29 Aralık 2013 Pazar

İTTİFAK BOZULDU SUÇLAR DÖKÜLDÜ

Bakan çocuklarının da tutuklandığı yolsuzluk soruşturmasında hükümet ve hükümeti savunmakla görevli basın, özellikle yolsuzluğu görmezden gelip, başbakanın söylemi olan devletteki paralel örgütlenmeye dikkat çekiyorlar. Bu kesime göre, "ortada bir yolsuzluk yoktur. Devlet içindeki paralel örgütlenmenin yargı ve polis ayağı hükümeti devirmek için bir kirli operasyon yapmıştır. Bu bir darbedir. Bu darbeyi yapmak için hükümet yolsuzlukla suçlanacak ve başbakan dahil herkes içeri alınarak ülkede hükümetin devrilmesi sağlanacaktır."
Hatta Başbakan'ın başdanışmanı Yalçın Akdoğan yazdığı bir yazıda, "hükümeti devirmek isteyen bu güçler bu ülkenin milli ordusunu yıpratmak için iftira atmaktan çekinmemiştir" diyerek Ergenekon, balyoz gibi davaların aslında bu cemaat örgütü tarafından üretildiğini ve orduyu yıprattığını yazmıştır. Yani Akdoğan, bu davaların bir hikaye olduğunu söylemiştir.
Evet özellikle son altı yıldır yargı çok usulsüz, çok hukuksuz  işler yaptı. Yapılanların bir kısmında gerçek anlamda sorun vardı. Bu ülke askeri vesayetten gerçekten de çok çekmişti. Asker, sivil otorite üzerinde etkiliydi. Hükümetleri devirmek için bazı güçler çok insan öldürmüş, ülkenin karışması ve ihtilal yapmak için çok kan akıtılmıştı.  Bunu bu ülkede bilmeyen yok gibidir. Bundan dolayı bu derin güçlerin yargılanması birçok kesim tarafından desteklendi.
Ancak bu yargılamalar sırasında çok da haksızlıklar ve hukuksuzluklar yaşandı. Bir çok düzmece delil yaratıldı. Haksız yere çok insan hapse atıldı.
O gün bunları söyleyenlere başta başbakan olmak üzere bu hükümetin yetkilileri karşı çıkmakla kalmadı, bu davaların savcısı oldular.
Neden o gün bu hukuksuzlukların, bu kadar ateşli savunucusu oldular?
Birincisi işlerine geliyordu. Bu vesileyle toplumdaki destekleri artıyordu. İkincisi de, hükümet ile paralel devlet dedikleri güçler bir ittifak halindeydi. Bu paralel devletin yaptığı hukuksuzluklar hükümetin işine geliyor, güçlenmesini sağlıyordu. Ve bu paralel güç henüz hükümet için tehlike sinyali vermiyor, hükümete çalışan, birlikte yürünülen yol arkadaşıydı.
Şimdi bu paralel güç ile ittifak bozuldu. Çıkarları ortak değil. sadece dershane sorunumudur yoksa mesele daha mı derindir bilinmez, bu iki gücün yolları ayrıldı.
Yollar ayrılırken de bu paralel güç, hükümete karşı gücünü göstermek istedi. İşte hükümetin canı yanınca bu derin güce yüklenmeye başladı.
İyi ama derin gücün elinde birtakım belgeler var. Bu belgelere göre birileri suç işlemiş. Ve eğer hükümet daha fazla hukuksuzluk yaparak bu soruşturmayı engellemezse suçun boyutları daha da büyüyecek gibi gözüküyor.
İşte kıyamet burada kopuyor. şimdi hükümet ve yandaşları sadece buradaki hukuksuz paralel gücün görülmesini ve onun üzerine gidilmesini istiyor. Gerekçeleri de açık; "bu hukuksuz ve derin güçlerin ortaya çıkardığı yolsuzluk belgeleri gerçek değil ve  inandırıcı olamaz."
İyi de buna siz karar veremezsiniz. 6 yıldır bu derin güçlerin ortaya çıkardığı o güvenilmez belgelerle yüzlerce insan hapis yattı yatmaya devam ediyor.
Siz bunlara destek oldunuz. Şimdi de önce oradan başlamak, yapılmış olan ve devam eden yargılamaları temize çıkarmak gerekmez mi?
Peki şimdi ortaya çıkan bu sorun nasıl çözülür?
Yani bu iki eski ortağı barıştırarak bu sorunu ortadan kaldırmak mı gerekir? Yoksa bütün toplumun çıkarına olacak daha demokratik ve geniş boyutlu bir çözüm bulmak mı lazım?
Elbette bunun doğru cevabı var. Ama önce herkesin adil ve tarafsız olmayı bilmesi, benimsemesi lazım. Son yolsuzluk soruşturmasında bir paralel devlet parmağının olduğu açıktır. Ancak bunun böyle olması yolsuzluğun kapatılması için yeterli bir gerekçe olamaz.

Sorunun çözümünü de yeni bir yazıda yazalım.

24 Aralık 2013 Salı

RÜŞVET SORUŞTURMASINA KİRLİ OPERASYON DEMEK

Üç bakan oğlunun karıştığı ve dört bakanın adının geçtiği bir soruşturmanın etkileri ve tepkileri sürüyor. Bu soruşturmanın konusu rüşvet ve yolsuzluktur. Polis bir ihbarı değerlendirmiş, birtakım olumsuzluklar tespit etmiş, savcılık dinleme ve takip başlatmış ve buradan da, basına sızan bilgilere göre, bakanların da takıldığı önemli dinlemeler yapılmış.
Üç ayrı soruşturma konusu var gibi gözüküyor. Ancak üç soruşturmada da çok sayıda kişinin işin içinde olduğu anlaşılmış ve topluca bir soruşturma başlamış.
Soruşturma bir yılı aşkın süredir bekletilmiş çünkü yolsuzluğun boyutu büyüyormuş. Ne zamana kadar,  yolsuzlukta adı geçenlerin bu takipten haberi olana kadar. Devletin istihbarat polisi, bakan çocukları takip ediliyor diye, takip edenleri takip etmeye başlamış. Ve deliller yok edilmeye başlayınca da gözaltılar başlamış.
Şimdi bu bir yolsuzluk soruşturmasıdır. Normal ülkelerde savcılık bu olayları takip eder ve soruşturmayı başlatır. Soruşturmada adı geçen bakan ve bürokratlar görevden alınır veya istifa eder bu soruşturma da sağlıklı bir şekilde yapılır.
Bizde ne yapıldı? Bakanlar ve Başbakan bu soruşturmayı duyduğunda ilk tepkileri  "bu soruşturmanın hükümete yönelik bir kirli operasyon olduğunu ve hemen bunun iç ve dış düşmanların işi" olduğunu açıklamak oldu. Ve bunun sonucu olarak da yolsuzlukta adı geçen bakan ve bürokratlara sahip çıkıldı.
İç düşman cemaat, dış düşman ise Amerika ve İsrail bu işin arkasında gibi gösterildi. "Halk Bankası güçlendi, dış güçler Halk Bankı itibarsızlaştırmak istiyorlar" dendi. Halbuki soruşturulan Halk bank değil, Halk bank'ın genel müdürü idi. Yani soruşturma onun şahsına yönelik bir rüşvet alma suçlamasıydı. Ayrıca bundan banka zarar görür diye burada varsa alınan rüşvete göz mü yumulmalıydı?
Peki, neden Kurumsal olarak Halk Bank'ı işin içine katmak istiyorlar? Bu soruşturmanın hükümete yönelik bir kirli operasyon olduğunu, milli bir mesele olduğunu anlatmak ve hükümetin itibarını kurtarmak için.
İkinci argüman, "bu cemaatin bir işidir" söylemidir. Bunu da Cemaatin hakim ve polis içindeki örgütlenmesine bağlıyorlar.
Hatta birçok yazar buradan yola çıkarak şu soruyu soruyor; "Düne kadar hükümet polisi ve yargıyı ele geçirdi diyenlerin geldiği noktaya bakın. Madem hükümet polis ve yargıyı ele geçirmişti bu soruşturma, onların deyimiyle bu kirli operasyon, bu hükümete karşı nasıl yapıldı?
Bunun cevabı çok basit ve açık. Cemaat yargıda ve poliste güçlüyse bunu hükümet bu güne kadar çok iyi biliyordu. Bugüne kadar yürütme yetkisi ortaklaşa kullanılıyordu. Taa ki bu ortaklar arasında sorun çıkana kadar. Sorun çıkınca da bu olanlar yaşandı.
Buradan iki şeyi görmek ve doğru soruları sormak gerekir. Bugüne kadar demokratik bir ülkede demokratik bir hükümetin bir cemaatle ortaklık yapması niçin normal sayılıyordu? Neden kimse bunu ayıplamıyordu. Bundan dolayı yüzlerce kişiye soruşturma açıldı, adil olmayan, hukuki dayanağı olmayan soruşturmalar yapıldı. Yüzlerce kişi, hatta gazeteci ve milletvekilleri hapis yattı, yatmaya devam ediyor. Bu olanlar hükümet tarafından desteklendi, aynı cemaate bağlı polis ve yargı bunları yapıyordu ve bu yapılanlar hükümetin elini güçlendiriyordu. Üstelik demokratik toplumun güçlenmesine, vesayetin kaldırılmasına katkı da sunuyor diye birçok kesim tarafından desteklendi. O zaman bunu cemaatin polisi, savcısı yapıyor denmedi.
Görülmesi gereken ikinci şey; her şeyden bağımsız bir yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasının niçin görülmek istenmemesidir.  Şimdi de başka bir sorun, yolsuzluk sorunu açığa çıkıyor ama aynı kesim bu kez bu soruşturmaya destek olmuyor.  Bu hükümetin bakanlarının yolsuzluk iddiaları soruşturulamaz diye bir dayanak mı var? Bunu anlamak gerçekten zor.
Hükümet kendine yönelik addettiği soruşturmada delilleri karartma yönünde her şeyi yapıyor. Hakkında fezleke hazırlanan bakanlar bu soruşturmaya müdahale ediyor. Savcılara, polislere baskılar yapılıyor. Görevden alınıyor, basın yıllardır görev yaptığı emniyet odasından çıkarılıyor ve hükümeti geçtik, liberal denilen güçler de buradaki hukuksuzluğu görmek istemiyor.
Bunun sebebi;  bu hükümet giderse yerine daha zayıf, güçsüz ve istikrasız bir hükümetin gelmesi ve ülkedeki istikrarın bozulacağından korkulmasıdır.
Bu korku doğrudur ve de haklıdır. . Ancak bu korku var diye yolsuzluğa da göz yumulmamalıdır. Bu soruşturmada gerekli demokratik teamüller yapılsaydı, soruşturma sağlıklı yürütülseydi, varsa sorumlular cezalarını alsalardı daha güçlü bir hükümet doğmaz mıydı?
Benim anlamadığım bu. Bu kadar karmaşık savunmalara yöneltileceğine, bu adil ve doğru savunmayı yapmak, hükümetin de bu doğruyu uygulaması için baskı unsuru olmak. Bu ülke için, bu halk için ve bu iktidar için doğru olan buydu.

Hırsızlık ve rüşvet soruşturmasına hükümete yönelik operasyon demek halkı uyutabilir, algıyı değiştirebilir ama bu toplumun ve iktidarın temizlenmesini sağlamaz.

22 Aralık 2013 Pazar

YOLSUZLUĞU YAPMAK SUÇ DEĞİL, ÜZERİNE GİTMEK SUÇ OLMUŞSA...

