milliyetçi sağ yükselişe geçmiş ve yabancılara karşı ama özellikle Türklere ve Müslümanlara gösterilen hoşgörüye tepki yükseliyordu. Avrupa’daki hükümetler de oyları sağ partilere kaptırmamak için halkın nabzına uygun şerbet vermeyi zorunlu görüyordu.
Ülkesinde demokrasiyi uygulamayan ama kendisinin özgürce çalışmasına engel istemeyen Türk hükümetine karşı Avrupa hükümetlerinde de tepki gelişiyordu.
İşte bu iki nedenden dolayı Türk bakanlarının kendi ülkelerindeki siyasi gezilerine, miting çalışmalarına engel konulmaya başlandı.
Ülkemizde demokrasi bir araç olarak görüldüğü için sorunları, özgürlükleri artırarak değil, engelleyerek çözme alışkanlığı olduğu için, ben yaptım oldu anlayışı hakim olduğu için aynı tavır Avrupa ülkelerine de gösterildi.
Ve önümüzdeki referandum nedeniyle de iç politikaya yönelik mesaj verme çabası sonucu Avrupa ülkelerine bağırıp çağırmaya başlandı. Hakaretlerin biri bin para oldu. Avrupa’nın ne faşistliği kaldı, ne Naziliği. Üstelik bizzat dış işleri bakanı tarafından Hollanda aleni tehdit edildi. “Benim uçuşuma izin vermezseniz ekonomik ve siyasi olarak çok ağır yaptırımlar uygularız” dedi.
Hollanda bu resti ve tehdidi gördü ve dışişleri bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nın uçuş iznini iptal etti.
Bu kez Almanya’da bulunan Aile bakanımız Hollanda’ya, Rotterdam başkonsolosluğuna arabayla gidip oradaki yurttaşlara konuşma yapmak istedi. Buna da izin verilmedi ve Aile bakanı Almanya’ ya geri gönderildi.
Bütün bu olaylardan iki taraf da kendince karlı çıktı. Türkiye’de milli duygular harekete geçti ve büyük ihtimalle evet oyları artacaktır.
İkincisi de Avrupa’da sağ seçmenin oylarının milliyetçi partilere gitmesi önlenmiş olduğu düşünülüyor.
Yani her iki taraftaki iktidarlar kendince kazançlı çıkmış oldu. Ama esas kaybeden demokrasi olmuştur. Dünya barışı olmuştur. Dünya halklarının kardeşliği olmuştur.
Bizlere düşen bunlardan birinin yanında yer almak olmamalıdır. İktidarlardan yana değil, halklardan yana olmaktır. Herkesin ülkesinde demokrasiye araç muamelesi yapmasının önüne geçmek, daha geniş, daha kapsayıcı bir demokrasi için çaba harcamaktır. Ve demokrasiye ihanet edenleri hayal kırıklıklarına uğratarak kaybetmelerini sağlamaktır.
Halkları birbirine düşman etmek iktidarların işine geliyor. Onlar iktidarlarını sağlama alırken olan halka oluyor. Milliyetçi halkların hükümetleri savaş çıkarıp halkların ölmesine, felaketler yaşamasına neden oluyorlar.

Halk piyon olmaktan kurtulup esas oyuncu olmalıdır. Şah olup bu oyuncuları mat etmeyi becermelidir.