17 Aralık operasyonunun üstünden bir haftalık zaman geçti. Bu operasyonu cemaat ve uluslararası güçlere bağlayan gazete ve yazarlar bu tezleri savunurken bu operasyonda ortaya çıkan paralardan ve yolsuzluklardan hiç bahsetmiyorlar.
Başbakan ise Samsun, Ordu ve ilçelerinde, Giresun'da "Toplu açılışlar" adı altında düzenlediği mitingler ile direk halka sesleniyor ve yapılanların "milli iradeye" yönelik bir operasyon olarak niteliyor. Başbakan da tıpkı yandaş gazete ve gazeteciler gibi bu operasyonda evlerden çıkan paralardan hiç bahsetmiyor.
Bu operasyonun gerçekten de hükümete yönelik bir eylem olduğunu düşünelim. (Ki bu tür eylemlerin, bakanların, bürokratların ve bakan çocuklarının içinde yer aldığı her yolsuzluk olayı doğal olarak hükümeti yıpratacaktır, yıpratmalıdır da. Yoksa iktidarlar yolsuzluk yapmaktan çekinmezler.) Peki hal böyle diye, bu eylemde suç işleyenlerin üzerine gidilmeyecek mi? Neden bu muhteremler burada dönen dolaplardan, al ver den hiç söz etmiyorlar?
Önce yolsuzluğun üzerine gidilmesi, ardından işin siyasi ve uluslararası boyutuna bakılması gerekmez mi?
Bu iktidarın kendine yönelik her türlü eylemi cezalandırdığını çok sık olarak görüyoruz. Bu iktidarın, bu başbakanın haksız rekabet yaptığını, devletin olanaklarını kendi partisi lehine kullandığını sıkça görüyoruz.
Başbakanın bu son günlerde yaptığı "Toplu açılış mitingleri" yine devletin olanakları ile düzenleniyor. Devletin milyonları bu siyasi toplantılara harcanıyor. Burada ne tür açılışlar yapıldığını kimse görmüyor. Sadece siyasi toplantılar görünüyor. Zaten başbakanın kendisi de kürsüden bas bas bağırıyor: "30 Mart'ta bunlara gününü gösterin, bizim adaylarımızı güçlü bir şekilde destekleyin" diyor. yani siyasi demeçler veriyor.
Peki bu adil midir?, Ahlaki midir?
Bizatihi buralarda devlet olanaklarıyla siyasi çalışma yapılmasından dolayı soruşturma açılması gerekmez mi?
Bunun bile hesabı sorulması gerekirken, bu hükümet kararname çıkarıyor; "amirin ve üstün bilgisi olmadan kimse kimseyi dinlemeyecek, soruşturma yapmayacak" diyor.
Peki bu iktidarda yolsuzluğa bulaşanlar, rüşvet alanlar nasıl ortaya çıkacak?
Rüşvet alan yetkili mi izin verecek, kendisi hakkında soruşturma yapana?
Bu iktidar döneminde çok sayıda yolsuzluk iddiası ortaya atıldı. Bu milli irade şu ana kadar bunları görmezden geldi gibi gözüküyor. Elbette bunda iktidara bağlı güçlü basın yayın araçlarının olması etkili oldu
Peki bu siyasi iktidar böyle davrandıkça bu iktidar mensuplarının yolsuzlukları milli iradeye nasıl yansıyabilir.
En güçlü örgüt hükümettir. devlet onun elindedir.
Demokrasilerde iktidarları denetleyecek kurumlar vardır. Bunlar da iktidarın emrinde olursa, kimse iktidardan habersiz nefes alamaz, adım atamazsa kim iktidarın yolsuzluğunu, hukuksuzluğunu veya daha büyük kötülüklerini ortaya çıkaracak.
Böyle bir ülkenin sonunu düşünebiliyor musunuz?
Bir ülkede bütün halkın aynı siyasi partiyi desteklemesi düşünülemez. Eğer öyle olursa o ülkede demokrasiden bahsetmek mümkün olmaz. Peki bu iktidara inanmayanların haklarını kim koruyacak?
Operasyonda tutuklananların evlerinde milyon dolarlar, milyon avrolar çıkıyor. Bazı gazeteler yeni yazmaya başladı. "Ali Ağaoğlu Erdoğan'ın vakfına 200 milyon bağışlamış." Sahiden bunların hesabı sorulmamalı mı?
Sorulacaksa Kim, hangi kurum, nasıl soracak?
İçişleri bakanının oğlu rüşvet almaktan tutuklanıyor. O içişleri bakanı halen görevde ve bu soruşturmayı kendine haber vermeden yaptılar diye soruşturmayı yapan polisleri görevden alıyor. Bir, üç beş değil. 135 polis görevden alındı, 150 civarında polisin de görevden alınacağı söyleniyor. Yüzlerce polis "kıyımdan" geçirilecek. Yetmedi savcıların yetkileri kısılacak, yeni yönetmelikle "gizli" soruşturmaların önüne geçilecek.
2009 yılında Ergenekon soruşturmaları başladığında yine bugünküne benzer uygulamalar yapılmıştı. Başbakan o gün "eğer bugün hakimlerimiz, savcılarımız hiçbir baskı ve tehdide boyun eğmeden görevlerini yapabiliyorsa, bu güven verici bir gelişmedir. Bundan kim, neden rahatsız olabilir? Bunu kim, neden engellemeye çalışabilir? Bakınız ortada son derece vahim, son derece ağır iddialar var. Yasalarımıza göre suç teşkil eden iddialar var" diyordu.
O gün bunları diyen başbakan, bugün de aynı şeyler söz konusu iken neden bu savcıları tehdit ediyor? sahiden bir başbakana, demokratik ülkede bir başbakana bu yakışıyor mu? Bunlar da suç değil mi?
Baskın Oran'ın dediği gibi; "Hükümet tıpkı Adnan Menderes gibi kendine yapılacak soruşturmaları ortadan kaldırmak için bu türden adımlar atıyor."
Hükümet işi o kadar abarttı ki, bütün emniyet müdürlüklerindeki basın odaları apar topar kapatıldı. Bu ne telaş, bu ne korku? Acaba bu derin operasyonları buradaki gazeteciler mi yaptırıyordu?
Operasyonları uluslararası güçlere dayandıranlar, özellikle gazeteciler bu uygulamaya ne diyecekler, bunu nasıl savunacaklar merak ediyorum.
Bir ülkede birilerinin haksız yere hükümete yönelik operasyon yapmasına hiç kimse razı olmaz. Belki aciz içindeki muhalefet destekler ama bunun pek de önemi olmaz. Ama iktidar mensuplarının yolsuzluklarının soruşturulması bu kadar açık biçimde, bizzat iktidar tarafından engelleniyorsa ve iktidarın başbakanı bu yapılanları aleni biçimde savunuyor ve üzerilerine gelenlerden hesap sorulacağını bağıra, bağıra söylüyorsa, o ülkenin vay haline demekten başka da bir şey kalmıyor.

Bir millet bu kadar kör, bu kadar sağır, duyarlılıklarını bu kadar yitirmişse gerçekten vay halimize.

19 Aralık 2013 Perşembe

HÜKÜMET ELİNİ YARGIDAN ÇEKMELİDİR

Türkiye son 5 yıldır sürpriz soruşturmalara alıştı.  Sabahın köründe ev ve işyeri baskınları yapıldı. Sağlıklı, hasta denilmedi insanlar son derece rahatsız edici biçimde arandı, gözaltına alındı. "Ülke bağırsaklarını temizliyor" denilerek hükümet bunlara tepki göstermedi, tam tersine destek oldu. Bu dönemde hükümeti uyaran çok sayıda yazı yayınlandı. "Eğer hukuksuzluğa göz yumarsanız bir gün bu yapılanlar size karşı da yapılabilir" denildi. O zamanlar aldırış edilmedi. Ve o gün yapılanların tamamı "siyaset üzerine vesayet rejimi kurmak isteyenler" üzerine yapılıyordu. Yani siyasiydi.
Bugün aynı savcılar bu kez tamamen paraya dayanan operasyonlar yaptılar. Aynı yöntem ve usulleri kullandılar. Yine savcılar talimat verdi. Savcının talimat verdiği polisler kimseye haber vermedi. Yine sabahın köründe baskınlar düzenlendi. Üstelik bu kez aylardır yer yer kamuoyunun gündemine de gelen altın kaçakçılığı ve rüşvet olaylarının soruşturması yapılıyordu. Soruşturmanın tarafları da hükümetin bakanları ve memurlarıydı. Yani kimseye haber verilmemesinin tartışılmaz biçimde sebepleri vardı. Buna rağmen başta başbakan olmak üzere hükümet yetkilileri ve taraftarları isyan ediyorlar; "bakana bağlı polisler bakanın oğlunu gözaltına alıyor ve bundan bakanın haberi olmuyor. Böyle bir uygulama olabilir mi?"
Bunu savunmak bana oldukça komik geliyor. Bu durumda bu sözleri söyleyebilmeyi biraz yüzsüzlük olarak görüyorum. Dünyanın neresinde yolsuzluk yapanın babasına, veya amirine haber verilebilir. Gerçekten dürüst ve bağımsız insanların bunu savunabilmesi mümkün değildir.
Bakın hükümetin haberi olmasıyla birlikte yaşananlara, bu yapılanları daha kolay anlarsınız. Adalet bakanı Sadullah Ergin belediye başkanı gösterileceği ilde çalışma yapıyordu. Derhal İstanbul'a geldi. Oğlu rüşvetten gözaltına alınan İçişleri bakanı Muammer Güler İstanbul'a geldi. Başbakan Ankara'da Cumhurbaşkanı ile bile görüştükten sonra İstanbul'a geldi. Adalet bakanı İstanbul Başsavcısı Turan Çolakkadı ile toplantı yaptı. Soruşturmayı Başsavcı vekili Zekeriye Öz'ün talimatıyla Celal Kara yürütüyordu. Bunun dışında konuyu bilen ve takip eden kimse yoktu. Turan Çolakkadı bu soruşturmaya iki savcı daha atadı. ve bir genelge yayınlayarak  " Bu genelgeye göre, rüşvet soruşturmasına yeni atanan iki savcıyla (Mustafa Erol ile Ekrem Aydıner ) başından beri soruşturmayı yürüten Celal Kara arasında ihtilaf çıkması hâlinde iki yeni savcının kararı geçerli olacak" dedi.  Yani soruşturmayı yürüten savcı boşa çıkarılmış oldu ve bundan sonra o iki savcı ne derse o yapılacak demektir.
Bütün bu olaylardan sonra sosyal medyaya yansıyan söylenti, bu aşamaya kadar nezarette olan bakan çocukları, emniyet amirinin odasına alındı.
Düşünün İçişleri bakanının oğlu, Ekonomi bakanının oğlu, Şehircilik bakanının oğlu ve Avrupa bakanının kendisi bu soruşturmada yer alıyor, bakan çocukları rüşvet ve yolsuzluktan gözaltına alınıyor. ve bu soruşturma bu bakanların izinleri ve bilgileri dahilinde yapılsın isteniyor. Gerçekten kulağınıza nasıl geliyor ki, bu savlar ileri sürülebiliyor?
Bir defa burada rüşvet ve yolsuzluk gibi adi bir suç söz konusudur. Olması gereken; hükümetin haberi olduğunda hiçbir şekilde kızgınlık ve kırgınlık gösterilmeden, operasyonu yapan emniyet birimlerine ve savcılara karışmadan, bu operasyonun boyutlarının ortaya çıkmasını beklemek olmalıdır. Elbette bu adı geçen bakanların derhal istifa etmesi ve görevden alınması gerekir.
Durum netleşip olaylar aydınlandıktan sonra emniyetin, savcının yaptıkları yanlışlar varsa bunların hesabı o zaman sorulmalıdır.
Ama bana kalırsa bu hükümetin onu sorması da bira hayli ayıp olur. Çünkü son 5 - 6 yıldır bu ülkede benzer o kadar çok soruşturma yapıldı ve hükümet bunların hepsine destek oldu. İşin ucu kendine dokununca mı anladı burada bir hukuksuzluk olduğunu. Hükümetten çıkarı olan birçok gazetecinin bu tezi savunduklarını biliyoruz. Hal böyle olduğu için yandaş medya sözü ortaya çıkmıştır.
Hükümetin müdahale dayanağı,  "devlet içinde devlet var. Bunar hükümete operasyon yapıyor"  savunmasına dayanıyor. Bazıları ise Halkbank genel müdürünü gerekçe göstererek uluslararası güçlere dayandırıyor bu operasyonu.
12 yıllık bir iktidarın devlet içinde devlet var tezi hiçbir şekilde yakışmıyor. Devlet içinde devlet yeni mi ortaya çıktı. Daha önceleri bunun üzerine kitaplar yazıldı. Buna rağmen hükümet bu devlet içinde devlet vasıtasıyla birçok kişinin hapse girmesine destek oldu. Bu güçler hükümetin gözüne sokulmasına rağmen, o zaman neden akıllarına gelemdi?
Halk bankası üzerindeki uluslararası oyunlara gelince, bu Halk bankasına yapılan bir operasyon değil, genel müdürünün aldığı rüşvetleri ve bunun belgesi olarak da onun evinde çıkan paraların operasyonudur.
Bu gösterilen belgeler hukuk tarafından doğrulanırsa bu kadar çok pisliğe rağmen, şu veya bu sebeple bu olanlara göz mü yumulsaydı?
Türkiye temizlenecekse bunlara engel olmamak, amasız, destek olmak gerekir.

Son söz; dün yapılanlar hukuka uygun idiyse bugün yapılanlar daha da uygundur. Hükümet inandırıcı olacaksa yargıdan elini çekmelidir. Aksi takdirde şaibeden kurtulamaz.

23 Kasım 2013 Cumartesi

SEYİT ALİ DURMAZ

Bizimkent Derneği bir yöneticisini kaybetti. Bizimkent Derneği yönetimi olarak  onun yasını tutuyoruz.
Seyit Ali Durmaz Bizimkent Derneği ailesi için önemli bir kişilikti. Bizimkent Derneği ailesi kadar bütün toplum için önemli bir kişilik, önemli bir varlıktı.
Seyit Ali Durmaz'ı önemli kılan onun kişiliği, toplumun sorumluluk sahibi olan bir bireyi olması, duyarlı davranmasıydı.
Seyit Ali 1980 öncesi sosyal ve siyasal mücadeleye başlamış, ömrünün bir bölümünü hapishanelerde geçirmiş, bir dönem vatanından uzak kalmış, toplum ve vatanı için önemli bedeller ödemiş bir kişilikti.
O, 1970'li yıllarda, bu topluma hak etmediği bir düzeni dayatanlara karşı mücadeleye başlamıştı. Tüm toplumun insanca ve hakça yaşayabilmesi için, tüm çalışanların müreffeh bir hayat yaşayabilmesi için mevcut düzenin değişmesi gerektiğine inanmış, sınıfsız bir toplumun hayata geçirilmesi için mücadele ediyordu. Bu sadece, onun siyasal geçmişini özetleyen küçük bir tespittir.
Ama Seyit Ali sadece siyasi mücadele vermekle kalmadı.  O yaşadığı yerdeki sosyal sorunlara karşı da duyarlı davrandı. Doğduğu toraklarda, Elbistan da çocukların gençlerin okuması için çaba gösterdi.
Zaten siyasi mücadele alanında yaptı çalışmalardan dolayı hayatın ekonomik yönünde mücadele etmekten bir hayli uzak kalmıştı. Siyasal hayatın biraz durulmasından sonra iş hayatına atıldı. Tekstil sektöründe çalıştı. Kendi işini kurdu. Tekstil işi üzerinden ihracata başladı. Ekonomik şartlarını biraz düzeltti,  iki oğlunu büyüttü. Daha bir yıl önce Merter'de toptan olarak satış yapılan mağazasını açtı. Oldukça heyecanlıydı.
Seyit Ali ekonomik durumunu düzeltmesiyle birlikte doğduğu yeri, toplumu, insanları unutmadı. İlleri ayrı olmasına rağmen sınır komşusu olan Malatya'nın Akçadağ ilçesi ile Kahraman Maraş'ın Elbistan İlçelerini kapsayan ve bu ilçenin ilk iki harfinden oluşan AKEL Vakfının kurucuları arasında yer aldı. Bu vakfın yöneticisi oldu. Bu vakıf aracılığıyla bu toplumun sorunlarına sahip çıktı.
Yine bu vakıf aracılığıyla her yıl yüzlerce öğrenciye burs verildi, Doğduğu toprakların çocukları okusun diye emek verdi.
Seyit Ali kendi işinden çok bu vakfa emek veriyordu. Gecelere kadar çalışıyor, bu vakfın yayın organının çıkması, insanlara ulaşması için çalışıyordu.
Biz onu biraz geç tanıdık. Seyit Ali geç tanıdığımız ve çabuk kaybettiğimiz bir değerdi.
Seyit Ali siyasi çalışmalarına hemen hiç ara vermedi. Gezi direnişinin önemli bir destekçisi, katılımcısıydı. Beylikdüzü'nde de bu yöndeki çalışmalarda en başta yürüyenlerden oldu.
Bunun yanında Vakıfta sosyal alanda mücadeleye devam etti.
Kendi işi, siyasi mücadele ve sosyal sorumluluk olan Vakıf'ta çalışmakla yetinmedi. Yaşadığı yer olan Beylikdüzü'ünde 4014 konutlu Bizimkent Sitesi'nde de sorumluluk sahibi, duyarlı bir kişilik oldu. Yaşadığı 186 Ada'da kendi bloğundan yönetici oldu. Komşularının rahat etmesi için sorumluluk aldı. Son iki üç yıldır bu sorumluluğunu başarıyla yerine getiriyordu.
Bu da yetmedi Seyit Ali'ye; bir de yine bu sitenin derneği olan, Bizimkent Eğitim Kültür Çevre Koruma ve Güzelleştirme Derneği'nde görev aldı. İki yıldır bu dernek çatısı altında kendisiyle birlikte çalışma şansı bulduk. Ben şahsen ve yönetim kurulu üyelerimizin tamamı kendisinden çok memnunduk.  Sanırım sadece biz değil görev yaptığı bütün arkadaşları, gerek siyasi alanda ve gerekse sosyal alanda birlikte görev yaptığı tüm arkadaşları ondan çok memnundular.
Seyit Ali hiç kimseyi kırmayan, serinkanlı, ağırbaşlı ve herkese saygıyı eksik etmeden, hep sevgiyle yaklaşan bir kişiydi.Fikirlerine kesinlikle katılmadığı kişilere karşı bile asla kırıcı olmadan yaklaşan, kendi fikirlerini onlara sevgi ile anlatan bir insandı.
Hiçbir koşulda mücadeleden vazgeçmeyen, geleceğe hep umutla bakabilen bir insandı.
Bizim için o; geç tanıdığımız çabuk kaybettiğimiz bir değerdi.
Babam açık kalp ameliyatı olmuş, yoğun bakımda yatıyordu. Doktorlardan ameliyatın başarılı geçtiğini öğrenmiş, sevinmiştik. Ama daha o sevinci yaşayamadan Dernek sekreterimiz Gönül Ak'tan bir telefon geldi ve "Güngören'de bir köprüde minibüsün alt geçite uçtuğu ve iki kişinin öldüğü, bunlardan birinin de bizim Seyit abi olduğu söyleniyor" dedi.
Babamı yoğun bakımda bırakıp kaza yerine koştum. Maalesef doğruydu ve Seyit'in cenazesi Yenibosna'daki Adli Tıp'a kaldırılmıştı.
Bu kısa süre içinde çok sayıda seveni Adli Tıp'ın önünde toplanmıştı. Oradaki herkesin yüreğinde bir ateş topu vardı. Herkes şaşkın, herkes acı içinde ve herkes bu ani ölüm karşısında şaşkın ve acizdi. İnsanlar söyleyecek bir şey bulamıyor, acı içinde kıvranıyordu.
Akşam saatlerindeAdli Tıptan aldık Seyitimizi ve Yenibosna Cem Evi'ne götürdük.
 Seyit her gün arabası ile işine giden bir işadamıydı. 20 Kasım Çarşamba günü, yöneticilerinden olduğu  Bizimkent Derneği'nin, 24 Kasım Öğretmenler günü nedeniyle yapacağı etkinliğin son durumunu gözden geçirmek için Dernek merkezine gelmişti. Dernekteki toplantı saat 10.20 gibi bitti. İşe geç kalmıştı. Arabasıyla gitmek yerine metrobüsle gitmek istediğini söyledi arkadaşlara. Öyle de yaptı. Merter'de indi metrobüsten ve minibüse binerek tekstil atölyesine gidiyordu, gidemedi. Minibüsçü onu atölye yerine uçuruma götürdü.
21 Kasım Perşembe günkü  cenaze merasiminden sonra Kavaklı mezarlığında toprağa verdik.  Mezarlıktan doğruca Bizimkent Dernek lokaline gelen sevenleri onun lokmasını yedi.
23 Kasım günü ise onun anısına etkinlik düzenledik.Onun planladığı öğretmenler gününü, onu anarak, onu anlatarak organize ettik. Sonrasında da Bizimkent Derneği Sosyal Tesislerinde ailesi yemek verdi.
Onu tanıyan herkes kendisinden gurur duydu. Biz de kendisinden hep gurur duyduk. Bizler çalışma arkadaşları olarak, onun yarım bıraktığı projelerimizi tamamlamayı bir görev biliyoruz.
Biz seyit Ali Durmazı kaybetmedik, onu yüreğimize gömdük. Onun vazgeçmediği azmi bize örnek olacak, topluma duyduğu sevgisini hep birlikte yaşatmaya çalışacağız. Biliyoruz ki o yas tutmak yerine çalışmayı, üretmeyi, paylaşmayı tercih ederdi.   Bizler onu yaşatmak için her zamankinden daha fazla çalışacağız. çalışacağız ki seyit yaşasın, Seyit huzurlu olsun. 
Güle güle sevgili dostum. Sen rahat uyu. Yarım bıraktıklarını tamamlamak için daha çok çalışacağımıza söz veriyoruz.


Nusret Yılmazer


30 Haziran 2013 Pazar

YARIN DEĞİL, HEMEN. DAHA ÇOK DEMOKRASİ, DAHA ÇOK ÖZGÜRLÜK

Türkiye'nin son on yılda demokrasi alanında önemli adımlar attığını biliyoruz. AKP hükümetinden başka bir partinin de bunları yapabilmesi oldukça zordu. Gelecekte daha iyi şeyler yapılacağı konusunda oldukça iyimser bir hava hakimdi. Ancak Gezi olayları dolaysıyla yaşananlar ve özellikle Başbakan Erdoğan'ın bu olaylar vesilesiyle kullandığı dil bu iyimser havayı dağıttı. Dağıtmaktan da öte önemli bir kesimi karamsarlığa itti. Hele AKP içinde, kullanılan bu dilin yanlışlığını bilinmesine rağmen eleştirilmemesi bu karamsarlığı daha da artırdı. Çünkü insanlar ''bu zihniyet mi demokrasi getirecek'' diye düşünmeden edemedi.


Bir defa Başbakan sürekli ötekileştiren bir dil kullandı. Gezi olayları süresince biz ve onlar kavramını o kadar çok kullandı ki ülke resmen ikiye bölündü. Bir de sürekli azınlığın çoğunluğa tahakkümünü dile getirdi. Bir defa, AKP %50 oy almış olsa bile sandığa giden kesimden %50 oy almıştır. Yani ülkenin gerçek %50 si değildir. Dolaysıyla ülke anlamında bir çoğunluktan söz etmek mümkün değildir. Zaten asıl mesele de bu değildir. %60 gibi çoğunluk iktidarı olsa bile azınlığa karşı demokrat olabilme, onların da başbakanı, hükümeti olabilmek önemlidir. Yoksa çoğunluğun azınlığa tahakkümü hoş görülür bir düşünce doğru olamaz. Başbakan sürekli azınlığın çoğunluğa baskısını dile getirince sanki bu tersi doğruymuş gibi bir anlam çıkıyor. Bu anlam çıkmasa bile kullanılan üslupla bu perçinleşiyor.

Bir de hükümetin yaptığı uygulamalara eleştiri getirenlere, yapılan eleştirileri destekleyenlere yönelik öyle küçültücü bir dil kullanıyor ki, bu dil de hem çok incitici, hem kırıcı ve hem de bölücülük içeriyor. (sözüm ona sanatçı, sözüm ona gazeteci, sözüm ona iş adamı, sözüm ona akademisyen, sözüm ona aydın vs.) İşte bu dilin de katkısıyla Taksim'de, bugüne kadar küçültülen, aşağılanan tüm kesimler bir araya gelebildiler.

Hiç kuşku yok ki son on yılda yapılan çok sayıda iyi işler var. Bunun için ben de ''yetmez ama evet'' diyenlerdenim. Ülkemin demokrasi alanında ileriye gitmesini istiyorum. Bu konuda atılacak her adımı da desteklerim. Ama bu iyi işler bıçak kemiğe dayanmadan, iktidar kendini zorunlu hissetmeden yapılsın. Yoksa olumsuz algılar oluşmaya başlayınca yapılanın da çok fazla önemi anlaşılmıyor. AKP de tam demokrasiden, daha çok özgürlükten yana olduğunu bir an önce göstermelidir.

İktidarın Suriye politikası ayrı bir sorun olarak karşımızda duruyor. Hükümetimiz Esed'e açıkça cephe almış ve muhalifleri her türlü destekliyor. Erdoğan'ın üslubuna kızanlar, eleştirip Esed ile kıyaslayanlar fena halde azarlanıyor, küfürlerle anılıyor. Bu konu sosyal medyada da oldukça geniş yer alıyor. İyi de Türkiye Cumhuriyeti hükümeti bir zamanlar uygulamaya çalıştığı ''tüm komşularla sıfır politika'' doğrultusunda bu Esed ile sarmaş dolaştı. Esed bunlara ne yaptı da birden bire kötü adam ilan edildi. Esed'in muhalifleri silahlandırıldı. Uluslararası ilişkilerde resmen Esed'i indirmek için başrol oynandı. Herkes bilmektedir ki Esed sadece kendi muhalifleri ile uğraşmıyor. Çok uluslu silahlı güçlerle uğraşıyor. Karşılıklı olarak silahlar, bombalar patlatılıyor. Bu savaşta on binlerce insan ölüyor. Ölenlerden sadece Esed mi sorumludur? Bizim payımız nedir acaba? Dünyanın payı nedir acaba.

Elbette Türkiye'de insanların durumu halen çok parlak değilken Suriye'den gelenlere bu kadar bütçe ayrılması da bu ülke insanı için ayrı bir sorun teşkil ediyor.

BizdeSurieye'dekine benzer bir durum olsaydı kaç kişi ölürdü acaba? Bir küçük Taksim direnişinde neler oldu hep beraber yaşadık. Hiçbir ülke resmen direnişçileri desteklemedi. Ama biz uluslararası komplo olarak, faiz lobisi olarak Soroz'cuların oyunu olarak ilan ettik dünyaya.