2 Mart 2017 Perşembe

EVET HAYIR’DAN KİM, NE ANLIYOR

16 Nisan yaklaşırken bu tarihte yapılacak referandumun anlamı, içeriği de halk nezdinde şekillenemeye başlıyor. Halk, yeni yeni bunu düşünmeye başladı. Evet çıkarsa ne olacak, hayır çıkarsa ne olacak bunu derinlemesine düşünür oldu.
Bu referandum mecliste oylanırken toplum da takım tutar gibi kendi partisinin istikametinde davranıyordu. Ancak başta Cumhurbaşkanı ve başbakan olmak üzere meydanlara inip de Evet’i savunmaya başladı. Normal vatandaş bu açıklama ve anlatımlardan çok fazla umutluydu. Evet’in haklı gerekçeleri anlatılacak ve gerçekten ülke için bir sıçrama tahtası olmasının yolları anlatılacak diye bekliyordu.
Ancak bu liderler bugüne kadar meydanlarda bu yönde bir izahta bulunmadılar. Sadece ‘bize güvenin’ dediler. “Çift başlılık olmayacak, hızlı kararlar alınacak” dediler. “Halk Cumhurbaşkanını seçecek, hükümeti Cumhurbaşkanı kuracak ve Cumhurbaşkanı ne isterse, nasıl düşünürse, ülkenin menfaatlerini nerede görürse ona göre karar alacak ve ona göre davranacak” dediler.
“Evet 5-6 yıldır hükümeti engelleyen,  çift başlılık sayılabilecek herhangi bir durum olmadı. Hükümetin hızlı karar almasını engelleyecek bir durum oluşmadı ama bu yarın olmayacak demek değildir. Yarın da bu durumlar oluşmasın diye Cumhurbaşkanının tek lider olduğu bir sistem öneriyoruz” dediler.
Bir de Hayır diyenler PKK ve Fetö ile aynıdır, aynı yoldadır dediler.
Halk da (ki bu halka Ak Partili vatandaşlar da dahildir )”Bugüne kadar, özellikle son 5 – 6 yıldır ülke ne sorunlar yaşadı zaten görüyor. Düne kadar iyi yönetiyor diye büyük bir güçle destek verilen liderin en güvendiği ve en yetkili görevlere getirdiği kişilere, yine o lider hain dedi. Yüksek görevlere getirilenler, o lideri devirmeye çalıştılar.
Yine o lider; ‘ülkeye özgürlük getireceğim, huzur getireceğim’ diye yola çıktı. Olmadık işler yaptı. Yılların terör örgütüyle masaya oturuldu. Ülkeye barış ve huzur gelecek diye, ülkenin büyük çoğunluğunun “bebek katili” dediği kişi bir kurumun yetkilisiymiş gibi masada oldu. Onun yazdığı mektup, bizatihi Başbakanın eşliğinde ve bir bayram havasında ülkenin büyük kentlerinin birinin meydanında canlı yayında okutulup halaylar çektirildi.
Akil adam denilen bilim ve sanat dünyasının sevilen isimleri ülkeyi adım adım dolaştı ve bu işin hayırlara vesile olacağını anlatmaya çalıştı.
Ülkenin en güçlü lideri bu Kürt sorununu, kanlı terörü bitirmek için çok kararlı görünüyordu. Bu sorunu çözme uğruna “baldıran zehiri içtiğini” söylüyordu. Bunun için bu kadar inançlı ve kararlı davranıyordu. Önemli bir kitle desteği de almıştı.
Ama bütün bunların sonucunda gidilen ilk seçimlerde partisi sadece %9 oy kaybına uğradı diye bütün bu çabalardan, verilen sözlerden, alınan yollardan derhal vazgeçti. Tekrar başa döndü.
Ülkeye kaybettirilen o kadar zaman, bu çabaya umut bağlayan milyonlarca insan heba oldu. Üstelik bu süreçte masaya oturduğu örgüt hazırlık yapmış, yollara, şehirlere bombalar yığmıştı.
Barış süreci aniden, kimse ne olduğunu anlamadan! bitince birden bire ülke çok kanlı bir süreç yaşadı. Binlerce insanın canına mal olan kanlı süreçten sonra liderin partisi kaybettiği oyları geri aldı ve lider de bu kez önceki istikametinin tam tersi olan bu güzergâhta tam gaz ileri gidiyordu ama bu gaz yetmez, daha hızlı gitmem lazım diyordu.
Şimdi bu referandum ile daha hızlı gidebilmek için halktan yetki isteniyor. Toplumun düşünen kesimi bunu gördü, anladı.
Ama ülkenin bir kesimi zaten yapılanların yanlışlığını yıllardır söylediği için HAYIR diyor. Benzer yanlışların daha çok ve daha hızlı işlenmemesi için, sana yetki vermem diyor.
Ama yıllardır bu lidere güvenmiş kitle de şimdi düşünmeye başladı. Meydanlarda konuşulanlardan tatmin edici bir cevap bulamayan kitle, evet denilince, kendi partisinin iktidar yapmayacağını, kendi partisinin zaten iktidar olduğunu iyice anladı.. Bunun için bir kısmı yüreğinde HAYIR demiş ama bunu açıklamakta kararsız duruyor.
Bu tabandan bir kesim ise dolu dizgin, hiç düşünmeden, dün yapılan yanlışlara aldırmadan, bütün yanlışların sorumlusu olarak CHP  ve onun lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu görerek Evet demeye devam ediyor. Bunlar sadece Evet demiyor, Hayır diyenleri vatan haini, şerefsiz görerek küfür de ediyor.
Ve bunların birçoğu; buradan yeniden Osmanlı Devletinin kurulacağını sanıyor, Anadolu devleti kurulacağını düşünüyor. Ama bunun için uluslararası güç dengelerini hesaba katmıyorlar. Amerika ve Rusya’nın büyük hesaplarını bilmiyorlar. Suudi Arabistan gibi Müslüman ülkelere de güvenerek bunların olacağını savunuyorlar. Onların Türkleri hep yalnız bıraktıklarını düşünmeden.
Ak Parti tabanının önemli bir bölümü ise yaşananlardaki yanlışları görüyor, değerlendiriyor ve bundan dolayı da bu yetkiyi vermeyi pek düşünmüyor.

Bunlar benim edindiğim izlenimler. Eğer adil bir seçim olursa ki olağanüstü halde gidilen bir referandumda adil bir seçim pek olmaz. Buna rağmen seçim sonuçlarına müdahale edilmez ise önemli bir farkla sonuç HAYIR çıkacaktır.