Bütün bunları Esed'i desteklemek için yazmıyorum. Biraz da kendimizi görelim diye yazıyorum. Kıyaslama yapacaksak daha adil olalım diye yazıyorum. Unutulmamalı ki Esed orada can derdine düşmüş, bombalar ve bombacıları kapısına kadar dayanmış bir siyasetçidir. Hani Esed'i devirmek için halk yürüyüş falan yapmıyor. Ele geçirse asacaklar. Ve bütün bunlar sadece Suriye halkı tarafından yapılmıyyor.İşte Esed'in içinde bulunduğu koşul budur.

Bizde demokrasi alanında birtakım gelişmeler yaşandı dedik. Ama demokratikleşme de öyle kolay gelmiyor. 11 yıldır iktidarda olan AKP, en çok mağdur olduğu 35. maddeyi kaldırmak için daha yeni harekete geçiyor. Başbakan en çok dile getirdiği ''başörtülülerin mağduriyeti''ile ilgili yasal olarak hiç bir şey yapılmıyor. Ama bunlar siyasi arenada bol bol kullanılıyor.

12 Eylül anayasasından şikayet edilip duruluyor. Eleştiriliyor ama anayasanın değişmesi, değişene kadar acilen değiştirilmesi gereken maddelerle ilgili yıllardır bir şey yapılmadı. Siyasi partiler kanunu, seçim kanunu, Alevilerle ilgili değişimler, Kürtlerle ilgili değişimler ha bire bekletiliyor. Bazı zorlamalar olmasa belki daha on yıl böyle süründürülecek. Çözüm süreci denilen açılımlar halkın gözü önünde, şeffaf bir şekilde yapılmıyor. Bu ülkede her şey üstü kapalı olarak yapılıyor. Süreç uzadıkça uzuyor. Yarın burada da bir olumsuzluk yaşansa kimse neden niçin olduğunu bilmeyecek. Ve iktidar bugüne kadar olduğu gibi yine birilerini suçlu ilan edecek. İşte bütün bunlar da eleştiri olarak, kuşku olarak, olumsuz algı olarak ortaya çıkıyor.

Yapılan ve yapılacak iyileştirmeler belki daha önce yapılsaydı AKP bu kadar çok eleştiri almayacaktı. AKP hakkında bu algı oluşmayacaktı.

Bazı şeyleri zamanında yapmak önemlidir. AKP hakkında bu algı oluşmayabilir, bu kadar eleştiri yapılmayabilirdi.Her eleştiri yapana düşman gözüyle bakarsak sadece düşmanlarımızı çoğaltırız.

Biz kimseyle düşman olmak istemiyoruz. Hele kendi hükümetimizle düşman olmak aklımızdan bile geçmez. Ama eleştiri hakkımızı kullandığımız için de düşman ilan edilmek hoşumuza gitmiyor. İstediğimiz demokrasi zaten budur. Buna ne kadar hazır olduğunuz, ne kadar demokrasi istediğinizle doğrudan bağlantılıdır.

Biz Hükümeti eleştiren gazetecilerin, başbakanın talimatıyla gazetelerinden kovulduğu bir ülkede yaşıyoruz.Eleştiri yapan işadamının, üniversite hocasının, sanatçının nasıl kötü adam ilan edildiğini gördük. Her eleştiri getiren ede gözdağı verir gibi ''istersen parti kur da siyasete gir'' dendiğini de gördük. Siyasette dinin nasıl kullanıldığını, doğru olmayan bilgi ve belgelerle, bizatihi başbakan tarafından halkın nasıl dolduruluşa getirildiğini de gördük.

Bütün bu olumsuzluklar olmasın diye çabalıyoruz. Daha çok demokrasi, daha çok hoşgörü istiyoruz. Başbakanın kafası kızınca kesintiye uğrayan bir demokrasi istemiyoruz. Tek kişinin yönettiği bir demokrasi olmaz. Ve o tek kişinin eleştirilemediği demokrasi hiç olmaz.

Demokrasi, demokrasi demekle gelmiyor demokrasi. Demokrasi yasal güvence ve pratikte uygulama gerektiriyor. Elbette daha çok demokrasi, daha çok özgürlükten yana olmak gerekir.

16 Haziran 2013 Pazar

MİLLİ İRADEYE SAYGI MİTİNGLERİ ÜLKEYİ 'TAKSİM' EDİYOR

Taksim Gezi Parkı'ndaki tepki ve direniş, ülke siyasetine ve toplumsal duruma dünya çapında damgasını vurdu. Hiç kuşku yok ki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın sert tavrı bu tepkinin bu hale gelmesinde önemli ölçüde etkili olmuştur. Başbakanla birlikte bu ülkedeki herkes bilmektedir ki Gezi direnişi sadece bir kaç ağacın kesilmesine gösterilen tepkiden ibaret değildir. Bu toplumsal ve sosyal bir tepkidir.


Ama bu tespiti yapanlara sayın Başbakan fena halde kızıyor.

İyi de Başbakan kızınca bu gerçek değişmiyor.

Önce Başbakan bu gerçeği görmeliydi. Görmeli ve 'bu tepki gösteren gençler de benim gençliğim' demeliydi. Başbakan, bunları anlamaya çalışıp 'endişelerini gidermeye çalışayım' tavrını hiç göstermedi.

peki ne yaptı Başbakan?

''Asarım, keserim'' dedi. ''Bana başkaldıranı ezerim'' dedi. ''Benim taraftarım sizden çok fazla'' dedi. ''Ben onları sizin üzerinize salarsam fena olursunuz'' dedi.

Önce bu halkın gösterdiği tepkiyi bile görmek istemedi. ''Dış güçlerin oyunu'' olarak gördü. ''Elimizde belgeler var'' dedi ama belgeleri göstermedi. Dolmabahçe Camisi'ne sığınanlar için, 'içki içtiler'' dedi. Tutmadı. İmama ''zorla tersini söylettiler'' dedi. İmam yalanladı, anlaşıldı ki baskıyı iktidar yapıyor.

Burada bunları tek tek yazmayayım ama hep doğru olmayan ve diğer tarafı kışkırtıcı söylemlere sarıldılar ama gerçeğin öyle olmadığı kısa sürede anlaşıldı.

Şimdi de ''Milli İradeye Saygı'' adı altında Türkiye'de mitingler yapılıyor. Bu da diğer yapılan ve söylenenler kadar yanlıştır. Resmen ülkeyi bölmektir. Bizimkiler ve ötekiler bundan daha iyi nasıl gösterilir? Hangi iktidar halkı böylesine bölmek ister? Bu bölünme kimin işine yarar?

Tepkisini gösteren vatandaşlar için ''Milli irade hırsızları'' diyor ve bunların ''8 ay sonra cevabını alacaklarını'' söylüyor.

Kimse iktidara veya Başbakan'a 'sen oyların çoğunu alamazsın' demiyor. Zaten çoğunlukla gelen iktidarsın. Ama bu tepkiler 'sana oy vermeyen diğer %50'ye baskı yapıyorsun ve bu direnişin, onun tepkisi'' olduğunu gösteriyor.

Halen geçmişte ''inançlı kesime baskı yapıldığını'' söylüyorsun. Şimdiki uygulamarla, yapılan ve söylenenlerle diğer toplum kesimine baskı yapıldığı görülüyor.

Sizlere baskı yapıldığında, sizler sokağa çıkmamış olabilirsiniz. Bugün insanlar tepkilerini gösteriyorsa, sokağa çıkıyorsa suçlu sayılmamalılar. Bunun için suçlu aramak doğru değildir. Suçluyu dışarıda aramak hiç doğru değildir.

Başbakan Kazlıçeşme mitinginde Tencere tava çalanlara sesleniyor; (Yuhh sesleri arasında) ''tencere tavayı gece yarısı çalacağınıza gelin buradan çalın'' diyor. Yani o kitleyi miting alanında savaşa davet eder gibi bir durum ortaya çıkıyor. Bence Başbakan çok da sağlıklı düşünmeden bazı sözleri söylüyor. Apartmanlara, balkonlara asılan bayraklardan bir rahatsızlık var gibi. Mitingde buna da gönderme yapıldı. ''Bayrakları balkonlarınıza asın. Bu bayraklarla gereken cevabı verin'' dedi. Yani beğenmediği sokak diline, yine sokak diliyle cevap veriyor.

19 günlük direniş için ''Azınlığın çoğunluğa baskısını geri getirmek içindi bu gösteri ve direnişler'' dedi. Bunlar eski korkulardan yararlanmanın söylemleri ve mağduru oynamaya yönelik söylemlerdir. Ama artık hiçbir gerçekliği kalmamıştır.

DİSK -KESK -TMMOB- Türk Tabipler Birliği ve Türkiye Diş Hekimleri Odası GEZİ parkı direnişçilerine yapılan baskıları protesto içi Pazartesi günü genel greve gitti.. Bunlar da mı işbirlikçi? Bunları nasıl nitelemek gerekiyor. Bu ülkede hükümetin yaptıklarına karşı çıkan herkes vatan haini ve düşman ise vay bu ülkenin haline.

Şu anda sadece Başbakanın dediklerini seslendirenler, buna inananlar vatan sever ve ülkenin gerçek halkı ise bu ülke zaten bölünmüş demektir. Sadece çıkacak bir iç savaşla bu kesinleşmiş olur. Bu izlenimden önce ülkeyi yönetenler kaçınmalıdır.

Bu ülkede çoğunluğun oyunu almış bir siyasi parti iktidarda diye diğer %50 lik kesim itirazlarını, eleştirilerini ve buna yönelik tepki ve protestolarını yapamayacak mı? Demokrasi bu rejimin adı mı?

Azınlığın çoğunluğa baskısı kötü de, çoğunluğun azınlığa baskısı iyimidir?

Başbakan; 'Kimse kimseye yaşam biçimi dayatamaz'' diyor. Ama bu çoğunluk iktidarı diğer %50'ye neden kendi belirlediği yaşamı dayatmak istiyor? ''Biz yapıyoruz siz de kuzu kuzu uyacaksınız'' diyor?

Bir ülkenin başbakanı, bütün bu olanları ''dış güçlerin oyunu'' olarak görüyorsa, neden buna çanak tutan konuşmalar yapıyor?

Neden onların verdiği mesajları almak, onlara yaklaşım göstermek istemiyor da, onların kendisinin dediklerini kabul etmelerini istiyor? Zira göstericilerin temsilcileriyle görüşmüş olması onları ciddiye aldığını, onları anladığını göstermiyor. Onları hoş görmediği ve kabullenmediği her halinden ve sözünden belli oluyor.

Elbette bu ülkede terör estirmek isteyen gruplar vardır. Hiç kimse de bunlara destek vermiyor zaten. Bunlar günlerdir tepkilerini ortaya koyan GEZİ direnişçilerini suçlamak için bahane olmamalıdır. Aklı başında hiç kimse terörden, kavgadan yana olmaz. Ama devlet de her protesto ve eleştiriye gazla copla gitmemelidir.

Polis Taksim'i, GEZİ'yi boşalttı ama Başbakan'ın Kazlıçeşme konuşmasından sonra İstanbul'un bütün ilçelerinde binlerce halk sokağa döküldü. ''Her yer Taksim, her yer direniş'' diye sloganlarla yürüyorlar.Taksim'i polisten duvar yaparak koruyabilirsin ama bütün ülkeyi nasıl koruyacaksın? Bu böyle devam ederse AKP'nin oyları düşecek elbet. fakat bu ülke 8 ayı sabırla geçirir mi, başka olumsuzluklar yaşanır mı diye düşünmemek mümkün değil.

Unutulmasın ki; bir iktidar, kendi gibi düşünmeyen halkına karşı her türlü anormal muameleyi uygularsa, o iktidarın meşruluğu biter. Hiçbir iktidarın "ben seçimle geldim, muhalifleri yaşatmam" deme özgürlüğü yoktur. Her baskıya uğrayan kitle bir şekilde kendini savunur. Bu daha da ileri giderse farklı sonuçlar yaşanır. Canına kastedilen insanlara meşru müdafaa hakkı doğar. Bunun adı literatürde iç savaştır. Bunu da güçlü, güçsüz hiçbir iktidar istemez, istememelidir.

Ülkeyi huzura kavuşturacak olan iktidardır. Hoşgörüyü gösterecek ve sorunları anlayıp çözecek de siyasi iktidardır. Bunu anlamak, bilmek görmek bu kadar zormudur?

Nusret Yılmazer

14 Haziran 2013 Cuma

GEZİ OLAYLARI BİTECEK AMA UMARIM BİR DAHA YAŞANMAK DURUMUNDA KALINMAZ

Taksim Gezi Parkı eyleminde sona yaklaşılıyor. Başbakan'ın eylemcilerin temsilcileriyle ve çeşitli sanatçılarla görüşmeye başlaması, sorunun konuşulmaya başlaması elbette çözümü sağlayacaktır.


Bu arada ilgili, ilgisiz kişi ve sanatçılarla görüşmeler de yapıldı. Mesela Necati Şaşmaz, namı değer Polat Alemdar ile niçin görüşüldü? Şaşmaz'ın hangi kitlenin temsilcisi olduğu ve Taksimdekileri nasıl temsil ettiği pek anlaşılamadı. Belki hükümet, 'bakın böyle sanatçılar da var. Sanatçıların hepsi Gezi direnişini desteklemiyor' mesajını vermek istedi.

Kurtlar Vadisi dizisinde sürekli savaş ve terör görüntüsü çeken Necati Şaşamaz Başbakan Erdoğan ile görüşmesinden sonra oldukça yumuşak ve anti eylemci bir tavır sergiledi. Gezi direnişi nedeniyle yaşananlar için ''bu bize yakışmadı. Bize nazar değdi'' gibi değerlendirmeler yaptı.

Başbakan'ın 14 Haziran'ın ilk saatlerinde görüştüğü Gezi direnişi temsilcileri ve sanatçılardan Halit Ergenç, Mahsun Kırmızıgül, Nebil Özgentürk, Ali Sunal, Yavuz Bingöl, Sertap erener, Ceyda Düvenci,Sunay AKın ve daha birçok sanatçının katıldığı görüşme oldukça olumlu geçmişe benziyor. Bu görüşmeden sonra hem Hüseyin Çelik'in yaptığı açıklama, hem de Halit Ergenç'in yaptığı açıklama oldukça ümit verici.

Bir defa Başbakan'ın çok kızdığı mahkeme süreci beklenecek. Mahkeme Topçu Kışlası yapılmasını iptal ederse zaten sorun olmayacak. Hükümet bu karara uyacak. Elbette burada sorunlar var. Çünkü mahkemenin yürütmeyi durdurma kararına hükümet itiraz etmiş. Üst mahkemelerde görüşülecek. Ama burada hükümetin yargıya baskı yapmasından endişe ediliyor.

Yargı hükümet tezi doğrultusunda karar verirse; yani Taksime Topçu Kışlası yapımı onaylanır ise bu kez de plebisit denilen halk oylaması yoluna gidilecek. Yani hükümet bu öneriye sıcak bakıyor.

Bu teze gezi direnişçileri pek de sıcak bakmıyor. Neden?

Halk oylamasına sıcak bakılmamasını bazı yazarlar eleştiriyor. Bunu, Türkiye muhalefetinin bir sorunu olarak açıklıyorlar. Halkın isteklerini dikkate alanların, halkın kararına saygı göstermesi gerektiğini yazıyor. 'Halka güvenmemekten söz ediyor ve bu da hazin bir durumdur' diyorlar.

Halbuki burada görülmesi gereken şudur; Bu ülkede en örgütlü siyasi parti AKP'dir. İstediği zaman kitlesini yönlendirebiliyor. Diğer tüm gruplar oldukça dağınıktır. AKP'nin en güçlü siyasi parti olduğu, çoğunluğu temsil ettiği tartışmasız doğrudur. Ancak buna rağmen Taksim Gezi direnişi gerçekleşti ve Türkiye çok şey kaybetti ve demokrasi açısından elbette kazanımlar da oldu.

İşte bu plebisitte AKP yine çoğunluğunu kullanarak istediği kararı çıkartabilir düşüncesi ağır basacaktır ve oylamada istenilen sonuç alınacaktır diye endişe ediliyor.

Gezi parkı direnişçilerinin belli bir siyasi eğilimi, siyasi partisi veya örgütü yoktur. Her kesimden insanın, özellikle gençlerin oluşturduğu bir kesimdir. Onun için Taksimde bütün farklı olanlar bir arada yaşamayı biliyor diye yazılıp çiziliyor. Taksim'de bir amaç için bir araya gelen binlerce gence veya kitleye karşın milyonlarca AKP'li sandıkta belirleyici olacaktır.

Böyle olunca da bu referandum veya plebisit bir oyalamadan başka bir anlam ifade etmeyecektir. Elbette burada denebilir ki' 'iyi de, ne yapalım. Halk ne derse o.''

Bu halk oylaması Taksim direnişçilerinin istediği gibi bir sonucun çıkmasını sağlamayacak diye endişe ediliyor.. O zaman da bu 4 kişi niçin öldü? Bu a politik gençlik(!) niye bu kadar çile çekti gibi üzüntü ve hoşnutsuzluklar ortaya çıkacaktır.

Burada öncelikle şunu belirtmek gerekir. Ayrıca hükümetin de bunu anlaması gerekir diye düşünüyorum. Bu eylemde neredeyse tüm kesimlerin üzerinde birleştiği bir sonuç var. O da bu eylemin sadece Gezi parkındaki birkaç ağacın kesilmesine karşı çıkılması ile sınırlı olmadığıdır. Buradaki gençlerin, hükümetin her konuda belirleyici, emredici olmasına, yaşamın her alanına bu kadar müdahil olmasına, belirleyici olmasına ve özellikle gençlerin geleceği konusunda yaşadıkları endişelere de tepki gösterdikleri görülmüştür.

Hal böyle olunca siyasi iktidarın bu tavrını gözden geçirmesi gerektiği açıktır. Türkiye'de çok çeşitli toplum kesimleri istediği gibi yaşama hakkına sahip olmalıdır. Hükümet kabul etse de etmese de özellikle gençler bu endişeyi yaşıyorlar. Hükümet de bu algıyı görmeli ve bu endişeyi gidermeye çalışmalıdır.

Bunun için Gezi Parkı ile ilgili halk oylaması yapılacak ise AKP'nin burada kitleleri yönlendirmeyeceğine dair güvence vermesi gerekir. Güvence vermekten de öte gençliğin yukarıda yazdığım endişe ve taleplerini dikkate alarak davranmalıdır.

Yoksa örgütlü ve çoğunluk olan AKP buradaki sandıktan da galip çıkacaktır. Ama bu yaşanan hiç bir sorunun çözümüne katkı sunmayacaktır. İleriki dönemde yaşanacak en ufak bir sorunda Gezi'de yaşananlar tekrar yaşanacaktır.

Bu ülkeyi 10.5 yıldır AKP hükümeti yönetiyor. Bu yaşananlardan sanırım o da hiç hoşnut değildir. Bu yaşananlar bir daha yaşanmasın diyorsak daha akılcı davranmak zorundayız.

2 Haziran 2013 Pazar

BEN BİR ÇINAR AĞACIYIM TAKSİM GEZİ PARKINDA

BEN BİR ÇINAR AĞACIYIM TAKSİM GEZİ PARKINDA




Hükümetin, İstanbul Gezi parkında yapmak istediği Topçu kışlası dolaysıyla halkın önemli bir kesiminde oluşan tepki, orada yol çalışması nedeniyle bir - iki ağacın dozerlerle çıkarılması ile bardağı taşıran son damla oldu.

Hükümetin toplumun hassasiyetlerini pek dikkate almadan birtakım uygulamalar yapması insanların içten içe tepkilerini büyütüyordu. En son Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın ''iki sarhoşun yaptığı yasaya saygı duyuyorsunuz da, neden Allahın yasalarına karşı çıkıyorsunuz'' sözü de toplumun önemli bir kesiminin hassasiyetini öne çıkarmıştı.

Başbakan bu sözü ile, Türkiye Cumhuriyeti yasalarını yapan Atatürk ve İnönü'yü hedef almıştı. Her ne kadar AKP'den farklı açıklamalar geldiyse de burada mızrak çuvala sığmadı.

Toplumun bu kesimi ''Türkiye'nin çizgi değiştirdiğini anladı ve artık seslerini çıkarmaları gerektiğini'' düşünmeye başladı.

Taksimde onlarca ağaç çıkarıldı ve taşındı ama iki ağaç çıkarılmadı, dozerlerle kökünden sökülüp atılmak istendi. İst. Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş bu ağaçlar için ''arkadaşlar bu ağaçları değersiz bulmuş'' dedi.

İşte bu iki ''değersiz ağaç'' önce çevrecileri bu alana topladı. Sonra yukarıda yazdığım hassasiyetleri öne çıkmış bütün İstanbulluları buraya topladı. Ve iki ağacın çıkardığı sese bütün dünya kulak verdi. Çıkan sesler kartopu gibi, ses topu oldu ve hükümete doğru patladı.

Bu süreçte polisin kendi vatandaşına karşı uyguladığı aşırı şiddete tanık olduk. Birileri bu şekilde talimat vermişti ki polis bu şiddeti uyguladı. Ardından bizatihi başbakanın ''polis orantısız güç kullanmış olabilir. Bununla ilgili gereken yapılır'' demesi kimse için bir şey ifade etmedi.

Gezi protestosu toplumun değişik kesimlerini bir araya getirdi. Bazı ilginç birlikteliklerin yaşanmasını sağladı. AKP barış ve çözüm sürecini yürütürken Abdullah Öcalan ve BDP ile birlikte hareket ediyordu. Diğer taraftan da bu iki siyasi gruba tepkiler vardı. Hele akil insanlar toplantılarında AKP'liler ve Kürtler birlikte lanetleniyordu.

Oysa Gezi protestosunda kitlelere güç veren en büyük hareketlerden biri BDP'li Sırrı Süreyya Önder'İn kendini dozerin önüne atmasıydı. Önder bu davranışı ile fiziki olarak yaralandı ama kitleleri cesaretlendirdi. Ve BDP'liler bu eylemde anti AKP'ller safında yer aldı. Burada, protestocu ulusalcı kesimden kimse bunların Kürtlüklerinden rahatsız olmadı.

Bu tür durumlarda sapla samanın birbirine karıştığı durumlar da sıkça yaşanır. Ve bu durumu lehlerine çevirip (ucuz) kahraman olmak isteyen birileri de çıkar.

1 Haziran akşamı saat 20 - 24 arasında Beylikdüzü'nde, Bizimkent'te bir yaza merhaba şenliği düzenlenmişti. Bu aylar önce organize olunmuş, stant, ses , ışık şirketiyle anlaşmalar yapılmış, sanatçılarla ve şirketlerle sözleşmeler yapılmıştı. Şirketler stantlarını kurmuş, geleneksel 3. Bizimkent Şenliği başlamak üzeredir. Birileri bu şenliğin iptalini istemektedir. İptali isteyenlerin hemen hiçbiri Taksim'e gitmemiş, gitmeyecek olan insanlardır. Bunlar, ''Taksim'de bu olaylar yaşanırken siz burada eğleniyorsunuz'' diye tepki göstererek kendilerini Taksim'in hamisi gibi gösteriyorlar.

Halbuki bu etkinlikten Taksim'e selam gönderiliyor, Taksim'de doğaya yönelik ağaç kesimi ve insan hak ve özgürlüklerine yönelik her türlü baskı protesto ediliyor. İnsanların bu protestolarına saygı duyulduğu vurgulanıyordu.

Ve bu ucuz kahramanlık peşindeki birkaç kişi, çoğu 9 - 10 yaşında çocuk ve bazı vatandaşları toplayarak 50- 60 kişi ile bu etkinlik alanında bir yürüyüş yaparak bu etkinliğin son bulmasını istiyor ve bunun için her türlü provokasyona başvuruyordu.

Burada bu provokasyonculara uyulsa, karşı çıkılsa, yaptıklarının ucuz kahramanlık olduğu söylense etkinlik alanında müzik dinlemeye gelmiş binlerce insan mağdur olacak ve birçok olumsuzluk yaşanacaktı. Provokasyoncuların oyununa gelmemek için gece son buldu. Ama onlarca insan da gelerek bu duruma tepki gösterdi.

Toplum duygusal davrandığından o anda bütün bunlar sorgulanamıyor. Madem bu kadar duyarlısın, Taksim direnişinin bugün 5. günü, neden sen orada değilsin de burada, sitenin içinde onların sırtından nemalanmak istiyorsun?

Bir beş gün daha geçse direnişte sen ve senin gibiler oraya gitmeyecek. O halde bu sahte kahramanlık ne için?

Sonra ülkede kan gövdeyi götürmemiş, Taksimde doğaya sahip çıkma eyleminde insanlar zor anlar yaşıyor diye bütün ülkenin yas tutması niye? Bununla ne kazanılacağı hesaplanıyor?

Söyleyeceğin söz varsa işte ayağına mikrofon gelmiş, neden herkes duygu ve düşüncesini buradan dile getirmiyor da, getirenlere de engel olunmak isteniyor?

İşte bu tür basitlikler yapmak ve şiddet yanlısı olmak, aklı kullanmadan duyguları kullanarak bir şeyler yapmak toplumu ileriye götürmez ve bu topluma hiç bir şey kazandırmaz. Sadece toplumu bu provokatörlerin oyuncağı haline getirir. Başıbozukluk sağlar.

Toplumumuzda güzel gelişmeler de yaşanıyor. Bu güzel gelişmeleri bir kaç provokasyoncunun malzemesi haline getirmeye fırsat vermemek lazımdır.

Güzel günleri bunlara kurban etmeyelim.

21 Mayıs 2013 Salı

DOLDURUŞA GELMEDEN VATANSEVER OLAMAYANLAR

Beylikdüzü'ne akil insanlar gelecek diye, birbirini gazlamış birçok insan toplantı salonuna gelerek küfürler arasında ''korsan İstiklal marşı'' okumuştu. Buna tepki gösteren birçok insan da bu dayatmacı davranış karşısında ayağa kalkmamıştı.


Bu kez orada çekilen fotograflar birçok gazetede yayınlanmış, facebok'da küfürler eşliğinde dolaşmıştı.

14 Mayıs'da meydana gelen bu olaydan 5 gün sonra da 19 Mayıs Atatürk'ü anma, gençlik ve spor bayramı vardı. Ben de merak ettim; o gün akiller toplantısında ''terör estiren'' grup bu 19 Mayıs törenlerine ne kadar ilgi gösterecek? Sadece bunu görmek için gitmedim törene ama bu gruptan kaç kişi gelecek diye de merak ettim.

19 Mayıs sabahı tören alanına gittim. Lise öğrencileri, resmi yetkililer, siyasi partilerde görev alan insanlar ve bir iki derneğin çelengi vardı. Özellikle akil insanlar toplantısında bayrak savaşı yapanlar, bayrağı ellerinde dolaştıranlardan hiç birini tören alanında göremedim. İstiklal marşı okumadınız'' diye bağırıp çağıranlar, hakaret edenlerin neredeyse hiçbiri gelmemişti 19 Mayıs'ı kutlamaya. (tabiiki görev almamış kesimden söz ediyorum) Demek ki oradaki tepkici çoğunluğun derdi milli değerlere sahip çıkmak değilmiş. Oradaki tepkici çoğunluğun derdi' Türkiye Cumhuriyetinin' saygın sembollerine ve günlerine sahip çıkmak değilmiş. Birileri onlara ''gelin akiller geliyor. Onlara gününü gösterelim. Beylikdüzü'nde onlara yer olmadığını gösterelim' demiş. Onlar da gelmiş vazifelerini yapmışlar.

Birçok insan çeşitli illerden Ankara'ya, Sıhhıye Meydanı'ndaki kutlamalara katılmak üzere gitti. AKP'ye gövde gösterisi yapmak için gitti. Elbette yine bir örgütlenme, yine bir kampanya ile gittiler.

Yüreğinde gerçekten yurt sevgisi, vatan sevgisi olanlar böyle bir tepkiye veya gösteriye ihtiyaç duymadan zaten olması gereken yerde oluyorlar. Yüreğinden geldiği gibi davrananlara insan elbette saygı duyuyor. Ama sadece gösteri amaçlı olunca bu tepkiler çok sırıtıyor. Bu tür insanlar yarın durum değişikliğinde hemen, kendilerince karşı taraf dedikleri gruba dahil oluyorlar. Ve bu kez aynı tavırları orada gösteriyorlar. Bilgisiz, bilinçsiz olan bu insanlar bilgi sahibi olmak istemiyor ve toplumun en tehlikeli kesimini oluşturuyorlar.

Kim ki konuşmaktan, anlamaktan, öğrenmekten ve fikirleri fikirle eleştirmekten yana değil onda problem var demektir.

Beylikdüzü Kaymakamı Sayın Ahmet Demirkol'da 14 Mayıs'daki o etkinliğe gelmişti. O da ''Korsan yapılan, hakaret amaçlı ve dayatmacı İstiklal Marşı'' gösterisinde ayağa kalkmadı. Bu dayatmacı ve şov amaçlı gösteriye tepki gösterdi. Bir hayli hakarete ve küfüre maruz kaldı, tıpkı diğer ayağa kalkmayanlar gibi. Bütün bunları facebokta yayınlayan Bizim Bakış gazetesi de kaymakamı aramış ve kaymakam da kendilerini ziyaret ederek orada neler olduğunu, niçin öyle davrandığını ve hatta bu çözüm sürecine neden destek verdiğini anlatmış.

Tepkici grubun bu çabasını internette yayanlardan biri olan Bizim Bakış gazetesi de Kaymakam'a oldukça saygılı davranmış. Bu elbette güzel ama neden dün, 'yahu ne oluyoruz, bu kadar küfüre ne gerek var' türü tavır almadı merak ediyorum. Sayın Kaymakam kendilerini ziyaret edince mi anladılar A. Mesut Demirkol'un saygın bir kişi olduğunu. Çünkü yazının başında kaymakam'a epeyce bir övgü var. Belki de bu korsan gösteride ayağa kalkmayan bütün insanlarla konuşsalar aynı kanıya varacaklar. Demek ki önyargılı olmamak, nedenini, niçinini öğrenmek gerekiyormuş.

Bizim Bakış Gazetesindeki Kaymakam A. Mesut Demirkol röportajından öğrendim ki Bizimkent yönetiminden üç kişi kaymakam'a gitmiş ve Kaymakamı akil insanlar toplantısına davet etmiş. Benim bildiğim Bizimkent yönetimlerinden hiç kimse gitmedi. Kaymakam Demirkol'u davet etmeye Bizimkent'ten sadece Hüseyin Şengül gitmiş diye biliyorum. O da yönetimde değil. Kaymakam bey de zaten sadece onun ismini vermiş. Şahsen benim akiller toplantısından haberim toplantı günü oldu. Kaymakam Demirkol'un ayağa kalkmamakla ilgili tüm düşüncelerine katılıyorum ve zaten bunu 16'sında bu sütunda yayınlanan yazımda açıkladım.

Bazı CHP'lilerin bu aşırı tepkici davranışlarını anlamakta zorlanıyorum. Zira Deniz Baykal'ın bile sessiz destek verdiği çözüm sürecine bu kadar tepki göstermek gerekçelerini ve dayattıkları noktayı anlayamıyorum. (bakınız sabah, Mahmut Övür 14-5-2013) Kaldı ki CHP içinde bu süreci destekleyenler var. CHP bu konuda çok da homojen bir görünüm sergilemiyor.

Ben insanların bir şeyi yapmadan önce iyi düşünmeleri gerektiğine inanıyorum. Doğruya destek vereceksek işimize geldiği için değil, genel insanlığın yararı için destek vermeliyiz. Bir şeye tepki göstereceksek ve hele şiddetli tepki göstereceksek bunun doğruluğundan emin olmalıyız ve o konuda kendi davranış bütünlüğümüze bakarak hareket etmeliyiz. Gerçekten vatan duyarlılığı olmayan, bu davranışa sahip olmayan birileri, sadece birileri orada olacak, orada güçlü olacağız diye tepki vermemelidir. Genel bir halk deyimiyle, 'içimiz ve dışımız bir olduğunda' sağlıklı bir gelecek kurabileceğiz demektir.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

BEYLİKDÜZÜ'NDE AKİLLER TOPLANTISI VE BASKICI ZİHNİYET

14 Mayıs salı günü Beylikdüzü'nde Akil insanların katıldığı bir toplantı düzenlendi. Toplantıya Prof. Yücel Sayman ile Doç. Levent Korkut katıldılar.


''Beylikdüzü çözüm girişimi'' adı etrafında toplanan bir grup bir grup insan böyle bir girişimde bulunmuş, birçok kişi ve kurumla görüşerek ülkemizde yaşanan sürecin Beylikdüzü'nde konuşulmasını tartışılmasını sağlamayı amaçlamışlardı. Beylikdüzü Kültür Merkezi'nde yapılan toplantının açılış konuşmasını Hüseyin Şengül yaptı.

Şengül'ün kısa konuşmasının ardından daha doğru düzgün iki kelime konuşulmadan salondan laf atmalar başladı. Salonda olan tepkici gruplardan, sayıları nispeten az olan MHP ve işçi partililerin yanında ağırlıklı olarak CHP'liler vardı. Ve daha başından burada insanların konuşturulmaması amaçlanmıştı. Bu grup ayağa kalkıp, yanlarında getirdikleri bayrakları da açarak İstiklal Marşını okumaya başladılar.

Bu grubun çoğunluğu, hak ve özgürlüklerin yeterince kullanılmadığından şikayet ediyor ve geçmişte bu topraklarda yaşanan acılardan öyle veya böyle nasibini almış, devlet baskısının, devlet terörünün muhatabı olmuş insanlardı. En azından oradaki herkes, geçmişte devletin insanları nasıl ezdiğini, nasıl öldürdüğünü, nasıl şiddet uyguladığını iyi biliyordu.

Bugün devlet cinayetler işlemiyor. Bugün devleti yönetenler 30 yıldır devam eden savaşın bitmesi gerektiğini düşünüyor. Ve bu ''Akil İnsanlar'' çalışması ile 'haydi buyurun siz konuşun, düşüncelerinizi, duygularınızı tavrınızı bu insanlar aracılığıyla bize iletin' diyor.

İşte bir kısım insan Beylikdüzü halkının bir araya gelerek konuşmasını, Beylikdüzü'nün sesinin duyulmasını sağlamaya çalışmıştı.

Bu toplantıyı düzenleyenler ve bu toplantıya katılanlar orada konuşulacakları belirleyemezler. Katılanlar düşüncelerini özgürce ifade edebiliyorlar. Hal böyle iken tıpkı daha önceki ceberrut devletin yaptığı gibi İstiklal Marşını, hiç bir kural tanımadan, toplantıyı düzenleyen ve katılanların çoğunluğuna baskı amaçlı okumaları bir ayıp, ayıptan da öte bir terördü. Yücel Sayman'ın da belirttiği gibi onlar İstiklal Marşından rahatsız değillerdi. Ancak salondaki toplantıyı baskın amaçlı geliştirilen bu durum da rahatsız ediciydi ve baskı aracı olarak kullanıldı.

Orada sadece düşünceler konuşulacak olmasına rağmen bir kısım protestocunun insanlara, isimleriyle birlikte hakaret ve hatta küfür etmeleri hiçbir şekilde hoş görülemez.

Buna rağmen ''Akil insanların'' oldukça akıllı ve demokrat davranarak bu tepkileri hoş görmeleri, hoş görmeden de öte herkese mikrofon vererek düşüncelerini açıklama imkanı sağlamaları, toplantıyı organize eden, toplantıya konuşmacı olarak gelenlerle protestocular arasındaki seviye farkını açıkça gösterdi.

Öncelikle bu günkü meselenin Kürt sorununun çözümünden öte özgürlük ve demokrasi meselesi olduğu bir kez daha, bu kez Beylikdüzü'nde ortaya çıkmış oldu. Kimlerin bu ülkede özgürlük istediği, kimlerin özgürlüğü sadece kendileri için, kimlerin özgürlüğü toplumun bütün kesimleri için istediği çok iyi anlaşılmış oluyor. Kimse kimseyi kandırmasın. Bu ülkede 80 milyon insanın barış içinde ve hiçbir baskı görmeden yaşaması, işte bu ortamlarda birlikte özgürce konuşabilmekten başlıyor. Bugün burada terör estirmek isteyenler, dün de devletin terörünü hoş görenlerdir.

Beylikdüzü'ndeki toplantıya, çıkan kargaşa yüzünden 10 dakika ara verildi. Sonra toplantı devam etti.Toplantıya katılan herkes ve başta protestocular düşüncelerini mikrofondan açıkladılar. Yücel Sayman; ''Biz buraya sizlerin düşüncelerini ve elbette tepkileri de almaya geldik. Biz kimseyi şekillendirmiyoruz. Böyle bir amacımız da yok. Bize yaptığınız hakaretleri üzerime de almıyorum. Ben kendimi bildim bileli özgürlükten yana tavır aldım. Herkes için hak ve özgürlük istedim. Bu amaç için yola çıktıksa bunların olacağını da elbette bekliyoruz. Siz bu baskılarla bizleri değiştiremezsiniz. Biz de buraya sizleri değiştirmeye gelmedik. Sadece karşılıklı konuşmaya geldik'' dedi.

Bir zamanlar devlet hapse attığı herkese zorla, copla İstiklal Marşı okuttururdu. Şimdi de bu toplantıda birileri bunu sivil olarak yapmaya kalkıştı. Adı üzerinde bu bir sivil toplum girişimi, bir sivil toplantıdır. Burada İstiklal Marşı okunması gerekmiyordu. İllaki okunacaksa bu insan gibi dile getirilir, konuşulur ve okunabilirdi. Bunu bir terör hareketine, baskı olarak kullanmaya gerek yoktu. Yıllardır böyle yapıldığı için toplum bu noktaya geldi. Yoksa orada aklı başında hiç kimse İstiklal Marşı'na da, okunmasına da karşı değildi.

Konu elbette uzun. Üzerine koca koca kitaplar yazılıyor. Dolaysıyla bu yazıda bunların tamamını anlatmak mümkün değil. Söylenecek çok şey var. Ama bence meselenin özü de burada başlıyor. İnsan olmak, insanı konuşturmak ve dinlemek. Ve elbette herkesin konuşmasına imkan sağlamaktır. Katılımcılardan Yüksel Arı içinde bulunduğu durumu açık yüreklilikle ifade etti. ''Benim oğlum askerlik yaşına geldi. Ve benim yüreğim korku içinde. Askere göndermek istemiyorum. Oğlum kimle savaşacak, niçin ölecek veya öldürecek?'' Toplantıya katılıp da tepki gösterenlerin büyük çoğunluğu aynı duygu ve düşüncede olmasına rağmen bunu açık yüreklilikle söylemiyorlar.

Sahiden bu savaş kimin savaşı?

Her hakkı herkes için istemek. Her özgürlüğü herkes için istemek. Lafta değil özde kardeşçe yaşamayı savunmak. Burası benim, sana yaşam hakkı yok demek değildir. Bu da her şeyden önce gerçekten yüreğinde insan sevgisi taşımaya bağlıdır. Kendine ve karşındaki herkese saygı duymana bağlıdır.

9 Nisan 2013 Salı

GÖNÜL ELÇİLERİ

Gönül Elçileri projesi Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının bir çalışmasıdır. Bakanlık bu projenin etkili olabilmesi, toplumun tüm kesimleri tarafından öğrenilmesi için valiliklere genelge göndermiş. Valilikler de Kaymakamlıklara göndermiş. Üzerinde önemle durulan bir çalışma.


Beylikdüzü Kaymakamı Sayın Mesut Demirkol geçen gün beni arayıp bu projeden bahsetti. Beylikdüzü'ndeki 13 mahalle muhtarı ile bir toplantı düzenleyeceğini ama bu projenin daha da etkili olması için büyük sitelerin yönetici temsilcileri ve dernek başkanları ile bir araya gelmek istediğini söyledi ve beni de bu toplantıya davet etti.

Pazartesi günü de Beylikdüzü Belediyesi Sosyal Tesislerinde toplantı yapıldı. Kaymakam Mesut Demirkol başladı konuyu anlatmaya.

''İsminden de anlaşılacağı üzere bu bir gönül projesidir. Kimseden para pul istemiyoruz.Biz Beylikdüzü'ndeki İnsanlardan, ilçemizdeki ihtiyaç sahiplerine zaman ayırmalarını talep ediyoruz. Elbette para yardımı yapabilecek ve yapmak isteyen komşularımıza da ihtiyacımız var. Ama mutlaka para yardımı yapacak insanların olması şart değildir.

Bölgemizde başının okşanmasına, birlikte zaman geçirmeye, bir şeyleri paylaşmaya ihtiyacı olan çocuklarımız var.

Bölgemizde kendisine kitap okuyacak birilerini bekleyen amalarımız var. Kendisini yürüyüşe çıkaracak, gezerken kendisine etrafı anlatacak, kendisiyle sohbet edecek birilerini bekleyen ihtiyaç sahipleri var.

Bir engelinden dolayı yaşamın bir alanını yaşayamayan birinin, kendisinin bu engelini aşacak bir hemşerisinin ilgisine ihtiyacı olan birçok vatandaşımız var.

Geliri kendine yetmeyen bir kadına, aileye destek olacak, onların aile çarkının dönmesine yardımcı olacak birilerine ihtiyacımız var.

Kimi komşularımız 'ben gazi ve şehit ailelerine yardımcı olmak istiyorum' diyebilir. Bir şehit çocuğunun baba eksikliğini gidermeye çalışmak, ona sevgi ve şefkat göstermek isteyen komşularımız olabilir.

Tabiri caiz ise ihtiyaç sahibinin hamisi olacak, onun eksikliğini giderecek, kimsesizin kimsesi olacak, sorunu olanın sorununun çözümü için çaba harcayacak birilerini bulmaya çalışıyoruz.

İlçemizdeki yaşlıları evinde ziyaret edecek, belki onları alıp çay bahçesine götürüp orada sohbet edecek birilerini arıyoruz.

Belki bir saz çalabilen biri onlara saz çalar, müzik dinletir.

Belki bir terzi yalnız yaşayan, ihtiyacı olan bir kaç kadına terzilik öğretir. Belki bir kuaför yetiştirme yurdunda birçok çocuğa bu mesleği öğretir veya ekibiyle ayda bir - iki gidip burada topluluğa kuaförlük hizmeti verir.

Kısacası kimin ne tür ihtiyacı varsa, bu çeşitli ihtiyaçları karşılayacak çok sayıda insana, komşuya ihtiyacımız var.''

Kaymakam Demirkol; Beylikdüzü'ndeki ihtiyaç sahiplerini belirlemek için muhtarların yoğun çalışma yapmasını istedi. Hangi alanlarda, kimlerin, neye ihtiyacı varsa bunlar tespit edilecek. Sonra yapılacak toplantılar ile bu ihtiyaçları karşılayacak ilçe sakinleri bulunacak.

Bunun için site yönetimleri ve bu işe ilgi duyacak, bu alanda katkı verecek derneklerle toplantılar yapılacak. Dairelere, hazırlanmış olan formlar dağıtılacak. Böylece ilçedeki herkese ulaşılmaya çalışılacak. Kimin ne tür katkı sunacağı tespit edilmeye çalışılacak. Eğer istenirse sitelerde yapılacak toplantılara bizzat Kaymakam Demirkol da katılacak.

Yine Kaymakam Demirkol'un verdiği bilgiye göre Türkiye'de 70 civarında ''koruyucu aile'' varmış. Bu sayı pek yükselmiyormuş. Ancak 5 - 6 aylık bir çalışma ile bu sayı 215 çıkmış. Demek ki bir konu üzerinde yoğunlaşılırsa başarı da beraber geliyormuş.

Bunun için bu proje üzerinde önemle duruluyor.

Kaymakam bize İstanbul Valiliği'ne gönderilen klasörü de gösterdi. Kalın bir klasör dolmuş. Her hafta böyle bir klasör dolusu yazışma gönderiliyor valiliğe. Yani Aile Bakanlığı da, İstanbul Valiliği de bu işin üzerinde önemle duruyor.

Beylikdüzü Kaymakamlığı da bu işin üzerinde önemle duruyor. Belki Beylikdüzü ilçesi bu sosyal çalışmanın şampiyon ilçesi olur. Beylikdüzü'ndeki bütün ihtiyaç sahiplerine ulaşacak bir el, bir gönül bulunur.

Haydi Beylikdüzü halkı, sıra sizde. Kaymakam'ın kapsısı da eli de size açık ve bu ele uzanacak sevgi ellerini bekliyor.

Nusret Yılmazer







24 Mart 2013 Pazar

ELEKTRİK FAUTARSINDA GÖRÜNMEYEN BEDEL TAHSİL EDİLİYOR

Vatandaş Mart ayı elektrik faturalarındaki rakamları görünce şaşkına döndü. Bedaş’ın yeni bir uygulamasıyla karşı karşıya kalan vatandaş şaşırdı. Mart ayında gelen her faturada ortalama 35 – 60 TL arasında bir fazlalık var. Bunun 21.5 TL’si ‘’Sayaç ayar – bakım’’ kaleminde gösterilmiş ve elektrik sayaçlarının değiştirilmesinden dolayı alınan bir rakam olarak gösterilmiş. Geri kalan 25 – 35 Tl arsındaki bedelin, faturada bir karşılığı yok. Ancak fatura tüketim miktarına bakıldığı zaman burada fazladan bir 30 ile 50 arasında değişen kilovat enerji tüketimi gösterildiği anlaşılıyor. Faturada gözükmediği için kullanılmamış gözüken ama fatura meblağına ilave edilmiş bir miktar gözüküyor.


Mart ayı elektrik faturası geldiğinde ilk endeks ve son endeks diye rakamlar vardır. İlk endeks rakamını son endeks rakamından çıkardığında tüketilen elektrik miktarı ortaya çıkar. Bu durum Mart ayı faturasında olmuyor. Zira Şubat ayında elektrikler okunduktan sonra elektrik sayaçları değişti. Vatandaş, değişen sayaçtaki son endeksin, şubat ayı faturasına yansıdığını düşünüyor. Zira faturada aksi yönde bir bilgi de yok zaten.

Mart ayı faturasında şubat ayında okunan son endeks ilk endeks olarak yer alıyor. Son endeks de yeni takılan sayacın tüketim miktarıdır. Yani sayaçtaki yazdığı kadar bir elektrik tüketimi olması gerekiyor. Diyelim ki bu rakam 207 olsun. Hemen alt satırdaki, elektrik birim fiyatıyla çarpılacak tüketim miktarına bakıyorsunuz, bu rakam sayaçtaki rakamdan 35 - 50 KW daha fazla, yani 242 - 257 gözüküyor. Yaklaşık bir liraya mal olan elektrik birim fiyatıyla çarpıldığında 35 TL’ye yakın bir bedel tüketiciden fazla alınmış gözüküyor.

Bu rakama 21.5 TL sayaç değişini ve yükselen rakamdan dolayı çıkacak fazladan KDV ve diğer vergileri eklediğin zaman 60 TL civarında bir fazla tahsilat söz konusu oluyor. Bunu da onbinlerce abone ile çarparsan fazla tahsilat miktarı korkunç rakamlara yükselir.

Ekteki faturada bunun örneği açıkça gözükmektedir.Şubat ayında okunan faturadaki son endeks 30.387 dir. Ve o sayaç bu rakamda sökülmüştür. Zaten Mart ayı faturasında da ilk endeks olarak bu 30.387 rakamı yer almıştır. Yani arada farklı bir tüketim olduğunu gösteren bir rakam veya ibare yoktur.

Bu 30.387 rakamına kadar olan bölüm Şubat ayı faturası içerisinde ödenmiştir.

O halde Mart ayı tüketimi yeni sayaçta yazan 207.531 dir. Yani 207.7 KV’dır. Halbuki aynı faturanın tüketim bölümünde 242.531 rakamı yer almaktadır. 242.531 – 207.531 = 35 KV nereden gelmektedir. Bu faturada bununla ilgili herhangi bir bilgi yer almamaktadır.

Bu yetmezmiş gibi bu faturada bir de +/- bölümünde 13.83 TL’lik bir rakam yer almaktadır. Yani hem 35 KV’ın parasını(bazı faturalarda bu 50KV’dır) fazla al, hem de böyle bir rakam fazladan al. Bu kaç yönlü bir haksızlıktır anlamakta insan zorlanıyor.

Bu durumu Avcılar BEDAŞ tahakkuk servisine sordurduk. Ancak herhangi bir açıklayıcı bilgi verilemedi. Faturanın altında kalemle yuvarlak içine alınan bölümde bunun yer aldığı söylendi. O bölüme bakıldığında TRT payı, enerji fonu ve sayaç ayar – bakım gibi kalemlerin yer aldığı ve önceki aylarda da bu rakamların olduğu görülüyor. Demek ki orada açıklayıcı bilgi yok.

Bununla yetinmedik ve tekrar başka bir arkadaşımız Bedaş yetkilileri ile görüştü. Ona da ‘’önceki ayın faturasındaki son endeks ile sonraki ayın faturasındaki ilk endeksin aynı olmadığını, dolaysıyla aradaki farkın buradan kaynaklandığını’’ söylemişler. Ayrıca ‘’bu saatleri değiştiren taşeronun, abonelere yarım sayfalık bir yazı vermiş olmaları gerektiğini, eğer vatandaş isterse kendi sayacını kendisinin değiştirebileceği ve bu bedeli ödemekten kurtulacağı’’ bilgisi de verilmiş.

Bir defa faturalardan da görüleceği gibi eski Şubat ayı faturasındaki son endeksle, Mart ayı faturasındaki ilk endeks arsında bir fark yok. Dolaysıyla faturada bu yönde bir bilgi olmadığına göre böyle bir fark gözükmüyor. Sayaçları değiştiren firma tüketicilere herhangi bir belge, bilgi de vermemiştir. Saatleri habersiz değiştirmiş ve çok kötü bağlantı yaptığından, yangın çıkma riski olduğundan şikayetlere neden olmuştur.

Ayrıca hem saat parası, hem de sökme takma parası adı altında gelir kalemleri yaratmak ne kadar doğrudur bilmiyorum.

Burada tek söylenecek şey; sökülen eski elektrik saatlerinin üzerinde okunmayan bir tüketim miktarı olduğu ve bu farkın oradan geldiği yönünde bir açıklama olabilir. Ancak bu durumda bununla ilgili açıklayıcı bilginin ve bu tüketim miktarının (ilk ve son endeks farkı olarak) bu faturada gösterilmesi gerekirdi. Böyle bir bilgi de olmadığından vatandaş; ‘’BEDAŞ tarafından çift yönlü kazıklandığı bilgisini’’ algılanmakta ve BEDAŞ böyle suçlanmaktadır. Aklı başında bir BEDAŞ yetkilisi, buna acilen açıklık getirmelidir. Ve eğer faturada görünenden fazla bir tüketim varsa bunun niçin faturada gösterilmediğini açıklamalıdır.Ya da bu sebepsiz fazla gösterilen tüketim bedelleri silinmelidir.

Ayrıca saatleri değiştiren taşeron tüketiciye neden bilgi vermedi. ''Saatleri isterseniz siz değiştirin'' demedi. Sökülen saatlerde farklı bir tüketim miktarı varsa niçin vatandaşa bu konuda bir belge ve bilgi verilmedi?

Hiç değilse değiştirilecek saatlerde bu kurallara uyulsun. Hem sayaç değiştirme işlemi doğru düzgün yapılsın. Sadece kabloların tuttuğu, sallanan ve tehlike yaratacak şekilde sayaç montajı yapılmasın. Hem de sökülen sayaçlardaki endeks farkı faturalarda gösterilsin.







































20 Şubat 2013 Çarşamba

AKP İLE BDP KARADENİZ TURUNU BİRLİKTE TAMAMLAMALIDIR


BDP milletvekillerinin Karadeniz turu, bazı aşırı milliyetçi kesimin tepkisiyle yarıda kesildi. BDP'liler turu yarıda kesmekle, bence de doğru bir karar verdiler. Ancak bu gezi yarım kalmamalı, tamamlanmalıdır.

BDP'liler Karadeniz turuna çıkacaklarını açıkladıklarında ben, önce bir anlam veremedim. 'Bu da nereden çıktı. Karadeniz bölgesi ve BDP'. Pek bir araya getiremedim. Sonra biraz düşününce, madem bu ülkede barış olacak, huzur olacak, kin, nefret ve kavga olmayacak, o zaman BDP de Karadeniz'e gitmelidir. Karadeniz onları dinlemelidir. Belki daha iyi anlaşılmak adına sorular sorulacak, cevaplar verilecek ve yapılacak uzun erimli barışın temelleri böylece daha sağlam olacak diye düşündüm.

Kaldı ki bu ülkedeki her parti Doğuya, Güneydoğuya gitmiyor mu? O halde BDP de bu ülkenin bir siyasi partisi ve elbette Karadeniz'e de, ülkenin diğer yerlerine de rahatça gidebilmelidir.

Eğer bu ülkede milletvekilleri bile ülkenin her tarafına özgürce gidemiyorsa, o ülkede barış nasıl sağlanır?

Eğer sahiden hal böyle ise demek ki bu topraklar henüz tam olarak barışa hasret değil, barışa özlem duymuyor demektir.

Doğrusu ben bunun böyle olduğuna inanmıyorum.

BDP milletvekillerinin de dediği gibi, ''bu turda yaşanan olaylardan bütün bir bölge halkını sorumlu tutmak doğru değildir. Bu bölgeye göre küçük bir grubun gösterdiği tepkidir. Kaldı ki bu gösterilerin oluşmasında da bir çapanoğlu olduğu muhakkaktır. Bu halk durduk yere 'haydi kalkın gidip bu milletvekillerini öldürelim demez.' Bunları organize eden birilerinin olduğu kesindir.

Diyelim ki oldu da bazı gençler bir araya geldi ve duygusal tepkilerini göstermek istediler. Aklıselim insanlar bu bazı gençleri kolaylıkla ikna edebilirdi. Bu olmadı, güvenlik güçleri bunları kolaylıkla kontrol altına alabilirdi. Bütün bunlar niye olmadı?

Bence daha önceki birçok olayda olduğu gibi polisin içinde de bunları destekleyenler vardı. Bir taraftan koruyor gözüküp, teşvik eden polisler vardı. Ne diyor BDP'liler, ''polisler göstericilere merdiven taşıyordu:'' Polisin tepkisi ve olayları önlemede bariz yetersizliği vardı. Hükümet bunun hesabını mutlaka sormalıdır.

Olayların sonrasında siyasi partiler adına yapılan açıklamalar yetersizdi. Elbette hiç bir parti iyi ki bu tepkiyi gösterdiniz diye sıvazlama yapmadı. Ama bu halkın daha fazlasını duymaya ihtiyacı vardır. Eğer gerçekten herkes barıştan yana ise ve mutlu insanlar ülkesi yaratılmak isteniyorsa siyasi partiler de daha etkili mesajlar vermek zorundadır.

Ben bu konuda sadece Başbakan Erdoğan'ın açıklamalarını yeterli buldum. Başbakan Parti grup toplantısında yaptığı konuşmada açıkça bu tepkileri kınadı ve ''Bu milletvekillerini sevmeyebilirsiniz. Konuşmalarını dinlemeye gitmeyin, kimse sizi zorlamıyor. Ancak onlar da bu halkın seçtiği milletvekilleridir ve siz onlara saygı göstermek zorundasınız'' dedi.

Bu açıklamalar da yeterli olmayabilir. Bence AKP bu ülkeye barışı getirmekte kararlı ise, bu barış sürecini tamamlamakta kararlı ise o zaman BDP milletvekilleri ile AKP milletvekilleri birlikte bu Karadeniz turunu tamamlamalıdır. O zaman hem birlikte en iyi şekilde bu yapılacak barışın kapsamını anlatabilirler, hem de tüm ülkenin barışı kabul etmesini kolaylaştırırlar.

Anlamak gerekir ki yıllardır bu ülkede kin ve nefret tohumları ekildi. Birden bire bunları sıfıra indirmek mümkün değildir.

AKP bunu yaparsa genel kamuoyundaki  inandırıcılığını artırır ve buna bağlı olarak oy oranını artırır. Elbette bu da ayrı bir cesaret ve samimiyet işidir. Ama bence bu yapılmalıdır. Yapılmak istenen, barışın sağlanmasının doğruluğunu bu halka anlatmak çok da zor olmamalıdır. Zira neredeyse her mahalleden, her köyden bir şehidin olduğu ülkede barışı isteyen milyonlar olmalı diye düşünüyorum. İşte iktidar partisi bunları harekete geçirmeli. ''Damdan düşenin'' dinlenmesini sağlamalıdır.

Barış yolunda epeyce bir ilerleme sağlandı. Bu yapılanlar heba olmamalıdır. İnsan olan herkes, sevgiden ve barıştan yana olan herkes bu sürece destek vermelidir.

Zira kin ve nefret daha çok ölüm, daha çok acı demektir.

Nusret Yılmazer

 

 

19 Şubat 2013 Salı

SAHNEDE YENİ OYUNLAR VAR


Türkiye'de barış süreci devam ediyor. Birçokları görmese de hükümetteki siyasi parti, bir önemli risk alarak bu barışı hayata geçirmek istiyor.

Her gün gelen şehit haberleri bu ülkede yaşayan herkesi derinden üzüyordu.

Buna paralel her gün ölen Kürt gençleri sadece Kürtlerin canını yakıyor.

Halbuki insan olan, insani duyularını yitirmemiş herkes, her ölüme, her katliama üzülür.

Maalesef ki yıllardır ülkemizde geliştirilen milliyetçilik toplumumuzu önemli oranda insanlıktan uzaklaştırdı.

Biz kimdik?

Dün bu ülkeyi kimlerle omuz omuza kurtarmıştık?

Bugün onlarla sahiden eşit miyiz? Yaşanan galibiyetten eşit faydalandık mı?

Bütün bunları düşünmeden tek taraflı saldırıyoruz. ''Kardeşiz'' dediğimiz Kürtlere birçok hakkı çok görüyoruz.

Onların acısı dinmesin istiyoruz.

Onların acılarına güleceğiz. Onlara küfür etmekte bir sakınca görmeyeceğiz. Her şey bizim hakkımız diye bileceğiz. Sonra da ''bu ülkenin eşit insanlarıyız. Bu Kürtler de ne istiyor'' diye soracağız.

Toplumlar vicdanını yitirdi mi böyle oluyor. Kimse de kendi kusurunu görmüyor.

Hükümet ne kadar kararlı, çok da emin değilim. Ama öyle ya da böyle bir barış süreci başladı. Bütün acılar dinecek. Kimse bu kavgada ölmeyecek.

Barış  görüşmeleri daha açık yürütülüyor olsaydı, mutlaka çok daha iyi olurdu. Ama barışa  bu kadar karşı çıkan olunca hükümet de bir o kadar temkinli olmaya çalışıyor.

Herkes  şehit cenazeleri gelmesin diyor. Herkes 'bu savaştan bıktık' diyor.

İyi de bu savaş nasıl duracak. Akan kan nasıl duracak? Bu kavga nasıl bitecek?

Bunlara cevap bulmak için bu kavganın, savaşın nedenine bakmak lazımdır.

Yıllardır dağa çıkmış, Türkiye'ye savaş açmış Kürt gençlerini öldürüyor bu devlet.

Öldürüyor, öldürüyor bir türlü bitmiyor.

Zaten bir halk öldürmekle kolay kolay bitmez.

Bitti dediğin yerde bir bakarsın aradan yıllar geçmiş yeniden canlanmış. Hem de eskisinden daha güçlü bir şekilde.

Türkiye'deki Kürtler tam da böyle olmadı mı?

Kaç isyan çıkmış bu coğrafyada? Bu isyanlarda onbinlerce insan ölmüş. İnsanlar sürülmüş, sürgünlerde yaşamış bu halk.

Ama gördüğünüz gibi günümüzde daha güçlü olarak sahnedeler.

Demek ki bu iş artık öldürmekle, sürmekle olmuyor.

Bu acının dinmesi, akan kanın durması için Kürtleri de memnun edecek bir barışa ihtiyaç var.

İşte mevcut hükümet de böyle düşünüyor ki bu barış sürecini başlattı.

Bu kez öldürerek ara vermek istemiyor bu savaşa. Bu kez tümden yok etmek istiyor savaşı. Bir daha çıkmamak üzere gömmek istiyor kini, nefreti, kavgayı.

Kolay değil bu topraklarda kavgayı bitirmek.

İki aşiret arasında bile kan davasını bitirmek bu kadar zor iken, yıllardır ezilmiş, itilmiş, kendini hep kötü hissetmiş bir toplumun kavgasını bitirmek de pek kolay olmuyor.

Çünkü onlara nefret yerine sevgiyi vereceğini söylüyorsun. Bu kadar olumsuzluk yaşamışken kolay mıdır buna inanmak?

Türk toplumunun önemli bir kesimi halen küfür ediyor hükümete ve en başta Kürtlere ve onların az sayıdaki milletvekillerine.

Sosyal medyayı izleyince hükümetin işinin hiç de kolay olmadığı daha iyi anlaşılıyor.

Sanatçı geçinen bir çok kişi bile küfür diyor.

BDP milletvekilleri Türkiye'yi dolaşıyor. Barış sürecini anlatmaya çalışıyorlar. Başbakan Güneydoğu'da Kürtlere anlattı, dört milletvekili de Karadeniz'den başladı geziye. Gezinin ikinci durağı Sinop'tu. Birileri yine oyununu oynadı ve Sinop Öğretmen Evi'ndeki toplantıyı basmak istedi. Buradaki dört milletvekilini öldürmek istediler. Araçlarına büyük hasar verdiler.

Ne kadar çok seviyoruz öldürmeyi, yok etmeyi. Bu kin nedir, niçin kavgayı bu kadar çok seviyoruz anlamak zor.

Sonuçta eli silahlı kişiler gelmemiş oraya. Konuşmaya, barışı anlatmaya gelmişler.

Barışı dinlemek istemiyoruz, dinletmek istemiyoruz. Sormazlar mı adama, neden?

Bu kadar gencin ölmesi yetmedi mi bize. Yeni gençler ölsün, kan akmaya devam etsin, öyle mi?

Peki, bizler ne kazanacağız?

Neden herkes istediği yerde özgürce yaşayamıyor?

Müjdat Gezen bile faace'de kavgayı körüklüyor. Kışkırtıcılık yapıyor.

''Sinop görevini yaptı sıra Samsunda, Trabzon'da'' diye mesajlar yazıyor.

Milletvekillerinin resmini koymuşlar, altına da ''bekle bizi Trabzon'' diye yazmışlar. Hemen yanına da Trabzonlu bir kadın resmi, elindeki silah havada. Yanına ''bekliyoruz'' yazmışlar.

Milletvekillerinin hasarlı arabalarının fotoğraflarını koymuşlar faace'e, seviniyorlar, alay ediyorlar, hakaret ediyorlar.

Bütün bunlar Samsun'da daha büyük saldırı olsun, Trabzon'da cinayetler işlensin diye.

Bu halk defalarca bu oyunlara geldi. Yine aynı oyun oynanıyor.

Bıkmadık mı, hiç mi ders alamdık. Birileri kendi iktidarını yürütebilmek için bu milliyetçi duyguları hep kullandı.

Kin ve nefret ekti, semeresini onlar aldı. Sahi halk ne kazandı?

Nusret Yılmazer